20 Kasım 2013

Neden ZENGİNLERİN YOKSULLARA İHTİYACI VARDIR?

Neden zenginlerin yoksullara ihtiyacı vardır?

Fikret Başkaya*

“ Yoksullara yiyecek verdiğimde bana ermiş diyorlar. Yoksullar neden yoksul diye sorduğumda da, komünist olduğumu  söylüyorlar”.
               Dom Helder Camara

Her 6 saniyede 1, her dakikada 10, her saatte 600, her gün 14 400  ve her yıl 5 milyon çocuk açlıktan ölüyor. Neden? Dünya nüfusunun %2’si dünya zenginliğinin %55’ine el koyduğu için. Başka türlü ifade edersek, dünya nüfusunun %98’i dünya zenginliğinin  45’ni alıyor da ondan... Dünya nüfusunun binde beşini oluşturan en zengin 24 milyon, 545 bin 900 zengin, dünya zenginliğinin %36’sına al koyuyor. Ve süper zengin 1000 yetişkin kişi, dünya nüfusunun %92’sinden 10 bin kat daha zengin... Tabii bunca zenginliğe el koymakla iş bitmiyor, bir de onun genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesi gerekiyor. Kapitalizmin mantığının bir gereği olarak. Mârifet üretmek değil yeniden üretmekle, sahip olmak değil, daha çoğuna sahip olmakla ilgili. En zengin 100 kişinin servetlerini son bir yılda 200 milyar dolar arttırdıkları söyleniyor. 2016 yılına kadar milyonerlerin ve milyarderlerin sayısının %37 artacağı da tahmin ediliyor! Fakat iyi haberler de var: söylendiğine göre 2015 yılında günde 1.25 dolardan az gelirle “yaşayan“ aşırı yoksulların sayısı 1 milyara inecekmiş... Asıl iyi haber de, Allah’ın izniyle, 2030 yılında “aşırı yoksulluğun” kökü kazınacakmış...

Bir kısım aklı evvel çıkıp bir yoksulluk sınırı çiziyor. Hızını alamayıp bir de aşırı yoksulluk [extreme poverty] sınırı çiziyor. İşte günde 1.25 doların altında geliri olanlar aşırı yoksulluk sınırının altında olanlar. Gerçi o sınırın üstünde olanlar, mesela günde 2,  2,5 dolarla yaşayanlar da yoksul sayılıyor ama onların durumu o kadar da kötü sayılmıyor ... Öncelik aşırı yoksullara veriliyor. Aceleye gerek yok, sıra öteki yoksullara da gelecektir elbette... “Sabrın sonu selâmettir” denmiştir.  Bir kere böyle sınırlar çizildiğinde ve yoksulluk şu kadar dolara indirgendiğinde, artık rakamlarla kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak mümkündür... Daha doğrusu yoksullarla alay etmek mümkün hale geliyor. Tabii yoksukluk tanımı ve sınırı herkes için aynı anlama gelmiyor. Söz konusu tanım ve sınır, yeryüzünün lânetlileri” cephesi  için geçerli sadece... Zira hiç bir emperyalist ülkede [Batı dünyasında densin], yoksulluk söz konusu olduğunda kimsenin aklına 1, 25 veya 2,50 dolar sınırı gelmiyor. Oralarda günde 10 dolar gelir bile “aşırı yoksulluk” sınırının altında sayılıyor...

2013 DÜNYA FELSEFE GÜNÜ BİLDİRİSİ

2013 Dünya Felsefe Günü Bildirisi:

“KAPSAYICI TOPLUMLAR, SÜRDÜRÜLEBİLİR GEZEGEN”*
21 Kasım 2013

Bu yıl Dünya Felsefe Günü, “Kapsayıcı Toplumlar, Sürdürülebilir Gezegen” konusuna yöneldi. Bu gün, kendileri ve çevreleri arasında gittikçe artan bir çeşitlilik arz eden ve sürekli daha fazla çatışan toplumların kapsayıcılığı ve sürdürülebilirliği sorununu yeniden düşünmek için bir davettir.

Küreselleşme, insan davranışı, yeni teknolojilerin hızlı gelişimi ve biyoteknolojiler; toplumsal, insani ve doğal düzen arasındaki sınırları bulanıklaştırdı.  İnsan edimi gezegen sisteminde gelişimin ana sürücüsü haline geldi- “Antroposen” (İnsan Çağı) devrini açtı. Çevre artık bizim tamamen dışımızda değil - edimlerimiz onu şekillendiriyor. Çevresel hasar, sırasıyla toplumumuzun düzenini, göç örüntüsünü ve işbirliğini etkiliyor.

Birçok dallanmanın olduğu bu dünyada, sürdürülebilir gelişim öncelikle ülkeler ve onların toplumları arasında paylaşılan refaha bağımlıdır. Bu farklılıklar dünyasında kapsayıcılık, her zamankinden daha çok, diyalog ve hukuk, insan onuru ve insan haklarına saygıdan geliyor. Bu 150. Yıldönümünü kutladığımız Swami Vivekananda’nın mesajıydı: “Başkaları pahasına direnin! Ben dünyaya bunun için gelmedim!

Biz, birbirine bağlı doğal çevrelerimize gittikçe daha fazla bağlanıyoruz. Bu kabul, yeni devlet politikalarına ilham vermeli, buna sosyal politikalar da dahil. Bu sezgi yüz yıl önce doğmuş Paul Ricoer tarafından ifade edilmişti: “Eğer biz dünya hakkında konuşamayacaksak, ne hakkında konuşacağız?” Bu radikal karşılıklı bağımlılığa cevabında, Rio+20 zirvesi, gelişimin ekonomik, sosyal ve çevresel görünüşünü ifade etmeye muktedir daha tamamlayıcı politikalar oluşturmak için çağrıda bulundu.

Bu meydan okumaya cevap sadece teknik gelişmeler ya da politik veya ekonomik düzenlemelerden gelmeyecek. Tüm bireylerin erken yaşlardan itibaren eleştirel düşünme ve toplum ruhunu okullar ve medya vasıtasıyla geliştirmelerini sağlamak daha karmaşık risk, daha büyük ihtiyaç. Bu meydan okuma 2013’te Rio’da yapılan Dünya Bilim Forumu ve Unesco’nun “Küreselleşen Çevrenin Değişimi” hakkındaki Dünya Sosyal Bilimler Raporunun esasını oluşturuyor. Birçok kırılmanın olduğu bu dünyada felsefe, insan onuru ve uyumu düşünme ve eyleme için zorunlu bir rol oynuyor. Felsefe bize zihinsel kaynağımızın, sahip olduğumuz tek gerçek yenilenebilir kaynak olduğunu hatırlatıyor. Bugün, UNESCO ağıyla dünyadaki tüm profesyonellere, yazarlara ve öğretmenlere bu gücü serbest bırakmaları için çağrıda bulunuyorum.                                                                   Irina Bokova


* UNESCO GENEL MÜDÜRÜ MS. IRINA BOKOVA’NIN DÜNYA FELSEFE GÜNÜ DOLAYISIYLA YAYINLADIĞI MESAJ

10 Ekim 2013

"Nice Paketler Gördüm Boştular!"

“Nice paketler gördüm boştular!”

Fikret Başkaya
      “Çoğunluğun onayı yanlışı doğru yapmaz”.
                                                 Mohandas Karamchand Gandhi

AKP iktidarı on yıldır “demokrasi paketleri” üretiyor. Üretim fazlasının bir kısmını da Libya’ya, Suriye’ye ve başka ülkelere ihraç ediyor. Elbette ihtiyaç fazlasının ihraç edilmesi, demokrasisinin “küreselleşmesinin” de bir gereğidir. Fakat son bir kaç aydan beri demokrasi ihracı hayli zorlaşmış görünüyor... Son paket daha ilan edilmeden “tartışma” konusu oldu ama pakette ne olduğu bilinmediği için, bazı tahminler yapıldı sadece. İşte “bu pakette şu var mı, bu var mı?” gibi. Aslında rejimin ve AKP’nin niteliği, yönetim zihniyeti ve üslubu veri iken, pakette bir şeyin olmayacağı kesindi: Demokrasi... Bir de paketin kapalı kapılar ardında hazırlanmasına itiraz edildi. Oysa paket nazar değmesin diye gizlenmemişti. Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nda hazırlanmıştı yani polisin eseriydi. Öyle olunca da “güvenlik gerekçesiyle” gizli tutulmasında şaşılacak bir şey yoktu. Tabii paket polis tarafından değil de anlı şanlı hukuk profesörleri, “konunun uzmanları” tarafından hazırlansaydı da bir şey değişmezdi. En gerici yasaların ve anayasaların daima bilimi kendinden menkul hukuk otoriteleri tarafından yapılması kuraldır... 1882 tarihli cunta anayasası da ülkenin “seçkin“ hukuk hocaları tarafından kaleme alınmamış mıydı? Siz, bu adamları, kadınları neden profesör yapıyorlar sanıyorsunuz... Yalanı ve yanlışı sıradan birine söyletseniz pek inandırıcı olmaz ama isminin önünde çok sayıda unvan bulunan zevata söyletirseniz inandırıcılığı artar... Artık o aşamadan sonra “bilimseldir” çünkü...

09 Eylül 2013

ZİLLER RADYASYONLU EĞİTİM İÇİN ÇALACAK!!!

Ziller Radyasyonlu Eğitim İçin Çalacak!

Atalay Girgin*

Veliler, öğretmenler ve öğrenciler için zor bir dönem başlıyor. Radyasyonlu çay, radyasyonlu fındık, radyasyonlu süt, vb. derken şimdi sıra okullara geldi. Her eğitim-öğretim yılının başlangıç habercisi olan ziller, bu kez radyasyonlu okullarda eğitim için çalacak.

Fatih Projesi, bu eğitim öğretim yılından itibaren, adım adım her öğrenci ve öğretmeni yoğun bir biçimde radyasyonla tanıştıracak. Okullarda radyasyonu tatmayan, onu hücrelerine dek soğurmayan canlı kalmayacak. Alt yapısının tamamlandığı, etkileşimli ya da akıllı tahtaların kurulduğu ve özellikle de tablet bilgisayarların dağıtıldığı hiçbir okulda bundan kaçış yok.

Zararlı ve kanserojen olduğu tespit edilen Radyo Frekans (RF) radyasyonlu ortamlarda yapılacak eğitime ilişkin ise bu güne dek bakanlıkça yapılmış, hiçbir ölçüm, söz konusu değil. Hakkında “İnsan sağlığına zararsızdır” hükmü verilemeyen Fatih Projesi’yle öğrenci ve öğretmenlerin bir bilinmeze sürüklenip, toplu halde kobaylaştırılmaları sürecinde geri sayım başladı.

Sağlık Faciasına Hazırlıklı Olunmalı

Basında ve kamuoyunda genellikle, şatafatlı tanıtım, rant ve ihale haberleriyle gündeme getirilen Fatih Projesi, aslında potansiyel bir sağlık faciasının habercisi. Ne var ki, bazı duyarlı kişiler ve az sayıda bilimsel araştırma kuruluşu dışında işin bu yönü üzerinde duran yok. Eylül ayı sayısıyla bu duyarlılığı gösterenlere eğitim alanında yayın yapan Eleştirel Pedagoji Dergisi1 de eklendi.

Eleştirel Pedagoji Dergisi, 29. Sayısında yer verdiği “Öğretmen ve Öğrencileri Bekleyen Kanserojen Tehlikesi: RADYASYONLU OKULLAR” başlıklı yazıyla Fatih Projesi’nin asıl duyarlılık gösterilmesi gereken yönlerinin başında sağlık sorununun geldiğine işaret ediyor. 

Gazi Üniversitesi, Gazi Non-İyonizan Radyasyondan Korunma Merkezi-GNRK’nın hazırladığı rapora2 göndermelerde bulunulan yazıda, tablet bilgisayarlı ortamda oluşacak Radyo Frekans (RF) radyasyonun, kanserojen olduğu belirtilmektedir. GNRK’nın raporunda yer alan, “Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı (IARC – International Agency for Research on Cancer) 2004 yılında ELF manyetik alanları, 2011 yılında ise RF radyasyonu 2B sınıfı olası kanserojen sınıfına almıştır” hükmü vurgulanarak, sorunun yalnızca kanserden ibaret olmadığının altı çizilmektedir.

Çünkü RF radyasyonun, “değişik biyolojik etkilere neden olduğunu gösteren çok sayıda çalışma mevcuttur. Bu çalışmalar çeşitli kanser türleri, lösemi ve lenfoma, kan beyin bariyeri geçirgenliğinin artması, beyin sıcaklığının, hücre ve DNA sentezinin artması, üremede azalma, kromozomal bozulmalar, beyin elektriksel aktivitesinin (EEG), kan basıncının artması, davranış bozukluğu, çocuklarda öğrenme güçlüğü gibi pek çok etki”si vardır.

Öğrenciler ve Öğretmenler Tehdit Altında

Şu ana kadar sendikalardan ve velilerden kayda değer herhangi bir tepkinin gelmediği uygulamadan en fazla etkileneceklerin başında öğrenciler ve öğretmenler yer almakta. Bunların yanı sıra, hizmetliler de aynı tehdit altında. Özellikle 40-45 dakikadan günde 6-7-8 saat RF radyasyona maruz kalacak ve onu sürekli soğuracak olan öğrenci ve öğretmenlerin hayati sağlık sorunlarından kaçınabilmesi mümkün görünmüyor.

Peki; mevcut koşullarda ne yapılmalı? Bu konuda yetkililerden beklenebilecek yegâne önlem, bu projeden ve özellikle de tablet bilgisayarlı ortamlarda eğitim ısrarından vazgeçmeleridir. Ancak işin içinde onca rant varken, iktidarın ve yetkililerin bu uygulamayı kolayca kenara bırakıvereceklerini düşünmek ve onlardan bunu beklemek de saflıktır. Çünkü rant varken, insan sağlığının, küçücük çocukların, gençlerin ve öğretmenlerin karşılaşacakları hayati sorunların onlar için, lafzi olmaktan öte, herhangi bir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Bu durumda yapılabilecek her şey velilerin, öğrencilerin ve öğretmenlerin hem bireysel hem de grupsal anlamda birlikte alabilecekleri tedbirlere bağlı kalmaktadır.

Veliler çocuklarının RF radyasyonlu ortamlarda eğitim görmesini istemediklerini belirten dilekçelerle okul müdürlüklerine, il ve ilçe müdürlüklerine başvurabilirler. Buna rağmen çocukları RF radyasyonlu sınıflarda eğitime zorlanırsa, doğabilecek en küçük sağlık sorununda bile maddi ve manevi olarak, ilgililer ve yetkililer hakkında ceza davası açacaklarını yazılı olarak belirtebilirler.

Öğretmenler, eğitim öğretim yılı başında tam teşekküllü bir hastaneden sağlık raporu alarak, RF radyasyonlu sınıflarda çalışmak istemediklerini ve doğabilecek sağlık sorunlarına bağlı olarak yetkililer hakkında maddi ve manevi ceza davası açacaklarını belirten yazılı başvurularda bulunabilirler.

Elbette bunlar sorunun çözümüne yönelik geçici tedbirlerdir. Asıl yapılması gereken, öğrenci ve öğretmenleri yoğun bir radyasyon ortamında kalmaya mahkûm bırakan Fatih Projesi’nden bir an önce vazgeçilmesidir. Yine de karar velilerin, öğretmenlerin ve öğrencilerindir. Çünkü hayati risk altına girecek olanlar onlardır. Çocukları bir dizi sağlık sorunuyla karşılaşacak olanlar öğrenci velileridir.

Not: Bu konuda daha ayrıntılı bilgi ve öneriler ELEŞTİREL Pedagoji Dergisi’nin 29. sayısında yer almaktadır. Soruna duyarlı veliler ve öğretmenler derginin ilgili sayısını okuyabilirler.

SURİYE'Yİ NEDEN ÇÖKERTMEK İSTİYORLAR?

Suriye’yi Neden Çökertmek İstiyorlar?

Fikret Başkaya*

“Gaz kullanımıyla ilgili tereddütleri anlamakta güçlük çekiyorum. Oysa biz Barış Konferansında gazı sürekli bir savaş yöntemi olarak kesin karara bağladık. Şahsen   uygar olmayan halklara karşı zehirli gaz kullanılmasına açıkça taraftarım.”
              Winston Churchill, War Office Minute, 12 Mayıs 1919

Burjuva uygarlığı yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart üzerinde yol alıyor. Bu alandaki aşırılığın ve hoyratlığın ortalama insanı isyan ettirmemesi mümkün değil. Görünen o ki, isyan edenler çoğunluk değil... Aslınla insanlığın nasıl da sefil, rezil ve kepaze duruma düşürüldüğünü görmek için derin “bilimsel açılımlar”, rafine sosyo-psikolojik tahliller, gerekmiyor. “Yüzünü Suriye’ye çevir anlarsın” denecektir. Elbette yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart burjuva uygarlığının bir keşfi değildi. İnsan toplumunun sınıflara ayrıldığı günden beri varolan bir şey... Zira egemenlik [iktidar] gizlemekle mümkün ve gizlemek aldatmak için gerekli. Bu yüzden gizlemesini bilmeyen yönetmesini de bilemez denmiştir. Kim bilir, belki bilinen tarihin hiç bir döneminde böylesi bir kepazelik yaşanmamıştır... İletişim alanındaki devasa gelişme, yalan cephesine büyük imkânlar sunuyor. Artık yalanı büyütmek ve yaymak çok kolay...  

Suriye halkı tam 28 aydır NATO’cu emperyalist cephenin, Siyonist İsrail ve Türkiye başta olmak üzere bölgedeki gerici/Amerikancı, pro-emperyalist, pro-Siyonist devletlerin saldırısına karşı kahramanca direniyor. Otuz düvelle birden savaşıyor. Sadece otuz düvelle de savaşmıyor, bir de devasa bir küresel medya ordusuyla savaşıyor. Gerçek durum bu ama insanlara başka hikâye anlatılıyor, başka fotoğraf gösteriliyor. Vicdan sahibi –eğer hâlâ vicdan diye bir şey kalmışsa- bir insanın bu utanmaz duruma itiraz etmesi gerekmiyor mu? Peki; neden itiraz etmiyor/ edemiyor veya itirazın neden reel bir karşılığı yok? Bunun iki nedeni var: Birincisi yeteri kadar durumun bilincine varamamak ve ikincisi de örgütsüzlük. Örgüt yoksa bilinç pek işe yaramıyor...

Suriye’ye saldırının gerekçesi, “halkı diktatörden kurtarmak, oraya demokrasi götürmek”... Eğer “uygar dünya” veya emperyalist kamp, böylesi yüksek insanî kaygılar taşıyor olsaydı, geride kalan yaklaşık 60 yılda sayısız darbeler peydahlamazlar onca kanlı diktatörü sonuna kadar desteklemezlerdi. Dünyanın bu tarafında diktatörlükler her zaman emperyalist Batı’nın en çok tercih ettiği rejimler oldu. Zira, emperyalizmin varlığı demokrasinin engellenmesine bağlıdır. Demokrasi sosyal eşitliği varsaydığı için... Gerçek durum böyledir ama söylem farklıdır. Tabii diktatör emperyalist çıkarlara hizmet etmek kaydıyla... Eğer artık emperyalist çıkarlarına hizmet etmiyorsa, kontrolden çıkmışsa veya çıkma potansiyeli seziliyorsa, anında kanlı diktatör, zalim, halk düşmanı, dünya barışı için tehlikeli, çıban başı, vb. ilan edilir ve artık katli vaciptir. Hemen bir şeytanlaştırma kampanyası başlatılır. Medya devreye sokulur... Panama’da Noriega’nın başına gelen, söylemek istediğime tipik bir örnektir... Kendi çıkarlarına hizmet ettikleri sürece diktatörlere diktatör demezler. Birbirlerini karşılıklı hediyelere boğarlar, barış ödülleri alıp-verirler... Diktatörün “bölge ve dünya barışına değerli katkılarından, “tarihi dostluktan” söz edilir. Demokratik, kendi halklarının çıkarlarına sahip çıkan, kendi ayakları ütünde durabilen, kolonyalist/emperyalist sömürü, yağma ve talana izin vermeyen, beşeri ve doğal kaynaklarını kendi halkının yararı ve refahı için kullanan rejimlerin varlığı, emperyalistlerin korkulu rüyasıdır. Kendisiyle ilgili kararları kendi veren, ulusal bilince sahip bir halk emperyalist sömürüye izin verir mi, itilip-kakılmaya razı olur mu? Netice itibariyle emperyalistlerin ağzına insan hakları, barış, demokrasi gibi kavramlar yakışmaz. 

05 Eylül 2013

RADYASYONLU OKULLAR AÇILIYOR!!!

Öğretmen ve Öğrencileri Bekleyen Kanserojen Tehlikesi: Radyasyonlu Okullar
Atalay Girgin*


İnsan hayatına ve sağlığına gösterilen hassasiyetin dinsel temelli ve saplantılı siyasal-ideolojik söylem ve düzenlemelerden, ekonomik ve askeri kaygılardan, manipülatif amaçlı kanunlardan öteye gitmediği toplumlarda, radyasyonlu okul gibi uygulamalar bir turnusol kâğıdı işlevi görür: İnsan hayatını ve sağlığını korumanın ilkesel olup olmadığını açığa çıkarıveren.

Kadını ve erkeğiyle, çocuğundan gencine ve yaşlısına toplumun her kesiminin sağlığını koruma görevinin olduğunu ileri sürerek, alkol ve sigara konusunda düzenlemelere girişenler, bu yaklaşımın kendileri için ilkesel bir değerinin olmadığını bir kez daha ortaya koymaktalar. Önceliklerini, insan hayatı ve sağlığını her koşulda koruma ilkesinin değil, dinsel temelli saplantılı / hastalıklı / yanılsamalı siyasal-ideolojik kabullerin belirlediğini sergilemekteler. Bunun en son ve tipik örneği; Fatih Projesi adı altında, şatafatlı bir biçimde kamuoyuna sunulan radyasyonlu sınıflar ve radyasyonlu okullardır. 


Radyasyonlu okullar, kamuoyunda ve basında Fatih Projesi adıyla bilinmekte, ne var ki adı telaffuz edilmemektedir. Buna bağlı olarak da akıllı tahta ve öğrencilere dağıtılacak olan tablet bilgisayarlar bağlamında, genellikle iktidar yandaşı kesimlere dağıtılan / dağıtılması olası rant haberleriyle gündeme gelmektedir. Ancak asıl can alıcı sorun gözardı edilmektedir. Bu sorun, ilköğretim birinci ve ikinci aşamadaki çocukların, ortaöğretimdeki gençlerin ve öğretmenlerin hayatı ve sağlığıdır. Söz konusu projenin uygulamaya geçmesiyle birlikte milyonlarca öğrenci ve yüzbinlerce öğretmen risk altına sokulacaktır. Ve bu tehlike artık kapıdadır.

Radyasyonlu okulların bu eğitim öğretim yılıyla birlikte hızla yaygınlaştırılacağı bilinmektedir. Her sınıfta bir akıllı tahta, en az otuz tablet bilgisayar olacaktır. Bunlar gün boyu, okulun türüne ve aşamasına göre 40-45 dakikalık süreler halinde 5-6-7-8 ders saati çalışacaktır. Bunun en basitinden, kısaca anlamı şudur: Sınıf ortamı Radyo Frekans (RF) radyasyonuyla kaplanacaktır. Yani her sınıf, birer RF radyasyonu alanına dönüşecektir.


Bu sınıflardaki öğrenciler ise doğrudan çocuklardır. Oysa ilköğretim birinci ve ikinci aşamadaki ve ortaöğretimdeki çocuklardan oluşacak sınıflarda RF radyasyonun özgül soğurulma oranı (SAR) üzerine, uzun erimli hiçbir çalışma yapılmamıştır. Ne sağlık bakanlığı başta olmak üzere devletin herhangi bir bilimsel kuruluşunun ne de uluslararası bilimsel kuruluşlardan herhangi birinin elinde bu konuda yapılmış ve olumlu referans oluşturacak bir çalışma vardır. Milli Eğitim Bakanlığı, hiçbir ölçüm yapılmamış, dolayısıyla ellerinde olumlu bir değer oluşturacak herhangi bir sonuç olmamasına rağmen, öğrencileri ve öğretmenleri RF radyasyonlu sınıflara mahkûm etmeye çalışmaktadır. Oysa böylesi bir uygulama, tabiri caizse öğrenci ve öğretmenleri, Nazilerin Yahudileri gaz odalarına kapatması gibi, RF radyasyonlu sınıflara kapatıp hastalanmalarını, ağır ağır ölmelerini ya da sakat kalmalarını beklemektir.

Sıfatına statüsüne, etkisine yetkisine bakılmaksızın, hangi hastalıklı zihnin ürünü olursa olsun, bu kabul edilebilecek bir durum değildir. Hiçbir velinin, çocuğunun bu sınıflarda ders görmesini isteyeceğine, öğretmen sıfatını hak eden hiçbir öğretmenin bu uygulamayı kabul edip öğrencileri bu sınıflara zorla sokacağına ihtimal verilemez. Elbette bunun iyi niyetli bir ifade ve temenni olduğunun da bilincindeyim. Çünkü her ülkenin her toplumun Hitleri de Hitlercikleri de onların karşısında “ölü yıkayıcının elindeki ölü kadar itaatkâr olmanın” erdemlerine inanan Eichmannları da vardır. Hele hele “yalnızca yasaların gereğini”1  yaptığını, hükümetin ve üstlerinin emirlerine uyduğunu söyleyerek kendisini savunmaya, masum göstermeye çalışacak Eichmanların sayısı hiç de azımsanmayacak denli çoktur. Bunu anlamak ve öğrenmek için de tarihin tozlu sayfalarında araştırma yapmaya, fazla ötelere gitmeye gerek yok. Baktığını gören, gördüğünü anlayabilenler için 12 Eylül’e, işkencehanelerdeki polislere, Mısır’da yaşananlara, Gezi olaylarında olup bitenlere göz ucuyla bakmak bile yeterli, arif olanlar için…

09 Temmuz 2013

BONAPARTINI ARAYAN ÜLKE: MISIR

Bonapartını Arayan Ülke: Mısır

Atalay Girgin*

Karl Marx ünlü eserlerinden biri olan “Lois Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”nin daha giriş cümlelerinde şöyle der: Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi…

Mısır’da 2011 ve 2013 yılı Tahrir’inde gerçekleşenlerden ve kapısını araladıklarından hangisinin kimler için trajedi kimler için komedi olduğunu şimdiden söylemek kolay olmasa da, kısa dönemde gelişen olayların ve gelişme potansiyeli olan olayların hiç de iç açıcı olmadığı ortada. Bu durum, yalnızca Mursi taraftarı Müslüman Kardeşler ve onlara karşı 30 Haziran’da Tahrir Meydanı’nı doldurarak bugünkü gelişmelerin vesilesi yapılmış muhalefet için değil, keskin bir ayrışmanın yaşandığı tüm Mısır için geçerli.