15 Aralık 2016

"Coğrafya Kader (Mi)dir?"



İlinek İnsan, Coğrafya ve Edebiyat Üzerine
Atalay Girgin1

Her yazının en az bir nedeni, sorusu ve öyküsü vardır2. Her yazının doğrudan ya da dolaylı bir biçimde dile getirdiği en az bir sözü… Tıpkı bu yazının olduğu gibi… Bu yazının sözü aşağıdaki satırlarda olsa da öyküsü hem önerme hem soru niteliği taşıyan “Coğrafya kader(mi)dir” cümlesiyle başlar.

Okur farkında olsun ya da olmasın, açık ya da gizil bir biçimde dile getirilen neden ve soru yazanı bağlar; aklına, bilincine düğümler atar, görünmez sınırlar çizer; duyarlılığını, duygu ve düşüncelerini belli bir eksende harekete geçirir. Bu nokta, yazanı bilinçli ya da bilinçsizce hızla tehlikeli bir sınıra doğru sürükleyebilir, “at gözlüğü”yle bakmaya, söylem üretmeye ve hükümler vermeye yöneltebilir. 

Oysa yazan, düşüne taşına hareket etmesi gereken kişidir. Ne duyguları ve hamaset uğruna gerçekliğe gözlerini kapatmalıdır ne de sorunun ve konunun neliğini unutup aklını paranteze almalıdır. Yanılsamalar üretmekten de yanılsamaları yaygınlaştırmaktan da kaçınmalıdır. Ne yazık ki birçok alanın yanı sıra, özellikle edebiyat dünyasının gerçekliği çok büyük oranda yukarıdaki hükümleri yadsımaktadır. 

Her yazı, genel olarak insanın, özel olaraksa yazanın, kendisince belirlenmemiş, aksine kendisinden önceki kuşaklardan devraldığı tarihsel, toplumsal, kültürel ve elbette konumuz bağlamında coğrafi koşulların etkisi altında biçimlenmiş ve örgütlenmiş, aynı zamanda da bireysel seçimlerinin, yaşantılarının, tanıklıklarının etkisiyle gelişmiş aklının ve bilincinin ürünüdür. Bu anlamda her yazı ya doğrudan aklidir ya da araçsallaştırılmış bir aklın ürünü olarak, aklileştirilerek sunulmuştur. 

Aklilik formuna büründürülen araçsallaştırılmış akıl, aslında bile isteye ya da bilinçsizce, kendisinden başlayarak, genelde insana özelde okura tuzak kuran insanın aklıdır. Bunu yapan her insan ilinek insandır. Başta kendisi olmak üzere, karşısındaki insanı değeri ve değerleriyle birlikte bütünsel olarak anlama ve değerlendirmeye yönelmez. Aksine hem kendisini hem de diğerlerini, kendi dışındaki gerçek ya da düşünsel varlıklarla ilişkisi temelinde ve onlara yakınlığı ve uzaklığına göre değerli ya da değersiz sayar. Bu varlık, birilerinin öncelikleri temelinde hiyerarşik olarak değişse de kimine göre Tanrı’dır, kimine göre devlet, ulus-millet, vatan, yasa-töre, parti-örgüt-teşkilat, cemaat-tarikat, aşiret, vb.

06 Ekim 2016

Geçmişi kim, neden yüceltmek ister?

                      Geçmişi kim, neden yüceltmek ister?

                                    Fikret Başkaya

                                                            "Kim eleştirecek olursa... 'birlik' 
                                        tabusuna karşı günah işliyor demektir."
                                                                     Theodor W. Adorno

 AKP cephesi ve onun lideri Tayyip Erdoğan, rejimi değiştirme niyetlerini açık ettikleri son bir kaç yılda, sürekli bir Osmanlı güzellemesine baş vuruyorlar. Osmanlı dönemini ve Osmanlı padişahlarını kutsamak için büyük çaba harcıyorlar. Akıllarına gelen her yere ve her şeye bir Osmanlı adı koymak için hiç bir fırsatı kaçırmıyorlar. Nedense en gözdeleri de Sultan II. Abdülhamit... Geçtiğimiz günlerde Tayyip Erdoğan, mutat 'muhtarlar' toplantısında, Lozan Konferansı'nın - (ki asıl adı: Yakın Doğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı'dır) - bir ihanet olduğunu söyleyerek, ortalığı yeniden dalgalandırmayı başardı...

O halde tarihi kurcalamalarının sebebi ne? Asla halisane bilimsel/entellektüel kaygılar söz konusu olmadığına göre, olamayacağına göre, bu yerli/yersiz, saçma/sapan çıkışlarla ne amaçlanıyor? Neden sürekli bir "ecdat" güzellemesi/tekerlemesini gündeme getiriliyor?  Gerçekten Osmanlılar Türklerin ecdadı (atası) mıdır? Ya da ne kadar?

22 Haziran 2016

Aşk Mavidir Öğretmenim Üzerine...

Bu yazımı GENÇLERE armağan ediyorum.(Halit Suiçmez)

AŞK MAVİDİR ÖĞRETMENİM Üzerine

Halit Suiçmez
Okullar tam yaz tatiline girdi.
Lise öğrencileri eğitimle, okul yönetimleriyle, hak ve özgürlükleriyle ilgili olarak bildiriler yazıp açıkladılar.
Tam da bu konuları; eğitimi, okul yönetimlerini, dersleri, öğrencilerin insan ilişkilerini, öğretmenleri işleyen, anlatan güzel bir kitap var elimizde.
Düşündürücü, zevkli, ufuk açıcı ve insanı ileri okuma-düşünme-tartışma ve araştırma noktalarına götürecek bir eser..
Romancı, Felsefe Öğretmeni, Dostum Atalay Girgin’in son romanı, “Aşk Mavidir Öğretmenim” yeni yayımlandı.
NotaBene Yayınlarından çıktı bu büyüleyici, güzel eser.
Gençler, orta yaş gençler, eğitim, felsefe, bilim, sanat, aşk üzerine düşünen, yazan-çizen, aşkı, “arayan-anlatan” dostlar; hemen alın bu 239 sayfalık kitabı ve geçin masaya..
Yanınızda da ucu iyi sivriltilmiş bir kurşun kalem olsun bence, çünkü altı çizilecek, dönüp yeniden okunacak, tartışılacak o kadar çok, güzel, sarsıcı, ruhu ve düşünceyi genişletici cümle var ki, bir felsefe, bilim, sanat, içtenlik şöleni, duygusu, sohbeti içinde bulacaksınız kendinizi..
Ben bir kez okudum, hemen ilk izlenimlerimi yazıyorum, daha rahat zamanlarımda yeniden okuyup, edebi, psikolojik, felsefi, eğitsel, sosyal ve siyasal yönlerden de genel bir değerlendirme yapacağım.
Romanın kahramanları; Meryem, Afşin ve Felsefe öğretmeni Evin Derya Ay, (Evin öğretmen) Evin, Türkçede, bir şeyin özü, anlamında, Kürtçede ise, aşk anlamına geliyor.
Evin öğretmenin anne ve babası aşk anlamını düşünerek Evin adını vermişler, kızlarına. Evin öğretmenin açıklamasına göre, Türk bir anne ve babanın çocuğu olarak doğmuş.
Öğrencileri de bu bilgilenmeden sonra ona; “aşk öğretmen” diye seslenmişler.
Evin öğretmen güleç, “aslan yelesi gibi ensesinden omuzlarına dökülen, gür ve kızıla boyalı dalgalı saçları olan, okulda beyaz önlük giyen, manken edasıyla düzgün yürüyen, dik omuzlu, kemerli burunlu, iri gözlü, dolgun dudaklı, köşeli çeneli, bir hanım öğretmen.(s;61)

27 Nisan 2016

Bir egemenlik aracı olarak üniversiteler



Bir egemenlik aracı olarak üniversiteler *

Fikret Başkaya


Üniversitelere dair retorikle realite arasında her zaman büyük bir uçurum vardı. Başka türlü söylersek, gerçekte var olan reel üniversite, tevatür edilenden farklıydı. Üniversitelerin özgür tartışma odakları oldukları, her türlü düşüncenin özgürce/sınırsızca tartışılabildiği, yeni ve orijinal fikirlerin filizlenip-yeşerdiği, evrensel bilginin ve bilimin üretildiği, her dönemde toplumun bir kaç adım önünde olan, "bilim yuvaları" oldukları vb... şeklinde yaygın bir tevatür üretilmiş durumdadır. Oysa gerçekte var olan üniversite, var olduğu söylenenden çok farklıdır. Tarih sahnesine çıktıkları dönemden bu yana üniversiteler hiç bir zaman ilerici, düşüncenin filizlenip- yeşerdiği yerler olmadılar. Paradigma yıkıcı ve kurucu odaklar olmadılar. Genel bir çerçevede ve her zaman sınıfsal çıkarların bekçiliğini yaptılar. Misyonları ve varlık nedenleri esas itibariyle burjuva devleti meşrulaştıran bir egemen ideoloji [bizde resmi ideoloji] üretmek ve yaymak, bir de devlet çarkını döndürecek kadroları 'yetiştirmekten' ibaretti...

Dolayısıyla olan, olması gereken değildi. Teorik olarak bir kurumun üniversite tanımına uygun olabilmesi, o tanımı hak edebilmesi için, devlet ve sermaye karşısında özerk olması gerekir. Özerklik vazgeçilmezdir ama bir başına amaç değildir. Özerklik, ifade özgürlüğünün, düşünce özgürlüğünün, araştırma özgürlüğünün güvencesi/garantisi/koruyucusu olduğu için son derecede önemlidir. Zira, bilimsel-entellektüel-estetik etkinlik, ifade özgürlüğünün/düşünce özgürlüğünün olmadığı yerde mümkün değildir. İkincisi, üniversitenin kendine mahsus bir 'üslûbu', bir 'tarzı' olması gerekir. Şundan dolayı ki, "öğretme" etkinliği özellik arz eder? Öğretmenlik herhangi bir meslekten farklıdır. Öğretmenin öğretmeyi sevmesi gerekir, öğrenciyi sevmesi gerekir, bu iki koşul yoksa öğretmenin adı vardır ama kendi yoktur. Fakat, öğretmenin öğretmeyi sevmesi için kendisinin de bizzat öğrenmeyi sevmesi gerekir. Öğrenmeyi sevmeyen öğretmen sayılmaz! Dolayısıyla öğretmenlik, herhangi bir meslekten farklı olmak zorundadır. O diğer devlet memurlardan veya başka bir meslek erbabından farklı olmak zorundadır. Öğretmenlik sadece ekmek parası kazanılan bir meslek değildir. Elbette öğretmenin de karnı doymak zorunda, geçimini sağlamak zorunda ama o diğerlerinden farklı bir 'özelliğe' sahiptir.

“Doğan Özlem: Felsefede Elli Yıl” Sempozyumu



“Doğan Özlem: Felsefede Elli Yıl” Sempozyumu

İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü bünyesinde 5 Mayıs 2016 tarihinde “Doğan Özlem: Felsefede Elli Yıl” başlıklı bir sempozyum düzenlenecektir. Bu sempozyum, Türkiye’de felsefeye önemli katkılarda bulunmuş olan Prof. Dr. Doğan Özlem’in felsefi çalışmalarını çeşitli yönleriyle ele almayı ve değerlendirmeyi amaçlamaktadır.



Sempozyuma bildirileriyle katılacak kişiler arasında şu isimler yer almaktadır: Mehmet Akkaya, Mehmet Atay, Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar,  Prof. Dr. Ayhan Bıçak,  Metin Cengiz,   Prof. Dr. Cengiz Çakmak, Prof. Dr. Kadir Çüçen, Prof. Dr. Ayşe Durakbaşa,  Prof. Dr. Hasan Bülent Gözkan, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Günay, Doğan Hızlan, Prof. Dr. Ahmet İnam,  Yrd. Doç.Dr. Levent Kavas,  Prof. Dr. İoanna Kuçuradi, Prof. Dr. İlber Ortaylı, Doç. Dr. Sema Önal, Doç. Dr. Güncel Önkal,  Prof. Dr Örsan Öymen,  Prof. Dr. Nebil Reyhani, Prof. Dr. Ömer Naci Soykan, Doç. Dr. Hasan Şen, Doç. Dr. Ali Utku.

İstanbul Üniversitesi,  Avrasya Enstitüsü,  Seyyid Hasan Paşa Medresesi Konferans Salonunda, 5 Mayıs 2016 tarihinde, 10:00-17:00 saatleri arasında yapılacak sempozyum,  ilgi duyan herkese açık ve ücretsizdir.

Daha geniş bilgi için: http://edebiyat.istanbul.edu.tr/felsefe