08 Mart 2013

Öğretmenlik Kişiye İtibar Kazandırır Mı?



İnsan İtibar Kazanmak İçin Mi Öğretmen Olur?

Atalay Girgin*

Öğretmenlik kişiye itibar kazandırır mı? Öğretmenlik mesleğinin ve öğretmenlerin itibarsızlaşmasından / itibarsızlaştırılmasından söz etmeyen eğitimcilerin sayısı yok denecek kadar azdır. Eğer bu azınlığı paranteze alacak olursak, itibar sorunu geriye kalan tüm öğretmenlerin sorunudur. Bu denli çok insanın diline pelesenk olan bir sorunun da yok sayılması, bu söylemin ardında ne olup olmadığının sorgulanmaması düşünülemez.

Peki; bu gerçek bir sorun mudur? Yoksa bir yanılsama mı? Eğer gerçek ise bunun göstergeleri nelerdir? Öte yandan, birilerinin birilerine durdukları yerde “Sana itibar veriyorum” demesiyle itibar kazanmak ya da bir anda itibarın artması mümkün müdür? Dahası itibar alınıp verilebilecek bir şey midir? Soruları daha da çoğaltabiliriz elbette ama bu kısa yazı için şimdilik daha fazlasına gerek yok.

İtibarsızlaşma ve itibarsızlaştırılma söylemi, muhatap olanlara iki bildirimde bulunur: Bunlardan biri, “Biz eskiden itibarlıydık. İtibar görürdük. Öğretmenlik itibarlı ayrıcalıklı bir meslekti.” İkincisi ise, “Biz o geçmişi, o geçmişteki itibarı geri istiyoruz. Günümüzde itibarsızlaştırıldık.”

Bu bildirimlerden ikincisine, hemencecik yöneltilebilecek, “Neden? Nasıl? Niçin? Ne zamandan beri? Kim ya da kimler tarafından?” sorularıyla uğraşmayı öncelikle okura bırakıyorum. Keza şimdiki öğretmenlerin asla gidemeyecekleri, yaşamadıkları geçmişi veri alan birinci bildirimi de…

Bunların yerine daha temel sorulara yöneliyorum: Mesleklerin, zamandan, yaşanan toplumsal koşullardan bağımsız bir biçimde, değişmez ve hep zaman ve mekân üstü olan bir itibar hiyerarşisi mi var? İtibar, kişinin yapıp ettikleriyle, karakteri, kişiliği, tutarlılığıyla kazandığı bir değer midir? Yoksa yaptığı mesleğe istinaden, kişiliğinden, karakterinden, yapıp eyleyişlerinden bağımsız olarak otomatik olarak sahip oluverdiği bir değer midir?

Durup düşünen, soran sorgulayan, duygularının esiri olmayan, değişen toplumsal gerçeklikten bağını koparmayan ve onu kavrayan herkesin yukarıdaki sorulardan ilkine verebileceği uygun cevap şudur:

Hayır! Meslekler arasında bir itibar hiyerarşisi yoktur. Her meslek yerine, zamanına ve koşullara bağlı olarak toplumlar ve kişiler için değişen öneme ve değere sahip olabilir. Hiçbir mesleğin her koşulda, her dönemde, herkes için değişmez ve aynı kalan bir değeri olamaz.

Buna bağlı olarak, kişinin itibarı, yaptığı işe, mesleğe bağlı olarak atfedilen sıfata, statüye endeskli de değildir. Çünkü kişinin mesleğine, sıfatına ya da statüsüne göre belirlenen bir itibar, hak etmediği halde birilerine yersiz ve gereksiz yere değer atfetmeyi ya da değer biçmeyi gerektirir. Dahası o kişiyi bir insan olarak değeri ve değerleriyle bütünsel olarak değerlendirmenin önüne geçer. İnsanın, karşısındakini sıfatı, mesleği ya da statüsüyle değerli ya da değersiz olarak sınıflamasına neden olur.

Elbette yukarıdaki italik sözler, ne yazık ki olanı değil, kısaca olması gerekeni dile getirmektedir. İtibarsızlaşma / itibarsızlaştırılma söylemine sarılanların aslında bir türlü kavrayamadığı hakikat de o sözlerde gizlidir. Çünkü bilinçli ya da bilinçsizce bu söyleme sarılanların talebi, bir insan olarak değeri ve değerleriyle değerlendirilmek değil, aksine mesleklerinden dolayı bir itibar, bir ayrıcalıktır. Bir başka deyişle, içindekinden bağımsız bir biçimde üniformaya itibar gösterilmesi, değer verilmesi talebi...

Büyük bir yanılsama. Çünkü hiçbir mesleğin, kendinde bir şey olarak, her koşulda değişmez, zaman ve mekân üstü bir itibar ve değerinden söz edilemez. Söz edilse de bu doğru değildir. Keza bir mesleğin, sıfatın ya da statünün de kişiye, kendisinde olmayan bir değeri, itibarı kazandırmasını beklemek de bir yanılsamadır. Dahası, salt sıfatı ya da statüsünden, mesleğinden dolayı bir insana itibar atfetmek de…

Dolayısıyla, öğretmenlerin itibar göstergeleri bunlar olamaz. Günümüz koşullarında, öğretmenlerin itibarına ilişkin iki temel gösterge vardır. Bunlar ne midir? Düşünün bakalım: Sizce bu göstergeler nelerdir? Benim cevabım bir sonraki yazıda…
 
Unutmadım. Başlıktaki ve girişteki soruların cevapları yazının içinde var. Ancak daha açıkça yazayım: Öğretmenlik mesleği, kişiye durduk yere itibar kazandırmaz. Çünkü bir meslek olarak kendi itibarı ve değeri de itibaridir zaten. İtibar kazanmak için öğretmen olanın ise vay haline…

Bunların yanı sıra şunları da unutmamalı öğretmen:

İktidarın ve o iktidara kapı kulu olan sendikanın üyesi olduğu sürece yalanlarla oyalanmaktan kurtulamayacaktır. 

Sınavlarda nesnellik kriterini unutmuş olan MEB'in oyuncağı olacaktır. Performans ve 4 yılda bir sınav yeni uygulamaların yanında çocuk oyuncağı kalacaktır. Ekonomik koşulları, vb. yazmıyorum bile...

Son olarak; öğretmenler, memurluğa ve memurlaştırılmaya karşı ayağa kalkıp haklarını arama peşine düşmediği sürece mevcut kazanımlarını da sırayla kaybedecektir. Bundan dolayı ne denli geç kalınmış olsa da "Ya Şimdi Ya da Hiç" diyerek ayağa kalkmanın zamanıdır. Yalnızca kendimiz için değil, bir parçası olduğumuz toplum için de ayağa kalkmalıyız.



* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com

Okumak için tıklayın : Öğretmen Düzenin Duvarındaki Tuğla

05 Mart 2013

SAKSAĞANLAŞAN 'SOSYALİST'LER ve ÖCALAN


Saksağanlaşan 'Sosyalist'ler Öcalan Karşısında Neden Susar?

Atalay Girgin*

“Söyleyene değil, söyletene bak!”, derler. Öcalan’ın, resmi bir yetkilinin gözetimi ve denetimi altında kendisini ziyaret eden, Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder ve Altan Tan’dan oluşan heyetle yaptığı ve basına ‘sızdırılan’ görüşme notlarında yer alan sola dönük bazı sözleri için de geçerli yukarıdaki ilk cümle. Öcalan’ın “Sol”dan kastı ise, devrimci ve sosyalistler…

Öcalan’ın, uzun süredir içerisinde bulunduğu koşullara ve son zamanlarda devlet ve hükümet adına daha sık görüşmeye girdiği heyetlere ve o heyetlerle yaptığı görüşmelerde konuşulanların önemine istinaden olsa gerek, büründüğü haletiruhiyenin etkisiyle sarf ettiği sözler, birçok açıdan, düşündürücüdür. ‘Sızdırılan’ notlarda yer alan sözlerin geneli üzerinde durmayacağım. Bunu şu ana kadar yapan birçok kişi olduğu gibi, bundan sonra da yapacak ve her cümleden türlü türlü anlamlar çıkaracak yeterince kişi bulunacaktır.

Benim dikkatimi çeken ise, Öcalan’ın “40 yıldır Türk Solunu taşıyorum” sözleridir.  ‘Sızdırılan’ görüşme notlarının yayınlanmasının üzerinden günler geçti. Merak ve sabırsızlıkla bekledim: “Hangi sosyalistler üzerine alınacak? Kimler “ağır ol da hiç olmazsa molla desinler” diyecek? “Kimler duymazlıktan, bilmezlikten gelecek?”, diye…

Ancak boşuna beklemişim. Gerçi, kendisini ‘devrimci’, ‘sosyalist’ diye niteleyen hangi kişi, çevre ve grupların, onlarca yıldır olduğu gibi, yine ellerini ovuştura ovuştura huşu içinde hazır ola geçerek, “Sayın Öcalan haklı!”, “Yerinde ve doğru bir saptama!” türünden sözlerle, kendi geçmişlerini inkâr edercesine, birer “hık” deyici olarak, noter kâtibi edasıyla davranacaklarını tahmin ediyordum: Onlar, saksağanlaşan ‘devrimci’ ve ‘sosyalistler’dir. Ne var ki bu denli sessizlik, bu denli bir sırra kadem basma beklemiyordum.

Oysa neliği gereği, sınıflar mücadelesinde taraf olan, siyasal ve ideolojik tercihleri, gerçekleştirmek için mücadele ettiği toplumsal projesi, bu taraf oluşuyla karakterize olan hiçbir devrimci ve sosyalist, tek başına kaldığında bile saksağanlaşmaz. Düşe kalka da olsa, sınıflar mücadelesiyle karakterize olan yolunu şaşırıp, birilerinin “hık” deyicisine dönüşmez. O birileri ne denli güçlü olursa olsun, kırılsa da, eğile büküle birilerine iltihak etmez. Onun ayırıcı karakteri ve duruşu, sınıflar mücadelesinin dışındaki herhangi bir toplumsal mücadele ve harekete desteğini sunduğunda bile söylemi ve eylemiyle kendini ayrıştırır. Çünkü o, hiçbir güç, örgüt, otorite ve kurum karşısında, kendi siyasal ideolojik kimliğini, sınıflar mücadelesinin gerektirdiği bağımsız tavrını ve tercihini, uğrunda mücadele ettiği toplumsal projesini, birilerinin peşinde ipoteğe vermek bir yana, kısa bir süreliğine bile olsa “askı”ya almaz.

Ancak Türkiye gerçekliğinde, kendine ‘devrimci’, ‘sosyalist’ diyen kişi ve grupların çok önemli bir bölümü bir zamanlar ağızlarından çıkan büyük büyük lafları unutup, o sözlerin kofluğunu sergilercesine, etkiledikleri ve peşlerine taktıkları gençlerle birlikte bazen birer ikişer, bazen bölükler, çevreler, gruplar halinde, kendilerine verilen iki satır yazı yazma fırsatı ya da siyasal alanda statü bahşedilmesi karşılığında Kürt hareketine gönüllü yazılmışlardır. Ne yazık ki her şeyin, hele hele her bahşedilen köşenin, her bahşedilen sıfat ya da statünün bir bedeli vardır. Mutlaka ödenir, ödetilir. Bu zat-ı muhteremler için de geçerlidir, aynı hakikat.

Peki; bu gönüllü taifeliğin bedeli nedir? Bazı dönemlerde, arada sırada, “dostlar alışverişte görsün” babında, peşlerine taktıklarına mavi boncuk dağıtırcasına, “sosyalizmden”, “işçiden”, “sınıf mücadelesinden” söz edip, Öcalan’ın, yersiz, gereksiz, hatta hakikate aykırı sözleri karşısında bile, küçük dillerini yutarcasına susmaktır. Çünkü hepsi de bilir ki, Öcalan’ın bu tür sözlerine, doğrudan değil, eleştirimsi dokundurmaları karşısında bile, kendilerini kapının dışında bulacaklardır. Ve onlar da, etkisi ve kerameti kendinden menkul, asıl olarak Kürt hareketinin kabulleri temelinde akıntıya kürek çeken ve ‘inci tanecikleri’nden geçilmeyen yazılarının yer aldığı bahşedilmiş köşeciklerini ve statülerini yitirmemek adına, gerçeğin hakikatinin Öcalan’ın söylediği gibi olmadığını bilseler de seslerini çıkarıp, en küçük bir kelam etmezler, edemezler.

Öcalan’ın, yeniden kendini kaptırdığı haletiruhiye içerisinde söylediği ve 1973 yılından beri Türk solunu, yani sosyalistleri sırtında taşımakta olduğuna ilişkin, gerçekliğin hakikatini yok sayan, görmezlikten gelen sözleri karşında, saksağanlaşan ‘devrimci’ ve ‘sosyalist’lerin, “dut yemiş bülbül” misali ağızlarını bile açamayacak olmalarının nedeni budur. Bir sinemacı olsa gerek, eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, Tarkovski’nin olduğunu sandığım bir sözü anımsıyorum: Hayat karşısında bir kez ilkelerini çiğneyen, bir daha hayat karşısında lekesiz bir tavır alamaz.

Bundan dolayıdır ki, karşınızdaki kim olursa olsun, eğer bir kez eğilip bükülmeye başlamışsanız, kendinize atfettiğiniz sıfatlar sizi kurtarmaya yetmez. Çünkü hiçbir sıfatın, hiçbir statünün kendinde bir değeri yoktur. Sıfatlar, ancak ve ancak, sıfatları ve statüleri yanılsamalı bir biçimde kendinden daha değerli kabul eden, ilinek insanlar için kurtarıcıdır ve yalnızca onlar için değerlidir. İlinekleşen insanların, geçmişleri ne olursa olsun, kendilerine atfettikleri sıfatların ise ‘efendi’ belleyip biat ettiklerinin dışında hükmü tarihtir. Hatta o ‘efendiler’i için bile ne denli geçerli ve değerli olup olmadığını, Allah bilir! Malum; her şey hizmeti mukabilindedir.

Sözün özü: Saksağanlaşanlar dışında, hiçbir sosyalist ve devrimciyi Öcalan’ın kırk yıldır, yani 1973’ten beri sırtında taşıması söz konusu değildir. Hatta bu söz, saksağanlaşanlara, onların geçmişine bile haksızlıktan öte saygısızlıktır (Ancak ilinekleşen, saksağanlaşan ve destek ile vecd içinde secde edişi birbirine karıştıranların, özsaygı yitimi içinde bunu bile düşünmeye ve itiraz etmeye mecali yoktur). Bundan dolayı Öcalan’ın sözünün, en hafif tabirle, abesle iştigal eylemekten, hüsnü kuruntu olmaktan öte hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Aksine, yeri gelmişken söyleyeyim, Kürt sorunu, sınıflar mücadelesinin ve sosyalistlerin, bir an önce asıl sahiplerine havale edip, tez elden kurtulmaları gereken sırtlarındaki kambur, ayaklarındaki prangadır. Çünkü bundan kurtulmayanlar, çok geçmeden saksağanlaşanlar gibi, en iyi ihtimalle, sürecin, şu ya da bu biçimde çözüme ulaşması temelinde, mevcutlarla el ele, diz dize, göz göze getireceği “yeni ve sonardan görme efendiler” sayesinde düzenin ayaklarının dibine yaraşacaklardır1.



1 Uzun uzadıya işlenebilecek, somut ve yaşanmış örneklerle bezenebilecek bu yazı, kendilerine atfettikleri ya da atfedilen sıfatlarla, kendi geçmişleri yok sayılırken yüzleri bile kızarmadan sessiz sedasız ortalıkta dolaşan zerzavatlara inat, yalnızca bugüne bir dipnot düşmek için kaleme alınmıştır. Kürt sorununun çözüm-çözümsüzlük ikilemine ilişkin ilgilisi için aşağıda iki yazı var:
a)      Sorunun ilinek insanlarla çözülemeyeceğine dair bir yazı: http://atalaygirgin.blogspot.com/2009/12/kurt-sorunu-ilinek-insanlarla-da.html
b)       2 Çözümün figüranlara bağlı olmadığına ilişkin bir başka yazı: http://atalaygirgin.blogspot.com/2009/08/kurt-sorununu-figuranlar-cozemez.html

26 Şubat 2013

OKULLAR İMALATHANE ÖĞRETMENLER TEKNİKER...


Okullar İmalathane, Öğretmenler Tekniker; Ya Öğrenciler?

Atalay Girgin*

Genel sistematik eğitimin yapıldığı her okul, girdisi ve çıktısı belli olan, tipik bir açık örgüttür, tipik bir açık imalathane. Meşruluğunu ve dayanağını, yapacağı eğitimi planlayıp programlayan siyasal iktidardan, devletten alan, onun kendisine yüklediği işlevleri yerine getirmek üzere tasarlanıp kurgulanmış bir alt örgüt, bir alt işletme.

Temel işlevi, gönüllü ya da gönülsüz, çatısı ve yapısı içerisine giren herkesi, hem biçim hem de içerik düzeyinde belirlenmiş kabuller temelinde, düşünmeye, söylemeye ve davranmaya yöneltmektir. Bunu gerçekleştirmek için cezanın da ödülün de kullanıldığı bir örgüt. Kendi özelinde bu örgütün görünür temel yapıtaşları, okul idaresi, öğretmenler, hizmetlilerdir. Bu yapıtaşlarının işlemek ve “istendik davranışlar kazandırarak”, işbirliği içinde biçimlendirmeye yöneldikleri, bir başka deyişle mamul bir ürüne dönüştürmeye çalıştıkları malzeme de öğrencilerdir. Yani hammadde… Ehh! Üretim dediğin de bir nesnenin, biçiminde, içeriğinde ya da yerinde değişiklik yapmak değil midir ki zaten?

Okulda eğitim ya da değiştirme, dönüştürme, biçimlendirme faaliyetinin içeriği ve biçimi, onu oluşturan yapıtaşlarınca belirlenmez. Bir başka deyişle, bu faaliyetin özneleri ne idaredir, ne de öğretmenler ve hizmetlilerdir. Onlar özelde birbirlerine, genelde ise öğrencilere karşı, kendilerine tanınan hak, sorumluluk ve yetkiler çerçevesinde göreli ve yanılsamalı bir hiyerarşik iktidara sahip oluşun sakatlanmış bilinç haliyle, kendilerinden istenenleri, beklenenleri yapmak ve yaptırmakla yükümlüdürler. Bazen yaptıklarıyla gururlanıp haz duyarak, bazen ise içsel ya da dışsal çatışmalarla savrulup acı çekerek. Çünkü, bazen yaptıkları yapmak istedikleridir. Bazen ise yaptıkları, söyledikleri, asla yapmak ve söylemek istedikleri değildir. Ama bile isteye ya da hayırhah bir yaklaşımla yapmışlardır.

Belirlenen işleyişi temelinde okul, hangi toplumsal kesimden gelirse gelsin, hangi siyasal-ideolojik, sınıfsal tercihlere, hangi dünya görüşüne sahip olursa olsun, öğrenciden önce, yapıtaşlarını ve onların içerisinde de öncelikle öğretmeni değiştirip dönüştürmeye ve biçimlendirmeye yönelir.

Öğrenciden önce öğretmen, farkına bile varmadan bazen Pavlov’un köpeği deneyinde olduğu gibi davranır. Anımsayın, yalnızca öğrenciler için değil, öğretmenler için de zil çalar. Bazen Skinner’in faresi gibi davranır. Ödüle ulaşmak ya da istediği bir şeyin olmasını sağlayabilmek için, idarenin ve üst yöneticilerin hoşuna gidecek uygun davranışı bulmaya ve onu gerçekleştirmeye yönelir. Çünkü bunu yapmazsa, cezaya kadar uzanan sürecin başlayabileceğini bilir. Tıpkı sınıftaki, öğretmen karşısında, uyarıdan, azarlanmadan ya da cezadan kaçınmak isteyen veyahut da öğretmenin gözüne girmek, onun lütfuna, övgüsüne mazhar olmaya çalışan öğrenci misali...

Dolayısıyla, sistemin egemenlerinin “Nasıl bir toplum, nasıl bir gençlik, nasıl bir insan istiyoruz?” sorularına verdikleri yanıtlar temelinde belirledikleri içerik doğrultusunda, klasik ve edimsel koşullanma yoluyla öğrenerek, düşünme, söyleme ve davranışa yönelme hem öğrenci hem de öncelikle öğretmen için geçerlidir. (Başta "Performans" değerlendirmesi olmak üzere siyasal iktidarca yapılan ve ne yazık ki birçok öğretmenin farkında bile olmadıkları bir dizi düzenlemenin neden alamet-i farikasının ne olduğunu sanıyorsunuz ki...) Çünkü öğrenciyi biçimlendirmesi bekleneni biçimlendiremeyen hiçbir sistem başarılı olamaz. Ki bunu da en iyi bilenler, sistemin efendileri ve onların her düzeydeki işgüderleridir.

Sorunu salt ekonomik sorunları temelinde algılayan öğretmense, boynunu, asıl olarak da benliğini çaresiz ve usulca uzatır bu giyotine. Bir yanda ekonomik ihtiyaçları ve yitirmek istemediği memurluğu vardır, diğer yanda ise benliği ve öğretmenliği… Ne yazık ki o, ne denli gönüllü ya da gönülsüz olsa da ikincisinden vazgeçer ve yalnızca kendisinden isteneni yapan bir teknikere, “Düzenin duvarındaki tuğla”ya dönüşür. Oysa ikinciden vazgeçiş, birincide de kaybedişe kapıyı aralamaktır. Teknikerlik ise öğretmenlikle bağdaşmaz. Tıpkı; okulun imalathaneye dönüştürülmesi gibi…

Ve sonrasında öğretmen,  verilecek üç kuruşluk zam hesaplarına endeksler yaşamını. Atilla İlhan’ın, “Bir yerde vahim bir yanlış yapılmıştır / Ne söylemeye dilim varır / Ne düzeltmeye gücüm yeter / Meyyus bir papağan gibi / Söylenir dururum kendi kendime” dizeleri misali, sızlanır durur.

Eğer bir gün, benliğini kazanmaya ve bilinçli ya da bilinçsizce bir deli gömleği gibi sırtına geçirilmesine sessiz kaldığı teknikerlik zırhını parçalayıp atmaya yeltenirse öğretmen, işte o gün okullar da imalathane olmaktan çıkmaya başlar. Ne var ki o gün hiç de yakın gözükmüyor şimdilik!

Dolayısıyla, kimler üzülecek, kimler sevinecek, kimler sorun edinecek bu durumu bilemiyorum ancak, öğrencinin, teknikerlerin elinde imalathaneler için hammadde oluşu gerçekliği ve hakikati de değişmeyecek yakın gelecekte. Sistemin her düzeydeki işgüderleri de gönül rahatlığıyla, kına yakma partisi düzenleyebilirler artık. Teknikerlik boyunduruğu hayırlı olsun efendim; vatana, millete ve ol dahi, bu süreçte el pençe divan duranlara…

Birinci Soru: Memurdan Öğretmen Öğretmenden Memur Olur Mu?
İkinci Soru: Öğretmenlik Kişiye İtibar Kazandırır Mı?


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
 Bu yazının daha geniş bir versiyonu, ELEŞTİREL Pedagoji Dergisi’nin 25. Sayısında yer almaktadır.

24 Şubat 2013

MEB ve Öğretmenler Başardı...


MEB ve Öğretmenler Başardı: Türkiye Dünyada Birinci!

Atalay Girgin*

Türkiye, Dünya genelinde yapılan sınavda “Matematik ve Fende” ‘birinci’ oldu1. Türkiye’nin başarısını görmezlikten gelen uluslararası ajanslar, haber bültenlerinde bile yer vermedi.  Bu birincilik, Türkiye’yi çekemeyen, küçümseyen, kıskanç ve ikiyüzlü Dünya’nın pek umurunda olmasa da, başarıya hasret Türkiye için çok önemli. Nedenlerini sorgulamayı, üzerine derin araştırmalar yapmayı gerektirmeyecek denli hayati değeri olan bir başarı! 40 gün 40 gece eğlenceler düzenlesek yeridir!

Elde edilen bu ‘birinci’likten dolayı, MEB’i ve 60 yıldır, gelmiş geçmiş tüm Milli Eğitim Bakanlarını ve onlara ayak uydurmaya çalışmaktan, saksağan misali kendi yürüyüşünü yitiren öğretmenleri can-ı gönülden kutlamak gerek.

Elbette MEB’in son yıllardaki bilgelik kokan yaklaşımlarının bu başarıdaki payını da inkâr etmemeli. Çünkü başta eğitim camiası olmak üzere, herkesi, rakiplerini üzmemek için içlerine akıtmak zorunda kaldıkları sevinç gözyaşlarına boğan bu başarı, MEB’in, yerli yersiz oyuncu ve taktik değişiklikleri yaparak oyuna müdahale eden bir teknik direktör edasıyla, eğitim sistemi üzerindeki kaynağı belirsiz düzenlemeleri ve buna ayak uydurmaya çalışan öğretmenlerin katkısıyla elde edilmiştir. Dahası “Matematik ve Fen” alanındaki bu Dünya ‘birinci’liğiyle taçlanan başarının ardında 60 yıllık şanlı bir tarih yatmaktadır.

MEB’in Şanlı Tarihinden İki Örnek2

Türkiye Cumhuriyeti tarihi içerisinde, kendine özgü diyebileceğimiz neredeyse tek eğitim projesi ve uygulaması, ömrü yaklaşık 13 yıl sürebilen Köy Enstitüleridir. Öğretmen yetiştirmek, öğretmen açığını gidermek üzere kurulan bu kurumlar, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra, başta ABD olmak üzere, emperyalist-kapitalist devletlerin gözüne batmaya başlamıştır. Çok geçmeden ilgilerini bu kurumlardan esirgemeyen ve Türkiye içerisinde buldukları destekçilerini de seferber eden bu güçler 1948’den 1953’e kadar süren 5 yıl içinde amaçlarına erişmişler ve Köy Enstitülerinin kapısına kilit vurulmuştur. Ve ardı sıra da, MEB’in şanlı tarihindeki ilk emperyalist müdahale ve değişimin kapısı aralanmıştır.

Aralanan kapıdan Amerikan Ford Vakfı’nın kadirşinas ve hayırsever, Türkiye’nin çıkarlarından başka hiçbir gayeleri olmayan, yetkilileri ve uzmanları girmekte gecikmemişlerdir. Yıl 1956’dır. İktidarda Adnan Menderes’in Demokrat Parti Hükümeti ve Milli Eğitim Bakanlığı’nda Celal Yardımcı vardır. Kısa zamanda, Amerikan Ford Vakfı’nın, hiçbir karşılık talep etmeksizin sunduğu mali desteği ve engin fikri yönlendiriciliğiyle, eğitim sistemine ilk neşter vurulur: İlköğretim programı değiştiriliverir, hem de Viyana’da!

İkinci önemli değişiklik içinse AK Parti Hükümeti’ni beklemek gerek. Bu kez devrede Avrupa Birliği vardır. Milli Eğitim Bakanlığında Hüseyin Çelik… Yapılan değişiklik ve düzenlemeler “Devrim” diye sunulur gazete ve televizyonlar aracılığıyla… Ve bir de afili jargonu vardır sürecin: Newtoncu eğitim anlayışından Kuantumcu eğitim anlayışına geçiş!

Geçiş o geçiş! MEB tam gaz ilerlemekte, yerine göre iyice işleyişi bozan, yerine göre amacına nail olmak için hukukun ardına dolanan, yerine ve işine geldiğinde hukuka aykırı olduğunu bile bile yaptığı uygulamalarla yol almaktadır. Sonuç ise aşağıda değineceğim değeri ve önemi tartışılmaz başarıdır.

Neylesiniz ki, Truman Doktrini ve Marshall Yardımları’yla çıkılan ve “Küçük Amerika” olma düşleriyle yürünen yolda, mukadderat kaçınılmazdır: Şairin dediği gibi, nasıl ki, “Her ömür kendi gençliğinden vurulur”sa, her toplum da kendi gençliğinden teslim alınır. Bu süreçte MEB ne güftenin sahibidir ne de bestenin; orkestra şefliğinin yanından ise hiç geçemez. Ve hükmü yalnızca öğretmenler üzerinde uygulayıp, yabancı uzmanlardan oluşan kadrolarla ahenk içinde çalışır.

Ve Gerçeğin Hakikati

Anadolu Ajansı’nın geçtiği habere göre, “Eskişehir Osmangazi  Üniversitesi (ESOGÜ) Eğitim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Selahattin Turhan, Dekan  Yardımcısı Doç. Dr. Cemil Yücel, Eğitim Fakültesi Öğretim üyesi Doç. Dr. Engin  Karadağ, 2011 yılından yapılan Uluslararası Matematik ve Fen Eğilimleri  Araştırması Sınavı (TIMSS) sonunda Türkiye’nin matematik ve fen eğitimindeki  analizini çıkarttı.”

Prof. Dr. Turan’ın rakamları da sıralayarak yaptığı analizin ayrıntılarını burada aktarmayacağım. Çünkü ilgilisi zaten bunları bulur. Ancak Turan’ın açıklamasında dikkati çeken bazı noktaları sizlerle paylaşacağım. Prof. Dr. Turan, yukarıda MEB’in şanlı tarihine örnek olarak verdiğim gelişmeleri de içerecek tarzda, diyor ki, “Batının eğitim modelleri alındı. Bunlar çalışmıyor. Her ülkenin  kendine özgü eğitim modelleri var. Türkiye, kendine özgün modelleri geliştirmek  zorundadır.”

60 yıl sonra gelinen noktaya bakın: Kendine özgü tek model olarak nitelenebilecek olan Köy Enstitülerini, emperyalist devletlerin yönlendirmeleri ve onların işbirlikçilerinin desteğiyle ve binbir türlü iftiraya sığınarak kapatan bir ülke, kendine özgü model geliştirmek zorunda.

Yalnızca bu da değil, Prof. Dr. Turan’ın vurguladığı. Aynı zamanda, eğitimle sosyal adalette bozulan denge arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor ve “Bu rapor, Türkiye’de sosyal adaletin bozulduğunu söylüyor.” diyerek ekliyor: Giderek  uçurum artıyor. Kamu ve özel sektör, Türkiye’de eğitim politikalarını tamamen  kazananlar üzerine inşa ediyor. Anadolu insanının çoğunluğunun gittiği okular göz  ardı ediliyor. Kırsal kesimin çocukları daha başarısız, sosyo-ekonomik statüleri  düşük olan öğrencilerimiz daha başarısız.”

Anlayanlar için, Prof. Dr. Turan’ın bu sözlerinin üzerine söylenecek söz yoktur. Çünkü bu sözler, bir akademisyen, bir bilim insanının ağzından dökülen, ne denli edepli söylenmiş olursa olsun, sağır sultanın bile duyması gereken bir çığlıktır. Bu sözlerden herkesin payına düşen en az bir hisse vardır. MEB’i saymıyorum. Ancak bu toplumun öğretmenlerine, herkesten daha fazla pay düşmektedir. Çünkü dünyanın egemenleri, emperyalist güçleri ve onlar adına, onlarla işbirliği içinde çalışanların belirledikleri eğitim politikalarının, bu toplumun, bu ülkenin çocuklarının bilincine bir deli gömleği misali geçirilip geçirilmemesinde asıl söz sahibi, asıl sorumlu onlardır.

Dünyanın her yerinde öğretmenler güçtür. Yeter ki güçlerinin bilincine varsınlar! Yeter ki güçlerinin farkına ve bilincine varırken ne yapacaklarına karar versinler!

Belki de Çetin Altan misali bağlamak gerek bu yazıyı: Çıkmayan candan umut kesilmez ya… Enseyi   karartmayın siz! Gün olur, devran döner ve çelikten bile olsa tüm deli gömlekleri parçalanıp atılır. Yeter ki öğretmenler karar versin! Yeter ki öğretmenler, düzenin duvarındaki tuğla olmaktan vazgeçmeye görsün! O gün her ülkenin, her toplumun insanı daha onurluca dikecektir gözlerini ufka… Enseyi karartmayın efendim! Sabah ola hayrola!



* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Eğitim Haberleri sitesinin, AA’ya dayanarak ve “Matematik ve Fende Sondan Birinciyiz” başlığıyla verdiği habere göre, Türkiye Matematik ve Fen Bilimleri eğitimi alanında yine birçok açıdan geride kaldı.

05 Şubat 2013

DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ'NDE TOPUK SESLERİ...


Dünya Öykü Günü’nde Topuk Sesleri

Atalay Girgin

 “14 Şubat Dünya Öykü Günü” etkinliği, Haymana’da topuk sesleri eşliğinde gerçekleştirilecek. Nuri Bektaş Anadolu Lisesi’nin Haymana’da üçüncü kez düzenlediği “14 Şubat Dünya Öykü Günü” etkinliğinin teması, “Kadına yönelik şiddete karşı daha fazla duyarlılık”, “Kadına yönelik şiddete hayır” olarak belirlendi.

Çakışan İki Etkinlik
Dünya Öykü Günü, 2013 yılında, uluslararası V-Day Hareketi’nin kuruluşunun 15. yıldönümünde, kadına şiddete karşı çıkanları ve kadına değer verenleri, 14 Şubat’ta, bu şiddete son vermek için sokağa çıkmaya, yürümeye, dans etmeye ve taleplerini yükseltmeye çağıran kampanyasıyla çakıştı. Kendini "küresel bir direniş, dansa davet, kadınlara ve erkeklere tecavüz ve tecavüz kültürü sona erene kadar statükoyu reddetmeleri için bir çağrı, kadınların mücadelesinde bir dayanışma hareketi, kadın ve kız çocuklarına yönelik verili şiddetin kabulüne bir itiraz, yeni bir zaman ve yeni bir varoluş biçimi" olarak tanımlayan V-Day Hareketi, yaptığı açıklamalarda hem genel olarak şiddete, hem de özel olarak kadına yönelik şiddete karşı, “Direnin, Dansedin, Ayaklanın!” çağrısında bulundu.
V-Day Hareketi’nin öncülüğünde eylem biçimi dans olarak belirlenen ve “Bir milyar kadının dans etmesi devrimdir!” sloganıyla duyurulan etkinlik 14 Şubat Günü Türkiye’de ve Dünya genelinde gerçekleştirilecek.
Her Şiddetin Öyküsü Vardır
Dünyada ve Türkiye’de kadına yönelik şiddetin azalacağı yerde her geçen gün arttığını, buna karşı çıkmanın ve duyarlılığı geliştirip yükseltmenin bireysel ve toplumsal anlamda insani bir sorumluluk olduğunu belirten Nuri Bektaş Anadolu Lisesi Müdürü Soner Çeki, “Bu iki etkinliğin aynı güne gelmesi ve çakışması güzel ve anlamlı bir tesadüftür. Çünkü insana dair her şeyin bir öyküsü olduğu gibi, yaşanan ve yaşatılan şiddetin de öyküsü vardır. Öyküler, roman ve tiyatro eserleri gibi, etik ve estetik boyutuyla yaşanan gerçekliği anlama ve anlamlandırmada, bireye farklı insanlık durumlarını gösterme ve farkındalık yaratmada, bunları yaparken manevi olarak zenginleştirip düşünsel ufuklarını genişletmede işlevseldir. Böylesi anlamlı bir temayla bu etkinliği düzenleyen Felsefe Kulübü öğrencilerimizi kutluyor ve davetimizi kırmayıp Dünya Öykü Günü’nde bizlerle birlikte olmayı kabul eden değerli yazarlarımıza da şimdiden teşekkür ediyorum. Çünkü onların da katılımıyla, Dünya Öykü Günü ve kadına yönelik şiddete karşı ‘Bir milyar kadın dans ediyor’ etkinliğini, bilebildiğimiz kadarıyla Türkiye’de –belki de Dünya’da- bir arada gerçekleştirecek tek lise bizim okulumuzdur.” dedi.

Katılımcı Üç Kadın Yazar
Uluslararası “V-Day Hareketi”nin “Kadına yönelik şiddete karşı” başlattığı “Bir milyar kadın dans ediyor” kampanyasıyla aynı güne gelen ve konusu da bu doğrultuda belirlenen, Nuri Bektaş Anadolu Lisesi Felsefe Kulübü’nce düzenlenen 2013 yılı Dünya Öykü Günü etkinliğinin konuk katılımcıları da kadın yazarlardan oluşuyor. “Bedenim Tetikte” adlı öykü kitabıyla tanınan öykücü-yazar Tekgül Arı;Arıza Babaların Çatlak Kızları”nın yazarı Ayten Kaya Görgün; çocuk kitapları ve masallar üzerine çalışmalarıyla bilinen, eserleri arasında “Masal Masal Matitas”, “Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri”, “Sakız Çiğneyen Kedi”, “Dolapta Kim Var”, “Masallar ve Toplumsal Cinsiyet”in  de yer aldığı, yazar Melek Özlem Sezer bu yılki 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nün katılımcıları olacak.
Nuri Bektaş Anadolu Lisesi öğrencilerinin kendi yazdıkları ve seçtikleri öyküleri de seslendirecekleri ve halka açık olan etkinlik, Haymana Belediyesi Kültür Merkezi’nde, “Bir milyar kadın dans ediyor” kampanyasının müzikleri ve kısa film gösterisi eşliğinde başlayıp, yine kısa film ve müzikler eşliğinde katılımcıların ve kadına yönelik şiddeti protesto eden öğrenci, öğretmen ve tüm dinleyicilerin dansıyla sona erecek.

* Felsefe Öretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
** Nuri Bektaş Anadolu Lisesi Felsefe Kulübü; http://nbalfelsefekulubu.blogspot.com