22 Kasım 2015

YA KOMÜNİZM YA DA...



"Ya komünizm ya da bu iş karakolda biter..."*

Fikret Başkaya

Kapitalizm uzun insanlık ve uygarlık tarihinde sadece küçük bir parantez. İşte sanayi kapitalizmi tarih sahnesine çıkalıdan bu yana ikiyüzelli yıldan az bir zaman geçti. Buna rağmen insanlığın ve uygarlığın geleceği riske atılmış bulunuyor. Kapitalist üretim tarzı "yaratıcı yıkıcılık" sayılsa da, şimdilerde çoktan yıkıcılığın yaratıcılığın önüne geçtiğini söylemekte bir sakınca yok. Artık her geçen gün yaptığından daha çoğunu yıkıyor, daha çoğunu yok ediyor, daha çok kirletiyor...

 O halde neden böyle oldu, neden genel bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıktı, neden tüm işaret lambaları kırmızıya dönmekte? Neden her geçen gün sosyal kötülükler (işsizlik, açlık, yoksulluk sefalet, anlam kaybı...) çığ gibi buyuyor, ekolojik dengeler alt-üst oluyor? Bütün bunlar oluyor zira kapitalizm insanlığın ve uygarlığın normal hali değil, bir sapmaydı... Kapitalizm bir meta uygarlığı, meta fetişizmine dayanıyor ve kapitalizm dahilinde üretim etkinliğinin birincil amacı, insan ihtiyaçlarını karşılamak değil kâr etmektir. Kullanım değeri değil değişim değeri üretmektir...

Başka türlü söylersek, bir ilişki tersliği söz konusu. Öküz arabanın arkasına koşulmuş durumda... Her üretim çevrimi sonunda yaratılan değer, artık ürün, artı-değerin (kârın) her seferinde yeniden yatırılma zorunluluğu var, bir sonraki üretim çevrimine sokulması gerekiyor. Ve sonuç "üretim için üretim" biçimini alıyor. İkincisi, kapitalizm kutuplaştırıcı bir temel eğilime ve dinamiğe dayanıyor. Bir kutupta zenginlik biriktirmek, karşı kutupta yoksulluk ve sefalet biriktirmekle mümkün oluyor. Aksi halde dünya nüfusunun %1'inin dünya zenginliğinin (servetinin) yarıdan fazlasına, %8.1'inin de dünya zenginliğinin %86,4'üne el koyması mümkün olmazdı... Üçüncüsü de kapitalist üretim tarzının geçerli olduğu yerde üretimin insanî -sosyal ve ekolojik sonuçları (zararları) dikkate alınmıyor. Netice itibariyle fatura topluma ve doğaya çıkıyor, Burjuva iktisatçıları buna "dışsal ekonomiler" diyerek işin içinden çıktıklarını sanıyorlar... Oysa dışarda kalan hiç bir şey yok...

Neoliberal küreselleşmenin dayatılmasıyla, yıkıcılık hızlandı, kapsayıcılığı daha da arttı. Kapitalizm dahilinde insan toplumlarının üretim, tüketim ve yaşam etkinliği şimdilerde jeolojik sorunlar da yaratır duruma gelmiş bulunuyor ki, buna antroposen çağ (anthrophocène) deniyor.  Artık kapitalizm dahilinde sorunların üstesinden gelmek mümkün değil. Dolayısıyla hem yeni bir uygarlığa giden yolun aralanması gerekiyor ve hem de bunun vakitlice yapılması gerekiyor. Zira sistemin yıkıcılığı bu ölçüde hızlanmış, kapsamı da bu ölçüde büyümüşken, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir...

Gerçek durum böyleyken ve genel bir sürdürülemezlik, sürdürülebilemezlik tablosu ortaya çıkmışken, küresel plütokrasinin, küresel oligarşinin sözcüleri, akıl hocaları, "eğer büyüme gerçekleşir, modern teknoloji (teknik bilim) de gelişmesini sürdürürse, sorunların çözüleceğini, işlerin yoluna gireceğini" söylüyorlar. Oysa, kapitalizm dahilinde, üstelik onun vahşi neoliberal versiyonunun geçerli olduğu durumda, bu ikisi sorunların çözümünün anahtarı olmak bir yana, bizzat kendileri birer sorun haline gelmiş bulunuyor. Yegane amacı kâr ve her seferinde daha çok kâr, daha çok sermaye biriktirmek olan, insana ve doğaya saygısız, her türlü etik değerden yoksun bir sistem dahilinde büyümenin hiç bir sorunu çözme şansı yoktur. Aynı şekilde, kâr etmenin ve yıkımın hizmetine sunulmuş teknolojik harikaların da sorunları çözmesi mümkün değil ama daha da azdırması kaçınılmaz...

06 Ekim 2015

Öğretmen Sorunları Maaşa İndirgenemez



Öğretmen Sorunları Maaşa İndirgenemez
Atalay Girgin*
Öğretmenin, öğretmenliğin ve eğitimin sorunlarına ilişkin, çözüm diye ileri sürülecek ve gerçekleştirilecek her şey durduğunuz ve baktığınız yere; yapmak istediğiniz, olmasını arzuladığınız şeylere göre yeni sorunlar ve yeni çatışma alanları yaratır. Çünkü eğitim alanı ve öğretmenlik, maaşa indirgenemeyecek denli önemli ve asli olarak “Nasıl bir toplum, nasıl bir insan istiyoruz?” sorusuna yanıt veren siyasal ve ideolojik aktörlerin açık ya da örtük mücadele alanıdır. 

Hangi şatafatlı ve hamasi sözlerle süslenirse süslensin, öğretmen bu alanda cepheye sürülen, farkında olsun ya da olmasın, cephanesi ‘bilgi’ adlı ideoloji olan bir neferdir. Bu gerçekliği ve hakikati dikkate alarak şu iki temel ve genel belirlemenin altını çizmek gerekir:

Birincisi, Dünyada ve Türkiye’de içerisinde yaşanılan toplumsal gerçeklik, ekonomik, sosyal, siyasal ve sınıfsal boyutlarıyla algılanıp anlamlandırılmadan öğretmen ve öğretmenliğin sorunları, öncelik hangisine verilirse verilsin, salt maddeler halinde sıralanmakla herkes için ortaya konulamaz. İkincisi, ulusal ya da uluslararası düzeyde, mevcut sendikaların, kendi siyasal ve ideolojik seçim ve önceliklerine göre belirledikleri sorun ve taleplerle de mevcut koşullar içerisinde bu iş çözülemez. Çünkü sıralama nasıl olursa olsun, toplumsal, siyasal ve ideolojik anlamda taraflardan birilerinin çözümü diğerlerinin katmerleşen sorunu olacaktır ve olmaktadır da… Bundan, açıkça mücadele etmenin dışında, kaçış yoktur. 

11 Eylül 2015

BASIN AÇIKLAMASI



ÖZGÜR VE DEMOKRATİK BİR YAŞAM İÇİN

Egemenlerin savaşında ‘yarım besmeleli av’ olmasın insan!

Ülkemiz, son birkaç aydır, dibi görünmez, derin bir kuyuya çekiliyor ve kan artık o kuyudan taşıyor. Giderek yaygınlaştırılmaya çalışılan ırkçılık ve inanılmaz boyutlara ulaşan şiddetin içinde yine de insan kalmaya çalışıyoruz. Düşünce evrenimizin, mahremiyetimizin, evrensel insani değerlerimizin fütursuzca saldırıya uğradığı, tarafların çıkarları doğrultusunda çizilen yaşamlar, artık katlanılmaz bir hal aldı. 



Ülkemizde yaşayan bütün halklar olarak barış içerisinde, insan onuruna yakışır bir yaşama özlem duyarken, halkların bu özlemi egemenlik kurmak isteyen taraflarca bozulmuştur. Kürtlere karşı bir saldırı başlamıştır. Askerler bilerek ölüme gönderilirken, halkın can güvenliğini sağlaması gereken polis, hunharca halkın üzerine sürülüyor ve halkıyla savaşmak zorunda kalıyor. Kendisi de ne acı ki bu ölümlerden payına düşeni alıyor.

CİZRE’DE ABLUKAYA SON VERİLMELİ!

Bir haftadır Cizre abluka altında ve orada nasıl bir katliam yaşandığı/yaşatıldığı tam olarak bilinmiyor. Halklar olarak haber alma özgürlüğümüz yok. Sosyal medya üzerinden gelen görüntüler oradaki şiddeti anlatır nitelikte. Cizre halkı bu abluka altında ihtiyaçlarını nasıl karşılıyor? Çocukların ihtiyaçları nasıl karşılanıyor, bunlar da bilinmiyor. Kaç kişi yaşamını yitirdi, bu da bilinmiyor. Batıda yoksul halk “şehitler” üzerinden kışkırtılarak Kürtlerin canına, malına saldırılar tertipleniyor. Halklar birbirine düşürülerek, insanlık onuru ayaklar altına alınarak bir iç savaş hazırlığı yapılıyor.

Bu kirli savaşa, başta çocuklar olmak üzere, kadınların ve erkeklerin katledilmesine, onurlarının ayaklar altına alınmasına izin verilemez. Ayaklar altına alınan tüm halkların birlikte yarattığı din, inanç vb. ortak insani kültürel değerlerdir. Böyle bir ortamda susmak şiddete ortak olmaktır. Böyle bir durumda susmak, Cizre ablukası altında ölen, öldürülen insanların şahsında insanlığın katledilmesine seyirci kalmaktır.

Biz, bu vahşet ve barbarlığın bir an önce sona ermesini isteyen Ankaralı sanatçılar olarak bu kirli savaşı kınıyor, son bir haftadır Cizre’nin yürekleri yakan acısıyla evlerimizin içine kadar sıçrayan bu kana karşı tüm halkların sağduyulu ve barışı kucaklayarak, barışın hüküm sürdüğü, özgür ve demokratik bir yaşamı hep birlikte kurmaya ve savunmaya çağırıyoruz. Ve bu doğrultuda, Cizre’de ablukanın hemen kaldırılmasını istiyoruz. Bu kirli savaşa son vermeli, silahlar susmalıdır. Müzakerelerin yeniden başlayabilmesi için elverişli koşullar yaratılmalı, barış sürecinin önü açılmalıdır.
Yeter artık! Egemenlerin savaşında ve barışında ‘yarım besmeleli av’ olmasın insan!

Tekgül Arı
Atalay Girgin
Sema Güler
Pelin Buzluk
Melike Uzun
Ayşe Akaltun
Alaattin Topçu
Cennet Bilek
Çiğdem Sezer
Deniz Faruk Zeren
A Galip
Ercan Y Yılmaz
Sabahattin Şerif
Ayten Kaya
Leyla Akgül
Cafer Tabak
Süreyya Karacabey
Yusuf Bilge
Özgür Kapan
Sevinç Koçak
Selma Şahin
Aysel Kılıç Karslı
Derya Cebecioğlu
Ali Haydar
İlhami Yazgan
Fulya Bayraktar

23 Mayıs 2015

Atalay Girgin'le Söyleşi

Atalay Girgin’le Söyleşi

Başbakanın Günlüğünden Sayfalar

A.GALİP’in Atalay Girgin’le Yaptığı ve Aydınlık Kitap’ta Yayınlanan Söyleyişi

2011 yılında ilk serisini yayınlayan Atalay Girgin dördüncü romanıyla karşımızda. Kemeutopya denilen bir gezegenin Lağımpaşa, Ambarya gibi semtlerinde yaşayan küçük, kuyruklu, sevimli yaratıkların kıyasıya iktidar savaşları anlatılıyor.

Romanlarda çizilen fantastik atmosfer şaşkınlık yaratacak bir
biçimde günümüzle paralellik gösteriyor. Ortalıkta uçuşan günlükler, ses kayıtları için bir öngörü mü yoksa sanatçı imgelemi mi demek gerektiğini okuyuculara bırakıyorum.
Aşağıda Atalay Girgin’le sanatçı, gündelik hayat ve politik ilgi konusunda yaptığım bir söyleşiyi sunuyorum.

    A. Galip - “Kıranlar Kırılanlar Zamanı” yayınlanan 4. romanınız. Önce, ilk üç romanınızdan, “Mehdi ve Mesih”, “Lağımpaşalı” ve “Başbakanın Günlüğü”nden söz etmek istiyorum. Kemeutopya dediğin bir “coğrafya”da yaşanan son derece tanıdık bir serüven. Aslında her biri bağımsız da okunabilecek romanlar. Aynı coğrafyada geçtiği için genişleyerek devam eden bir nehir roman olarak da değerlendirebilir miyiz?

   A.  Girgin - “Kemeutopya” bir kurgu gezegen ve o gezegendeki ülkeler, kişi ve olaylar da düşseldir. Kemeutopya başta olmak üzere, romanların evreninde var olan ülkelerin, kişilerden bazılarının yeni olaylarda boy göstermeye devam etmeleri, Kemeutopyalılar roman dizisinin bir nehir roman olarak değerlendirilebilmesine kapı aralamaktadır. Ancak, her biri bağımsız olarak da ele alınıp değerlendirilebilir. 
  
  Örneğin; dizinin ilk romanı olan “Mehdi ve Mesih”te, kendisinin Mehdi olduğuna inanan bir anti-kahramanın çevresinde kurgulanıp anlatılıyor olaylar ve kişiler. Doğrudan açıkça söylenmese de her kutsalın ve kutsallaştırılan herkesin ve her şeyin ardın bir mutfak olduğu sergileniyor. 
“  Lağımpaşalı”da ise, iktidarı kendi çıkarları için isteyen, her geçen gün tescilli bir yalancı haline gelen bir politikacının öyküsü anlatılıyor. Toplumun ve kendini seçenlerin kutsal değerlerini kendi amacı için hiç tereddüt bile etmeden harcayışı… İktidarı bir zenginleşme aracı haline getirişi…

  “Başbakanın Günlüğü”nde ise, seçim zaferi sonrası Lağımpaşalı’nın kendinden geçişi sergileniyor. Kendini her şeyin hakimi sanırken, günlüğünün çalınıverişi… En mahrem yaşantılarının olduğu özel odalarında görüntü ve ses aktarıcı mikro cihazların bulunduğunu… Ve bunların çevresinde kurgulanan olay ve kişiler…

Kıranlar Kırılanlar Zamanı” ise toplumun önemli bir kesiminin haysiyet isyanıyla ayağa kalkışını, işaret edilmeyi bekleyen “Mehdi”nin yaşadığı hayal kırıklığı ve kızgınlığı eşliğinde savruluşunu aktarıyor. Mehdi’nin, efendisi Yoseuf’un sözleriyle “Kendi sözlerinin büyüsüne kapılışı”… Ve Başbakanın Mehdi’yle Mehdi’nin Başbakanla kavgası…

A. Galip- Son derece tanıdık bir serüven. Biraz bu romanları esinlendiren olaylardan söz edebilir misin?

Romanlardaki serüvenlerin tanıdık gelmesinin öncelikle iki nedeni vardır. Bunlardan birincisi her yazarın, çağının çocuğu olmasıdır. İkincisi de okurun, yazarla aynı toplumsal, siyasal zaman ve mekân koşullarında yaşamasına bağlı olarak, anlatıda var olanları çağrışımsal düzeyde gerçeklikle bağlamaya, ilişkiler kurmaya yönelen anlamlandırma ve değerlendirmeleridir.

Ancak eser ortaya çıktığı zaman ve mekân koşullarından uzaklaştıkça, okur da yazar ve eserle aynı koşulları paylaşmaktan uzaklaştıkça anlatılanların “tanıdık bir serüven” olma niteliği giderek ortadan kalkar.
Örneğin; G. Orwell’in hem “Hayvan Çiftliği” hem de “1984” adlı romanlarının ilk yayımlandıkları yıllarda okurda yarattığı çağrışımsal “tanıdıklık” etkisiyle, günümüzdeki okurda yarattığı “tanıdıklık” etkisi aynı değildir.



Çünkü zaman ve mekânın değişimine, aradan geçen yıllarla birlikte ortaya çıkan yeni okurlara bağlı olarak bu etki sürekli azalmıştır. Dolayısıyla kitaplarımdaki “tanıdık bir serüven” etkisi, yazarın, eserin ve okurun aynı zaman ve mekân koşullarında yaşıyor olmasından, benzer olaylara tanıklık ediyor olmasından kaynaklanmaktadır.

Malzeme devşirmekten tarihsel romana

A. Galip- Bir romancının tarih ve güncellikle nasıl bir   ilişkisi vardır?

Her romancı, her insan gibi, belli bir toplumsal tarihsel  çevrede yaşar. Yaşadığı zaman diliminde olup bitenler, tanıklıkları onun şimdisidir, güncelidir. Güncelde olup bitenler karşısında bazen sevinir, üzülür; bazen öfkelenir, taraf olur; duygu ve düşünceleriyle onların içinde ya da kenarında yer alır. Severken, aşık olurken, sevgilisinden ayrılırken, vb. Çünkü ‘şimdi’, her türlü eylemin ve etkinin yegane zaman dilimidir. Bu etki kimi yazarlarda kendine kaçışa, salt bireysel olana yönelişe neden olur. İçerisinde yaşadığı toplum ve dünya derinden bir alt üst oluş yaşarken, bilinen ya da bilinmeyen bir dizi nedenle bunları görmezlikten gelir. Kimileri ise küçücük bir olaydan, küçücük bir tanıklıktan bile, insana ve insanlık durumlarına ilişkin bambaşka bakışlara, değerlendirmelere uzanır. Düşsel ve düşünsel olarak bunlara işaret eden, bunları göstermeye algılatmaya çalışan yapıtlar üretir.

Romancıların tarihle ilişkisinde de çok fazla neden rol oynayabilir. Bunların başında siyasal ve ideolojik bakış açısını dikkate almak gerek. Kim neyi neden, niçin ve nasıl göstermek istiyorsa, yaptığından ne umuyor ya da bekliyorsa ona göre bir ilişki kuracak ve anlamlandırıp sunacaktır. Örneğin; bazıları “tarihsel roman”la kendi siyasal ve ideolojik anlayışına malzeme devşirip sunmaya çalışırken, kimileri neyin nasıl olmadığını göstermeye yeltenecek; bir başkası “pir uçmaz mürit uçurur” anlayışıyla kalem oynatacaktır. Kimileri de gelecek kaygısının toplumu sardığı, geçmişten
beslenmenin, geçmiş övgüsünün revaçta olduğu koşullarda “tarihsel roman” yazmayı bir gelir kapısı olarak değerlendirebilecektir.

Dolayısıyla her romancının tarih ve güncellikle ilişkisi     çok farklı açılardan değerlendirilebilir ve bu anlamda      “Nasıl?” sorusunun tek bir yanıtı yoktur. Ancak     her romancının tarihle ilişki söz konusu olduğunda,     bir tarih felsefesiyle hareket etmesi gerekir, diye düşünüyorum.

A. Galip - Genelde edebiyatın özelde ise romanın ne gibi
bir politik gücünden söz edilebilir veya böyle gücü var
mıdır?



Politik romanlar yazan biri olarak bu soruya “Evet! Vardır” demem beklenebilir. Ancak hem edebiyatın neliğini hem de yaşanan toplumsal siyasal gerçekliği düşündüğümde yanıtım şudur: Genelde edebiyatın, özelde ise romanın, anda gerçekleşen, anda etkisini gösteren politik bir gücü yoktur. İster az satar olsun, isterse çok satar olsun, tek başına hiçbir roman politik olarak okurlarını bir taraftan bir başka tarafa yöneltmeye kadir değildir. Bir edebiyat yapıtından da bunu beklemek doğru değildir. Çünkü bir roman en iyi ihtimalle, gösterdiği insan ve insanlık durumlarıyla okuru düşündüren, karşılaştığı durumlara ilişkin yeni ve farklı değerlendirme olanaklarına işaret edişiyle etkide bulunabilir. Bunun yanı sıra düşünsel ufkunun genişlemesine katkıda bulunarak, mevcut tercihi ve yönelişini güçlendiren, pekiştiren bir etki sağlayabilir. Velhasıl genelde edebiyatın özelde ise romanın politik etkisini abartmamak gerekir.

27 Nisan 2015

Klasikleri neden okumalı?

Klasikleri neden okumalı?
Italo Calvino
Italo Calvino tam yirmi yıl önce kaleme aldığı yazıda 'klasik nedir?' sorusuna on dört ayrı tanım getiriyor.
İşe, ortaya bazı tanımlar koyarak başlayalım.
1. Klasikler, insanların, hiçbir zaman "Okuyorum" demedikleri, genellikle "Yeniden okuyorum" dedikleri kitaplardır.
Bu durum, hiç değilse "mürekkep yalamış" denen insanlar için geçerliyse de, gençler için geçerli değildir; çünkü gençler, dünyayla ve dünyanın bir parçası olan klasiklerle ilk kez karşılaştıkları bir yaştadırlar. "Okumak" eyleminin başına getirilen yineleyici "yeniden" sözcüğünün, ünlü bir kitabı okumamış olmayı kabullenmekten utanan kişilerin yeltendiği küçük bir ikiyüzlülüğü yansıttığı söylenebilir. Ama oluşum çağımızda ne kadar çok kitap okumuş olursak olalım, henüz okumadığımız dünya kadar temel yapıt olacağını belirtirsek, bu tür kişilerin yüreğine biraz olsun su serpebiliriz.
Zengin bir deneyim
Herodotos'un tümünü ve Thukydides'in tüm kitaplarını okumuş biri varsa, parmak kaldırsın! Ya Saint Simon'u? Ya da Retz Kardinali'ni?1 On dokuzuncu yüzyılın büyük roman dizilerinin bile, okunduklarından çok daha büyük bir sıklıkla anıldıklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Fransa'da Balzac'ı okulda okumaya başlarlar ve kitaplarının baskı sayısına bakılacak olursa, okul çağından çok sonraları da okumayı sürdürürler. Ama Balzac'ın İtalya'da ne kadar tutulduğu soruşturulsaydı, sanırım sıralamanın en altlarında yer aldığı ortaya çıkardı. İtalya'daki Dickens tutkunları, bir araya geldiklerinde, Dickens'ın romanlarındaki kişilerden ve serüvenlerden gerçek hayatta tanıdıkları kişiler ve kendi hayatlarında yaşadıkları serüvenlermişçesine söz eden küçücük bir seçkinler takımıdır. Michel Butor, birkaç yıl önce ABD'de ders verdiği sıralar, kendisine o güne kadar hiç okumadığı Émile Zola konusunda sorulan sorulardan o kadar bezmişti ki, Zola'nın Rougon Macquart romanları dizisinin2 tümünü okumaya karar vermişti. Sonunda bu dizinin, kafasında canlandırdığından tümüyle farklı olduğunu keşfetmiş; olağanüstü denemelerinden birinde Zola'nın roman dizisinin görkemli bir mitolojik ve kozmogonik soyağacı olduğunu yazmıştı.
Demek, büyük bir yapıtı yetişkinlik çağında ilk kez okumak, olağanüstü bir keyif verir insana. Daha keyifli mi, yoksa daha az keyifli mi olduğunu söylemek olanaksız da olsa, insanın gençliğinde okumasından çok farklı bir keyiftir bu. Gençlikte, her deneyim gibi, okuma da bambaşka bir tat ve bambaşka anlamla donanır; olgunluk çağında okunan bir yapıtta ise daha birçok ayrıntı, düzey ve anlamın ayırdına varılır (ya da varılmalıdır). Dolayısıyla, klasikler konusunda, şöyle bir tanıma geçebiliriz:
2. Klasikler, öyle kitaplardır ki, onları okumuş ve sevmiş olanlar için alabildiğine değerli bir deneyim oluştururlar; ama, en çok tadını çıkaracakları duruma geldiklerinde okuma fırsatını saklı tutanlar için de aynı ölçüde zengin bir deneyim olarak beklerler.
Gençliğimizdeki okumalar, sabırsız olduğumuz, kafamızı toparlayamadığımız, nasıl okunacağını iyi bilmediğimiz ya da hayat deneyiminden yoksun bulunduğumuz için pek bir değer taşımasa da, örnekler, üstesinden gelme yolları, karşılaştırma olanakları, sınıflandırma tasarları, değer basamakları ve güzellik ölçütleri sağlayarak ilerideki deneyimlerimize biçim vermesi açısından (belki aynı zamanda) geliştirici de olabilir; gençken okuduğumuz kitapla ilgili pek az şey anımsasak ya da hiçbir şey anımsamasak bile, içimizde işleyeduran şeylerdir bütün bunlar. Aynı kitabı, olgunluk çağımızda yeniden okuduğumuz zaman, işte o zaman, nereden geldiklerini unutmuş olmamıza karşın artık iç düzeneklerimizin bir bölümünü oluşturan bu değişmez değerleri yeniden keşfederiz. Kendisi unutulabilse de, içimizde tohumunu bırakan yapıtın kendine özgü bir gücü vardır.
Yeniden okumak
3. Klasikler, hem imgelemimize unutulmaz bir biçimde yerleşerek, hem de belleğimizin kıvrımları arasına bireysel ya da ortaklaşa bilinçdışı kılığında gizlenerek, belirli bir etki yaratan kitaplardır.

26 Nisan 2015

Korkut Boratav'la söyleşi

"Devlet, siyasî iktidar mafyalaşınca, normal  yöntemlerle ekonomik incelemeler imkânsız olur."

Korkut Boratav'la söyleşi

Fikret Başkaya



1.  Fikret Başkaya: 1979'da Amerikan Merkez Bankası ( FED) faiz oranlarını yükseltti. Faiz operasyonu Üçüncü Dünya ülkelerinde deprem etkisi yaptı ve borç krizi patlak verdi. " Borç Krizi Üzerine Bir Deneme" adlı kitabı o vesileyle yazmıştım. Faizlerin yükseltilmesi, sadece borçlu yoksul ülkelerin yağma ve talanını derinleştirmekle ve Batı bankalarının kasalarını doldurmakla da kalmadı, borç krizi bahane edilerek söz konusu ülkelere neoliberal "istikrar" ve " yapısal uyum programlarını" dayatmanın da vesilesi yapıldı. Aslında "istikrar" ve "yapısal uyum" denilen, Üçüncü Dünya ülkelerinin emekçi sınıfları için tam bir yıkım demeye geliyordu. Bir çok ülkede IMF ayaklanmaları oldu ve yüzlerce emekçi hayatını kaybetti... 1980 sonrası tarihte eşine az rastlanır bir sömürü, yağma ve talan demekti.

Şimdilerde FED bir defa daha faiz oranlarını yükseltmeye hazırlanıyor. Bu operasyonun "bizim tarafta", yeryüzünün lânetlileri cephesinde 1979 sonrası duruma benzer sonuçlar ortaya çıkarma ihtimali var mı? Manzarayı nasıl görüyorsun? Bir de BRICS tarafından kurulan Yeni Kalkınma Bankası (YKB) doların saltanatını sarsa bilir mi? Nitekim BRICS'in üç bileşeni olan Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika, IMF ve Dünya Bankasına yüksek düzeyde bağımlılar. Bu durumda 'çok dövizli' sisteme geçiş ne kadar mümkün? Nitekim Michel Chossudovsky'nin son makalelerinden birinin başlığı: "BRICS and the Fiction of "De-Dolarization" idi... Bu durumda doların sultasından kurtulmak ne kadar mümkün?

Korkut Boratav: FED’in 1979 kararının Üçüncü Dünya’daki borç krizine yol açan sonuçlarının bir benzerinin 2015 sonrasında da  tekrarlanma olasılığı var.  Ancak, bir-iki önemli fark söz konusu. Birincisi, 1979 sonrasında faizlerin artış marjı, bugünküne göre çok daha yüksekti. FED’in politika faizi iki yılda 10 puan arttı ve %20’ye tırmandı. Dolayısıyla borç krizi dış kredilerin faiz yükünde dramatik artış nedeniyle başladı.  Bugün yüzde 1’in altındaki FED faiz oranındaki artış 1, en çok 2 puan civarında bekleniyor. Yansımasının, çok düşük faizlerle borçlanıp Üçüncü Dünya’daki kâğıttan varlıklara  sıcak para yatırmış olan spekülatörlerin,  ABD hazine bonolarına dönmesi sonunda gerçekleşeceği düşünülüyor.  Hızlı sermaye kaçışları, çevre ekonomilerinde finansal ve ekonomik bunalımları tetikleyebilecek.

İkinci bir fark, FED’in parasal daralmaya geçişinin, Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB’nin) parasal genişlemeye karar vermesi ile birlikte gerçekleşmesi ile ilgilidir.  İkinci etkinin, FED etkisini tamamen değilse bile belli ölçülerde telafi etmesi mükündür.

Ancak, temel sorun, senin de vurguladığın gibi, dolar sultasına dayanan finans kapital hegemonyasından doğuyor.  Ulus devletler, Çin ve Hindistan’ın kısmen başarabildiği gibi, spekülatif para giriş-çıkışlarını frenleyebilirler. Ancak, dolar uluslararası rezerv para oldukça, bu para ile borçlanıyorlar ve sadece faizlerden değil, bugünlerde olduğu gibi doların değerlenmesinden de  fazlasıyla etkileniyorlar. Avro’nun ikinci bir rezerv para rolü sınırlı kaldı; esasen aynı dünyanın parasıdır; aynı işlevi görecektir.

Dolar sultasına karşı bir alternatif Çin parası renminbi’nin (RMB’nin) artan önemi olabilir.  4000 milyar (4 trilyon) dolara yaklaşan rezerv sahibi olan Çin (en azından şimdilik) geleneksel emperyalist motivasyonları göstermiyor. BRICS  bankası dışında Dünya Bankası ve Asya Kalkınma Bankası’na alternatif olan AIIB (Asya Enfrastrüktür Yatırım Bankası) kuruluşunu gerçekleştirmek üzere. İkili anlaşmalarla  RMB uluslararası ödemelerde yaygınlaşıyor. Ancak, henüz, dolar üzerine dayalı bir finans sistemini ikame edecek güce ulaşmanın çok uzağında. Bu nedenle finans kapitalin ve doların hegemonyasını, olsa olsa, bir miktar ulus devletler düzleminde; daha da önemlisi çevre ekonomileri arasındaki işbirlikleri içinde  frenleme çabaları gerçekçidir.   Yukarıda değindiğim Çin öncülüğündeki çabalara ek olarak Latin Amerika’da bu doğrultuda işbirlikleri var.



F.B: Türkiye ekonomisinin mevcut durumunu nasıl görüyorsun? 2001 Krizinin tekrarını ya da ona benzer bir kriz öngörüyor musun?