17 Kasım 2012

2012 DÜNYA FELSEFE GÜNÜ ETKİNLİĞİ


Haymana’da Dünya Felsefe Günü

Atalay Girgin*

Nuri Bektaş Anadolu Lisesi, Dünya Felsefe Günü etkinliklerini 2012 yılında da düzenlemeye devam ediyor.

20 Kasım 2012 Salı günü, okulun konferans salonunda gerçekleştirilecek olan etkinliğe, Türkiye Felsefe Kurumu üyeleri, Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden Prof. Dr. Cemal GÜZEL ve Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nden Doç. Dr. H. Haluk ERDEM katılacak.

2012 Dünya Felsefe Günü’nün ana teması, Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı, Prof. Dr. İoanna KUÇURADİ’nin mesajında vurguladığı, “Yarınki Dünya İçin Nasıl Bir Gelecek?” sorusu olacak. Bu sorunun yanı sıra, konferansta felsefenin işlevi, felsefe ve yaşam ilişkisi, felsefi düşünme ve sorgulamanın önemi gibi konularda da bilgiler verilecek.

Öğrencilerini çok yönlü ve çok boyutlu düşünen, soran, sorgulayan bireyler olarak yetiştirmeyi hedeflediklerini belirten Nuri Bektaş Anadolu Lisesi Müdürü Soner ÇEKİ, “Öğrencilerimizin de yer aldığı ve üniversitelerden öğretim üyelerinin, yazar, şair konuklarla gerçekleştirilen etkinliklerin öğrenciler ve öğretmenler için ufuk açıcı olduğunu düşünüyorum.” dedikten sonra sözlerini şöyle sürdürdü:

Dünya Felsefe Günü, Dünya Öykü Günü, Dünya Şiir Günü, vb. konularda gerçekleştirilen etkinlikler öğrencilerimiz için hem düşünsel hem de yaşantı zenginliği açısından önemlidir. Bu etkinliklerde öğrenciler, farklı yaklaşımlar, farklı değerlendirmelerle karşılaşmakta, sorma, sorgulama ve araştırma bilinci gelişmektedir. Keza düşünsel ufukları genişlerken, hem kendilerine hem de çevrelerinde olup bitenlere karşı eleştirel bakabilme ve değerlendirmeler yapabilme becerisi de kazanmaktadırlar. Dolayısıyla, geçen yüzyılda ve bu yüzyılda Dünya insanlığının yaşadığı problemler karşısında, yukarıda belirtiğim niteliklere sahip bireyler yetişmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu noktada felsefe ve felsefi düşünüş başat bir yere sahiptir. Biz de bu tür etkinlikleri sürekli kılarak, 21. yüzyılın felsefenin yüzyılı olması için, bundan sonraki yıllarda da katkılarımızı sürdürmeyi hedefliyoruz. Bu vesileyle, davetimizi geri çevirmeyip, öğrencilerimizle birlikte olmayı, bilgi ve birikimlerini paylaşmayı kabul eden ve edecek olan tüm katılımcılara şimdiden teşekkür ederim.      





* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
Nuri Bektaş Anadolu Lisesi Felsefe Kulübü; http://nbalfelsefekulubu.blogspot.com

02 Kasım 2012

EDEBİYATTA FELSEFE


Edebiyatta Felsefe

Atalay GİRGİN*

Edebiyat felsefe ilişkisi, antik dönem tragedyaları da dâhil, edebiyatın verili ve olası tüm türleri için geçerlidir. Felsefi olan, şu ya da bu ölçüde ve biçimde, edebiyata içseldir, içselleştirilmiştir. Özellikle de bir tür olarak, roman, öykü, şiir, tiyatro yapıtları, vb. söz konusu olduğunda… 

Şiir, Aristoteles’e göre felsefeye en yakın olandır. Melih Cevdet Anday’a göre de, “şiir felsefeye bitişir.” Afşar Timuçin ise romanda, öyküde, şiirde felsefi sıfatını ekledikleri yeni kategoriler oluşturmaya girişenlerin tümüne birden yanıt verircesine, “Edebiyatın felsefeleştiği, felsefenin edebiyatlaştığı (…) bir çağda yaşıyoruz.” dedikten sonra sözlerini şöyle sürdürür: Özellikle XIX. yüzyıl bu bütünlüklü kavrayışın geliştiği bir çağ oldu. Ancak insanlık XV. ve XVI. yüzyıllardan başlayarak böylesi bir bütünleşmenin temellerini atmaya doğru gitti. XVII. yüzyılın klasikleşmiş yapıtları felsefeleşmiş bir edebiyatın varlığına tanıklık ederler. XVIII. yüzyılda Fransız aydınlanması edebiyata felsefeyi getirirken felsefeye de edebi bir görünüm kazandırdı. Yalnız edebiyat değil tüm sanatlar kendilerini felsefi bir derinlikte ortaya koymaya yöneldiler1.

Bunları bir yana bıraktığımızda, edebiyatta felsefenin varoluşunu iki boyutta ele almak mümkündür. Bunlardan ilki, bilinçli bir biçimde içselleştirilişi; diğeri ise kendiliğinden, etik ilişkiler bazında içselleşişi. İlkinden başlayalım:

Edebiyatta Felsefenin Bilinçli Var Kılınışı

Edebiyatta felsefe ya da tek tek edebi türler ve bunlara ait yapıtlarda felsefe, felsefi olan, etik ilişkiyi şimdilik paranteze alırsak, öncelikle ve esas olarak iki kanaldan var olur. Bunlardan birincisi, yapıtın yaratıcısı olan sanatçının / yazarın, verili felsefe akımlarının ya da tek tek filozofların / düşünürlerin, insan anlayışı başta olmak üzere, şu ya da bu konudaki fikir ve önermelerini, anlatıya edebi bir biçimde içselleştirmesi; tasarlayıp kurguladığı olay örgüsünde, kişiler ve kişilerarası ilişkiler bazında etik kişi ve etik ilişkiler olarak sergilemesiyle gerçekleşir. İster bir olumlamaya isterse bir olumsuzlamaya delalet etsin, burada felsefe ve felsefi olan esas itibariyle, yazara dışsaldır. Yazar, kabullensin ya da kabullenmesin, benimsesin ya da benimsemesin, kendisinden bağımsız olarak var olan / var olmuş bir felsefi düşünüşü, anlayışı yapıtına içselleştirmektedir. Elbette bunu, bir filozof gibi, adlandırarak, kavramlar arası ilişkiler kurup neliği ve gerçekliği temelinde kavram çözümlemeleri ve temellendirmeler yaparak, terminolojik bir anlatımla gerçekleştirmez. Bir sanatçı olarak yazardan, böyle bir şeyi yapması ne istenir ne de beklenir. Bu bir anlamda yazarın / “sanatçının, filozofa göre bir ayrıcalığı”dır.

17 Ekim 2012

EDEBİYATTA "BESLEME" TARTIŞMASI...


Edebiyatın Beslemesi Eleştiri Mi, Yoksa Eleştirmenler Mi?

Atalay GİRGİN*

Genellemeler soyut düşünmenin, tekilden tümele yükselmenin olmazsa olmazlarıdır. Teorik düşünme ve çıkarımlara yönelen herkes için genellemeler önemli ve kaçınılmazdır. Ancak kaçınılmaz olduğu kadar da tehlikelidir. Özellikle de yersiz, gereksiz ve zamansız yapılmış, nesnesini neliği ve gerçekliği temelinde olabildiğince bütünsel olarak kavrayamamış, sınırları net bir biçimde belirlenmemişse, dahası tekil, tikel, tümel anlamda hedefini şaşırmış ya da hedeften yoksunsa… Bir başka deyişle, ormanla ağaç, ağaçla orman arasındaki ilişkiyi doğru kuramamışsa… Orman hakkında söylemesi gerekeni ağaca, ağaç hakkında söylemesi gerekeni ormana yöneltmişse…

Bu tür genellemeler iki yanı keskin bir bıçak misali, sahibini de muarızını da doğramaya hazırdır. Yalnızca bu da değil; aynı zamanda, “aman kimseye değmesin” dercesine, gerçek kişi ve kuruluşlara sırtını dönerek boşluğa yöneltilmiş seslenişlerdir. Sözüm ona, ilgili herkese ve her şeye söylenen ama tekil anlamda hiç kimseye değmeyen, dokunmayan, ilişmeyen bir sesleniş… Dolayısıyla bu yaklaşım, sahibine, eğer üzerine alınan birileri olursa, “Seni kastetmedim dostum!” diyerek işin içinden sıyrılma kolaylığı da sağlar.

Hal böyle olunca da ele alınan konu, değinilen sorun ne denli önemli ve bunlara ilişkin söylenen, yazılan söz ve çıkarımın değeri ne olursa olsun, muarızları nezdinde en küçük bir yankısı bile olmayacaktır. Çünkü hiç kimse üzerine alınmayacaktır. Hiç kimse umursamayacaktır. Çünkü “gerçek’in görünüm”ü olan hiçbir kişi ya da kuruma değmeyecektir bu söz.  Böylesi genellemelerin ardına sığınarak, Cioran’ın dediği gibi, “Varlığı bile kökünden biçmeye hakkınız vardır.”1 Ama ya bunun hükmü?

İşte sorunumuz da buradadır. Yukarıdaki girişe vesile olan, “Edebiyat Sektöründe Bir Besleme: Eleştiri”2 başlıklı yazıyla yapılan tam da budur. Lekesiz, adı geçen yazısında, tekil ya da tikel gerçek hiçbir kişiye değmeden, yersiz, gereksiz ve nesnesinin neliği ve gerçekliğini dikkate almadan, “eleştiri”nin besleme olduğu hükmünü vererek, onu neredeyse mahkûm ediyor. Oysa bu hükmü verirken kendi yaptığının da bir eleştiri olduğunu anımsaması gerekiyor. Genellemenin azizliklerinden biri olsa gerek! Ne de olsa genelleyen, her daim kendini dışarı aldığını sanma yanılsamasıyla malûldür. Hele hele aynı alanda kalem oynatıyorsa…

Yazıyı dikkatle okuduğunuzda, Lekesiz’in asıl derdinin, gündeme taşımak istediği sorunun, sözde edebiyat eleştirmenleri ve sanki bir reklamcıymışçasına kalem oynatan kitap tanıtımcıları olduğunu fark ediyorsunuz. Ama bunların hiçbirinin zerre adı geçmiyor. Ancak adsız sansız birilerine dayanarak ve toptancı bir yaklaşımla, genel anlamda eleştirinin “bir besleme” olduğu hükmüne varılıyor. Ne “Besleyen”ler belli ne de “Beslenen”ler…  Yaş da kuru da, çürük de çarık da aynı torbanın içine konuluveriyor. Belki de aksi olsa, tekil ya da tikel olarak gerçek kişi ve kuruluşlar belirtilse, edebiyat ve edebiyat eleştirisi alanında yapılabilecek verimli bir tartışma, başlamasına bile fırsat vermeden noktalanmaya, sürüncemeye terk ediliyor3.

Oysa sorun doğru adlandırılsa, genellemelerin ardına sığınılmadan açık seçik ortaya konulsa, muhtemeldir ki herhangi bir sürüncemeyle karşılaşılmaz. Ancak, herkesin malumu olduğu üzre bunu yapmak her insanın harcı değildir. Tıpkı “Eleştiri”, “bir besleme”dir hükmünü vermesine rağmen, yazısında bir Allah’ın kuluna değmemeyi başaran Lekesiz misali4 

Eleştirinin Neliği

Bu noktada, eleştirinin bir besleme olmadığını, olamayacağını belirterek, onun neliğini ortaya koymak gerek. Elbette, eleştirinin, bugüne dek yapılmış onlarca farklı tanımı bulunabilir ve vardır da... Ancak onlardan birine başvurmak yerine genel bir belirleme yapalım:  Neliği temelinde ele alındığında, eleştiri, özellikle de edebiyat eleştirisi, insanın (özel olarak alındığında eleştirmenin) nesnesi karşısında, yeniden bir değerlendirme olarak, bulgulama, gösterme, sorup sorgulama, kavrayıp anlamlandırma, vb. etkinliklerinin genel adıdır. Yapıtı sorguya çekmektir. Her değerlendirme bir eleştiri değilse de her eleştiri, aynı zamanda kendisi de bir değerlendirme olan yapıtın yeniden değerlendirilmesidir. Bir değer atfetmeye ya da bir değer biçmeye indirgenemeyendir.

 Bundan dolayı “şu” diye gösterebildiğimiz eleştirmen(ler)in, kitap tanıtımcısının yaptığını genel olarak eleştiriye yüklemek doğru değildir. Keza, zaman ve mekân üstü değişmez ve her daim kendi kendisiyle aynı kalan bir eleştiriden söz etmek de... Dahası, yine “şu” diye gösterebildiğimiz eleştirmen(ler)e ilişkin söz edebileceğimiz amaç ve görevi, genel olarak eleştirinin amacı ve görevi saymak da… Çünkü ne genel olarak eleştirinin ne de özelde edebiyat eleştirisinin amacı ve görevi vardır. Amaç ve görev, kendi kabulleri temelinde, ortaya bir ürün koyan ya da edebiyat alanında bir yapıtı sorguya çeken eleştirmene aittir. Bu ürünlerin niteliğine ve sahiplerine bakarak, belli türde etkinliklerin adı olan eleştiriye dair genel anlamda “besleme” hükmünü vermek ya da amaç ve görev biçmek, onun neliği ve gerçekliğini gözden kaçırmaktır.

Lekesiz de kendi kabullerini ya da başkasına ait olsa da benimsediği kabulleri hem edebiyat hem de edebiyat eleştirisi alanında veri alarak yazısını kaleme aldığında yersiz ve gereksiz bir genellemede bulunmuştur. Ağaçlara ilişkin vereceği hükmü, ormana tevdi etmiştir. Daha yazının ilk paragrafında belirttiği edebiyata ilişkin tırnak içindeki sözlerini bir yana bırakarak, edebiyat eleştirisi için yazdıklarını anımsayalım. Lekesiz’e göre “edebiyat eleştirisi” esasından sapmıştır. Peki; Lekesiz’e göre bu esas nedir? İşte yanıt: Salt edebiyatı güçlendirme ve cumhuriyet kültürünün yerleşmesinde etkili bir araç olma.

Lekesiz’in “edebiyat eleştirisi”nin esası saydığı bu kabuller her edebiyat eleştirmeninin kabulü müdür? Başkaları, farklı hatta bunun zıddı kabulleri “edebiyat eleştirisi”nin esası sayamaz mı? Elbette sayabilir.

O halde yapılması gereken, kendi kabullerinizi tartışılmaz ve değişmez doğrular olarak ele alıp gereksiz ve yersiz genellemelerin ardına sığınan suçlamalar yöneltmek, hükümler vermek değildir. Aksine; edebiyat, edebiyat eleştirisi ve edebiyat sektörü ilişkisinde sorunu neliği ve gerçekliği temelinde değerlendirerek, kim(ler)in beslenen kim(ler)in besleyen olduğunu ortaya koymaktır. Örneğin; edebiyat sektöründeki hangi kuruluşlar, hangi yayıncılar, kitap tanıtıcı ve eleştirmenlerinden hangilerini beslemektedir? Bunların adları nedir? Sayıları kaçtır? Yoksa eleştiri alanında yer alan, kalem oynatan herkes mi beslemedir? Eğer herkes için bu hüküm kurulamayacaksa, beslenenlerin sayısına bakarak genel olarak eleştirinin “besleme” olduğu hükmü nasıl verilebilir?

Sözün özü: Genel olarak eleştiri bir besleme değildir ve olamaz. Bazı eleştirmenlerin, Lekesiz’in sözünü kullanırsak, “besleme” olması kendine özgü bir etkinlik türü olan eleştirinin bu niteliğini değiştirmez. Bundan dolayı Lekesiz, ele aldığı sorunun ve üzerine yazdıklarının önemine ve değerine inanıyorsa yazdıklarını somutlamalı, edebiyat eleştirisi alanında ciddi bir tartışmanın, sorgulamanın kapılarını aralamalıdır. Yoksa bu yazdıklarının, kendisi açısından bile hükmünün olup olmadığı dikkate alınmadan, dergi sayfalarında unutulması kaçınılmazdır. Ki şu ana kadar da hiç kimse üzerine alınmamıştır ve alınmayacaktır da... Bu haliyle, kendisinden gayrı kimseye, hiçbir kuşa, nesneye değmeyecek, hiçbir yere düşmeyecek bir taştır zaten Lekesiz’in attığı…



* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
Bu makale “Eleştiri mi beslemedir? Yoksa…” başlığıyla, aylar öncesi “Dünyanın Öyküsü” dergisine gönderilmişti. Dergide yazılar için ayrılan alanın sınırlı olması nedeniyle de olabildiğince kısa tutulmuştu. Buna rağmen geçen süre içerisinde yayınlanmadı. Yazıda bahsedildiği gibi, eleştiri konusu yazıyı ve önermelerini aynı dergi sayfalarında yazan edebiyat eleştirmenleri bile görmedi, göremedi. Her biri “üç maymunu” oynadı. Zaten Lekesiz de yazısında “gölge boksu” yapan genellemelerin ardına sığınıp salvolar savurmaktaydı. Edebiyat eleştirisinin kendisi başta olmak üzere kapsamındaki herkesi hedefine alan ama hiç kimseye değmemeye özen gösteren salvoları içeren yazıyı sayfalarında yer vermeyi marifet sayan dergi yönetimi, ona yönelen eleştirel bir değerlendirmeyi ise tabiri caizse aylardır yok saydı. Bundan olayıdır ki 0labildiğince kısa tutulmuş bu makaleyi burada yayınlıyorum. Daha geniş bir versiyonunu ilerleyen günlerde, gerekli açılımlara da yer verip, somutlayarak yayınlayacağım.
1 E. M. Cioran, Çürümenin Kitabı, sf. 54, Metis.
2 Ömer Lekesiz, Dünyanın Öyküsü Dergisi, Sayı: 1, sf. 78.
3 Umarım yanılırım ve Ömer Lekesiz’in, içerisinde paylaştığım düşünceler de taşıyan, bu yazısı edebiyat ve özellikle de edebiyat eleştirisi alanında verimli bir tartışmanın fitilini ateşler. 
4 Ömer Lekesiz’in affına sığınarak onun yazıp söyleyemediklerine ilişkin sorularla işini kolaylaştırmak, meseleyi gerçeklik boyutuyla ortaya koymasına vesile olmak mümkün elbette. Ama şimdi ne yeri ne de sırası… Özellikle de dergi sayfalarının sınırını ve yazının olası hacmini düşündüğümde…

14 Temmuz 2012

"Bildiğiniz Bir Yere Hayali Bir Yolculuk!"


SÖYLEŞİ:
“Bildiğiniz Bir Yere Hayali Bir Yolculuk”*
Mustafa SÜTLAŞ

-       S- "Kemeutopyalılar" dizisi sürecek mi? Başbakanın günlüğünü de     okuyabilecek miyiz?

Y- Evet! Eğer uygun bir yayıncıyla karşılaşıp anlaşabilirsem “Kemeutopyalılar” roman dizisini, başlangıçta düşündüğüm hızda sürdürmeyi istiyorum. Ancak ilk üç kitaptan sonra, istemeye istemeye de olsa, bir süredir diziye ara verdim. Dizinin dışında, fabl olmayan, birkaç roman yayınlamanın daha uygun olduğu düşüncesi ağır bastı. Bu doğrultuda şu an üzerinde çalıştığım iki dosya var. Sorunuzun ikinci kısmına gelirsek, sözünü ettiğiniz, “Başbakanın varlığı inkâr edilen günlüğü”nü ya da bir başka deyişle “Güncesi”ni de şu anda zamanını kestiremiyor olsam da okuyacaksınız. Zaten Ambarca’da yayımlandı. Mesele uygun bir zaman ve yayıncı bulup Türkçe’ye tercümesini gerçekleştirip yayınlamakta… 

S- Böyle bir dizi roman yazma düşüncesi aklınıza nereden geldi?

Y- Ambar’dan… Belki size komik gelecek, belki inanmak istemeyeceksiniz ama ambardan geldi. Meşhur ambardan… Malum; insan içerisinde yaşadığı gerçeklikten, tanık olduklarından etkileniyor. Düşünüyor. Her insan da kendi donanımı, duyarlılıkları oranında çevresinde olup bitenlere ilişkin bağlar, bağlantılar kuruyor. Bunları anlamaya, yeniden anlamlandırmaya çalışıyor. Ve iş bazıları için salt bu aşamada kalmıyor. Benim için de böyle oldu. 2008 yılında, anlamlandırmaları, teorik-politik makaleler dışında ifadeye yöneldiğimde “Ambarya Öyküleri” ortaya çıkmaya başladı. Ancak öyküler o kadar çok ve o kadar iç içe geçmiş bir haldeydi ki, bu işin öykülerle sınırlanamayacağını düşündüm. Ama ötesini de nasıl yapmam gerektiğine bir türlü karar veremiyordum. Kafamda dönüp duran, beni bir türlü rahat bırakmayan düşüncelerle üç yıl geçti. Aslında bu süre, bir olgunlaşma dönemi, fikrin tasarının şekillenme dönemi oldu. Üç yılın sonunda, yeni bir gezegen ve o gezegenin içinde Ambarya fikri oluşuverince, roman dizisi de kendiliğinden ortaya çıkıverdi. Çünkü öylesine çok malzeme var ki, yazılıp anlatılacak, sanki gök delinmiş de yağmur olup akmakta…

S- Dizinin ilk iki bölümünün arkasında, üçüncünün de girişinde yer verdiğiniz tepki ve değerlendirmeler dışında nasıl tepkiler aldınız?

Y- Dizinin üç kitabına ilişkin de aldığım tepkileri üç grupta toplamak mümkün. Bunlardan birincisi, “tamamlanmamışlık hissi” verdiği ki bu doğru. Çünkü adı üzerinde dizi... Her biri göreli olarak bir diğerinden bağımsızmış gibi düşünülse de, hem geniş anlamda mekân hem de kahramanların önemli bir bölümü ortak. Bazı kahramanlar ilerleyen bölümlerde görünmese, yenileri ortaya çıksa da, bazıları baştan itibaren varlıklarını koruyor. Dahası ikinci ve üçüncü bölümde ortalıkta görünmeyen kahramanlardan bazıları sonraki bölümlerde yeniden arz-ı endam eyleyecek. Önceki bölümlerde ikincil olanlardan kimisi, daha sonraki bölümlerde başatlaşacak.

Tepki ve değerlendirmelerden ikincisi ise, kitaplara ve bana ilişkin herhangi bir işlem yapılıp yapılmadığıyla ilgili. Sanırım kitapların siyasal niteliği ve okurun kahramanlara ilişkin algı ve anlamlandırmaları bu değerlendirmenin temel nedeni. Aslında bunu önemli buluyorum. İnsanların yaşananlar karşısında, farkında bile olmadan ne hale geldiklerinin, getirildiklerinin önemli bir göstergesi. Her insan, tek tek bireyleri aşıp topluma sirayet etmeye başlamış olan bu düşünsel algı ve beklentiden rahatsızlık duymalı diye düşünüyorum. Öte yandan korku ve kaygının bireysellikten çıkıp toplumsallaşmaya başlaması, sorunun çözümünün ve panzehirinin de nerede olduğunu göstermesi açısından önemli. Elbette bu kavranıp, düşünce, söylem ve davranışa yön veren bir bilinç kılınabilirse…

Üçüncü grup değerlendirme ve tepki ise, romanın kahramanlarından özellikle ikisine ilişkin: Tumu ve Savcı. Şu ana kadar aldığım değerlendirmeler, “Mehdi ve Mesih”te yer alan Tumu’nun ve “Başbakanın Günlüğü”ndeki Savcı’nın birer roman olarak ortaya konulması doğrultusunda. Gelen tepkilere bakılırsa, Tumu, sevilen ve ileride ne olacağı ne yapacağı beklenen bir karakter oldu. Keza Savcı da…

S- Bu roman dizisi içeriği itibariyle bir hayli "siyasi". Romanda bir muhalif yaklaşım hissediliyor. Siyasi yelpazede kendinizi nerede konumlandırıyorsunuz?

Y- Doğru! İçerik siyasal. Çünkü dizi siyasal açıdan tasarlandı zaten. Dünyada ve toplumda yaşananlara tanık olup da toplumsal ve siyasal olanın dışına kaçmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Elbette herkesin kendi tercihi ve öncelikleri vardır. Kimi tarihsele sığınır. Kimi aşka ve erotizme… Kimi dinsel olana… Ben de insana, topluma, dünyaya bakışım ve var olan karşısındaki duruşum gereği siyasal olanı seçtim. Bu seçimim, daha önceki yıllardan beri yazdığım, edebiyattan eğitime, felsefeden ekonomiye dek makale ve denemelerimde de belirgindi. Bu itibarla, siyasi yelpazenin solunda olduğumun gizlisi saklısı yok. 

Ancak bu sol, düzenin siyasal bilinç sınırları dışındaki bir soldur. Aynı zamanda da sormaya sorgulamaya kendini kapatmayan, dogmatizme kapılanmayan bir sol. “Amaç için her araç ve her yol mubahtır” demediği gibi, düşünce, söylem ve davranış boyutuyla etik tutarlılığa sahip bir sol.  Kendi dogmatik kavrayış ve anlayışını, kendi yaptıklarını sorgulamak yerine, zevahiri kurtarmak için, “Kitlelerin üzerine ölü toprağı serpilmiştir” teranesine, “Marksizmin bunalımı” lafzına sığınmayan bir sol.    

S- Roman karakterleri gerçek yaşamda tanıdığımız pek çok karakterle çok önemli benzerlikler gösteriyor, onlara dair romanda atfettiğiniz kimi özellikler nedeniyle bir "korku" ya da "kaygı" yaşadınız mı? Doğrudan ya da dolaylı bir tehdit, resmi bir işlem veya buna yönelik bir girişim söz konusu oldu mu? Daha da önemlisi kendi kendinize bir "oto-sansür" uyguladınız mı?

Y- Dizinin ilk iki kitabı olan, “Mehdi ve Mesih” ile “Lağımpaşalı” yoğun bir çalışma ve yazma süreci içinde çıktı. Dolayısıyla romanlarla yatıp kalktığım, kendimi neredeyse duygusal ve düşünsel olarak onlara vakfettiğim bir dönemdi. Onların dışında fazla bir şey düşünüp hissettiğimi söyleyebilmem güç… Ancak romanları okuyan ve değerlendirmelerine güvendiğim bazı insanların söylediklerinin başlangıçta endişelenip kaygılanmama neden olduğunu belirtmeliyim. Bunun dışında şu ana kadar doğrudan bana yansıyan, şimdilik, bir tehdit ya da resmi işlem söz konusu olmadı. Elbette bu bundan sonra olmayacağı anlamına da gelmiyor. Son sorunuza gelince: Yazma sürecinin hiçbir aşamasında oto sansür uygulamasına başvurmadım. Fabl türü anlatıyı seçmemin önemli nedenlerinden biri de buydu zaten. Okurun ya da birilerinin anlamlandırması ne olursa olsun, ben gerçek kişileri değil, kahramanları farelerden oluşan bir toplumu, o toplum içindeki ilişkileri olayları anlatıyordum ve kime neydi ki…

S- Özellikle ana akım medya romanın ana aktörlerinden birisi, somut olay benzerliklerinden yola çıkarak pek çok özellik, nitelik atfediyorsunuz, hatta bazılarını çok bilinir özellikleri ve yaptıklarıyla anlatmışsınız, onlardan herhangi bir "geri dönüş" (karşılık/tepki/tehdit) aldınız mı?

Y-Medya, yaşadığımız dünya ve toplum gerçekliğinde çok önemli bir işleve sahip; hem siyasal ve ideolojik hem de manipülasyonlar boyutuyla. Yalnızca bizim dünyamızda değil elbette… Kemeutopya’da da televizyonların, gazetelerin, gazetecilerin rolü ve etkisi, ne denli tartışmalı olsa da önemli.  Hem iktidarın onlarla ilişkisi hem de onların iktidarla ilişkisi açısından. Dahası toplumu istenen doğrultuda düşündürmek için kullanılabildiği gibi,  aydınlatma ve doğru bilgilendirme için de kullanılabilir bir araç… Ne var ki Kemeutopya ve Ambarya’da medya patronları, genel yayın yönetmenleri ve gazeteciler, istisnaları dışında, film setindeki ışıkçılar gibi davranıyor: Işığı hep yönetmenin gösterilmesini istediği yere tutuyorlar. Yönetmense malum… 

Kitaplara ilişkin, bir-iki istisna dışında, medyanın herhangi bir kesiminden herhangi bir geri dönüş almadım. Çünkü görmediler!!! Kitap eklerinin yeni çıkanlar bölümünde bile… İstisnalarından biri, kitaba ilişkin tanıtım yazısı yayımlayan Taraf Kitap. Keza birinin bir yetkilisi de, kendileriyle iletişime geçen bir arkadaşa, daha kitabı bile okumadan, “Bizimle ilgili bir şey yoksa değerlendiririz” demiş. Ne olacağını sanıyorlarsa… Kitapta anlatılan Türkiye değil ki Ambarya…

S- Bu dizi romanın bir "fabl" denemesi olduğunu ileri sürüyorsunuz. "Fabl" genellikle insanlara bir mesaj ya da bir ders veren hayvan hikâyeleridir. Siz hikâyeden çok bir roman yazmışsınız ve yaşadığımız gerçeği görünür, derli toplu özetler ve yaşadıklarımızın nereye gidebileceğine dair bazı çıkarımlarda bulunacak şekilde kaleme almışsınız. Üç cildi ve varsa sonrakileri okuyan okurlarınızın bu romandan çıkarmasını istediğiniz ders nedir?

Y- Fabl türü anlatının, yalnızca masal ve hikâyelerle sınırlı olarak düşünülüp değerlendirilmesinin doğru olmadığı kanısındayım. Keza G. Orwell’in “Hayvan Çiftliği”, alt başlığında “Bir Peri Masalı” yazıyor olsa da bir roman… Mesaja gelince: Her öykü, her masal ve her şiir gibi, türü ne olursa olsun her romanın da mesajı vardır hem de birden çok… Bu mesaj ya da mesajlar bazen olabildiğince örtükken bazen de apaçık kılınabilir. Siyasal romanda gösterilen şey, yazarın gösterme ve anlatım biçimi kadar, okurun kabulleri, dünya görüşü, vb. doğrultusunda, gösterileni algılama ve gerçeklikle bağ kurup anlamlandırma biçimi, yazardan bağımsız olarak, örtük bir mesajın açık kılınmasına da açık bir mesajın farklı değerlendirilmesine de neden olabilir. Çünkü gerçek ya da düşsel, düşünsel bir var olanı görme ve gösterme biçimi kadar, onu ya da ona dair yazılanı okuyup anlama dahası anlamlandırıp yeniden değerlendirme ve çıkarımlar yapma da farklı kabuller temelinde şekillenmektedir. Bundan dolayı, dizinin yayınlanan kitaplarına ilişkin, hangi dersleri çıkarması gerektiğini okura söylememin uygun olmadığını düşünüyorum. Dahası bu doğru olmadığı gibi, okura da onun zekâsına da haksızlık olur. Çünkü siyasal romanların mesajlarının bir çoğu örtük olsa da bir kısmı da apaçık ortadadır zaten.  

S- Romanı bir filmin "storyboard"ı gibi okumak da mümkün, yazılı bir roman yerine bir çizgi roman ya da gerçek bir düşsel sinema örneği olarak gerçekleştirmeyi düşündünüz mü, böyle bir projeniz var mı?

Y- Bu soru için teşekkür ederim. Kitabı tasarlayıp yazma sürecinde bana eşlik eden düşüncelerimin tercümanı oldunuz. Ki bunu, yalnızca çok yakınımda olan ve dizinin oluşma sürecine tanıklık eden birkaç arkadaşımla konuşmuş ve animasyon bir film yapılabileceği düşüncesini paylaşmıştık. Ancak, şimdilik, salt düşünce düzeyinde kalan sözlerden öteye geçmedi.  Özellikle, “Başbakanın Günlüğü” romanını izleyecek olan günceyi de bir karikatürist ya da çizerin çizgileri eşliğinde, günlük bir gazetede dizi halinde yazmayı tasarlamıştım. Ancak şimdilik bu tasarıyı gerçekleştirebilecek ilişkilerden yoksun olduğumu da itiraf etmeliyim.

S- Dizinin adındaki "utopya"dan yola çıkarak bu diziyi bir "anti-utopya" olarak da nitelemek mümkün mü? Yoksa bu sözcüğün kelimenin gerçek anlamından yola çıkarak bir eleştiriyi ortaya koymak; bu ülkede yaşananların aslında "yok hükmünde" olduğunu belirtmek için mi bu adı koydunuz?

Y- Düşsel, düşünsel bir gezegen ve bir ülkeden söz edilmesi anlamında, ütopik olanı çağrıştırsa da kelimenin gerçek anlamında bir ütopya olmadığını biliyorum. “Anti-ütopya” olarak değerlendirilmesinin de fazlaca uygun olmadığı kanısındayım. “Kemeutopya” kelimesi, her halükarda iki ayrı kelimenin birleşiminden oluşuyor. Birincisi, “Keme” ve “ütopya”; kemelerin, farelerin yaşadığı bir gezegenin adı olarak düşünüldü. İkincisi ise “Kem” ve “eutopya”; kötü bir yer olarak… Yaşananların ise “yok hükmünde” olduğunu ise hiç mi hiç düşünmedim. Aksine değiştirilmesi dönüştürülmesi gerektiğini düşündüm. Hem de yaşatanlara bedeli en ağır biçimde ödetilerek…
   
S- Romanda yazarken en çok keyif aldığınız bölüm ya da tip hangisiydi?    Neden?
Y- Dizinin ilk kitabı, “Mehdi ve Mesih”ten başlayarak yanıtlayacak olursam, yazarken en çok keyif aldığım yer yer hüzünlendiğim tiplerin başında, şu anda anımsadığım kadarıyla, önce Tumu geliyor. Sonra Fistanıbol’un görevden alınan Teşkilat Müdürü Knatta Samso, Meftun-u Kâhya’nın Doktor’u, Nihan ve elbette Mehdilik düşleri kuran Meftun-u Kâhya ile Knatta Samso’nun yerine Teşkilat Müdürlüğüne atanan Hastun Hark. Özellikle son ikisini yazmak oldukça keyifliydi. İkinci kitap “Lağımpaşalı” da ise başta romanın kahramanı olan başbakan, Fistanıkara Belediye Başkanı ve turizm bakanı tiplemeleri… “Başbakanın Günlüğü”ndeyse, yine ülkenin başbakanı, avukatlarından Kehzaw Kahqalach ve elbette Savcı Wargah. Keza başbakana soytarılıkta yarışan genel yayın yönetmenlerini de bunlara eklemeliyim. 

“Neden?” sorunuza gelince: Bu tiplemelerden bazıları, gözlerinde büyüttükleri iktidar ve güç sahipleri karşısında tam bir kişiliksizlik ve tutarsızlık örneği sergileyen, vecd içinde secde eden tipler. Aynı zamanda da fırsatını bulduklarında başkalarını kendi konumlarına düşürmeye çalışan tipler. Hepsi de, kendisini dev aynasında görme yanılsamasına kapıldığında bile, kendi değerini kendisinden başlatamayan ilinek kişilikler. Kendilerini ve karşılarındaki kişileri değeri ve değerleriyle kişi bütünlüğüne sahip biri olarak değil, aksine statüleri ve iktidara yakınlığı ya da uzaklığına göre değerlendiren tipler. Bu halleriyle yer yer komik ve acınacak duruma düşmelerine rağmen kof bir böbürlenme düşünce, söylem ve davranışına sahipler. Kendilerini “Efendi” sandıklarında bile bu konumlarını daha büyük bir “Efendi”ye boyun eğişlerine borçlular. Tumu, Savcı Wargah gibi tipler ise doğru ya da yanlış kendi ilkeleriyle tutarlı bir yaşam sürmeye çalışıyor, gerektiğinde doğruları için eğilmektense kırılmayı göze alıyorlar. Doktor ve Knatta Samso tiplemeleri ise önemli bir dönem itaat etmiş olsalar da belli bir noktadan sonra sormaya sorgulamaya girişenlere örnek…



* Yukarıdaki söyleşi, Bianet yazarlarından Sayın Dr. Mustafa SÜTLAŞ tarafından gerçekleştirilmiştir. Burada yalnızca Sayın SÜTLAŞ’ın sorularına ve benim onlara verdiğim yanıtlar yer almaktadır. İlgilenenler, yazının tamamını http://bianet.org/biamag/sanat/139562-bildiginiz-bir-yere-hayali-bir-yolculuk adresinden okuyabilir.

01 Temmuz 2012

Sivas Katliamı; İlinek İnsanın Zaferi...


Sivas Katliamı; İlinek İnsanın Zaferi

Atalay Girgin*

Her acı bireysel yaşanır. Hangi sözcükleri seçerseniz seçin, hiçbir acı anlatılamaz. Olsa olsa yaşanan acıya ilişkin yalnızca bir duygulanım hissettirilebilir yazılanlar ve gösterilenlerle. Boğazınızda bir düğüm, gözlerinizde taştı taşacak bir gözyaşı birikintisidir oluşabilecek olan.

Anlatılara sığmaz hiçbir acı… Yaşanmamışsa bilinmez! Yaşansa da hiç kimsenin acısı bir diğerinin aynı değildir. Diri diri yanmanın… Diri diri yakılmanın, saniye saniye, çevreden yükselen dumanlar ve yanık et kokuları arasında, yana yana öldürülmenin acısı nasıl anlatılabilir ki, dört bir yanı kuşatan alevler içinde kalmamış ve hiç yanmamış olana…

Yananlar, yakılanlar varsa, yakanlar da vardır. Kibriti çakanlar, benzini döküp ateşi tutuşturanlar da… Uzaktan ya da yakından yükselen alevleri izleyen, yükselen canhıraş çığlıkları dinleyenler de… Zafer çığlıkları ve nidaları arasında kendilerinden geçenler, muzaffer bir edayla ortalıkta dolaşanlar da… Yananların bedeninden yükselip dağılan yanık et kokularını içlerine çeke çeke beslenenler de… Onlar hâlâ aramızda dolaşıyor!  

Sivas’tan söz ediyorum. Bu toplumun tarihine som altından harflerle eklenen, Sivas katliamından…  Sivas’ta bir zafer kazanılmıştır. Sivas’ta bir insanlık suçu işlenmiştir. Hem de tüm toplumun gözleri önünde… Zaferin adı; Sivas katliamıdır. Nevi; insanlık suçu…

Atalarının yolundan, insanlık dışı, insanlık düşmanı düşüncelerin, din temelli siyasal-ideolojik anlayışların peşinden gidenler, gelecek nesillere örnek bir zafer bırakmışlardır. Camilerde namazlarını kılıp, Allah’ın takdir ve inayetiyle, zaferlerini mübarek kere mübarek kılarak ateşe vermişlerdir diri diri insanları. Ama insanı ve insanlığı paranteze alarak…

Sivas katliamı, insanın, insanlığın, ilinek insanın karşısındaki makûs talihidir. İnsan ile ilinek insan ya da ilinekleşen insan arasında temel bir fark vardır. Söz konusu makûs talihin nedenlerinin başında da bu fark gelir.

İlinek insan, kendi değerini kendisinden başlatmayan, başlatamayan insandır. Yalnızca kendisinin değil; aynı zamanda karşısındaki insanın değerini de… Bundan dolayı, hem kendisini, hem de karşısındaki insanı, değeri ve değerleriyle kişi bütünlüğüne sahip bir birey olarak görmez. İlinek insan, her zaman, değerini, kendi dışındaki bir varlıktan başlatır. Bu değeri onunla ilişkisinin yakınlığı veya uzaklığı temelinde belirler. Kabullerini de reddediş ve yok sayışlarını da belirleyen budur.

Bu varlık kimi ilinek insana göre Allah’tır, dindir, ölü ya da diri dini bir lider, kutsal varsaydığı bir varlıktır. Kimine göre devlettir, millettir. Kimine göre statü, kurum ya da saygın kabul edilen bir kişi, vb.dir. Kimine göre de aynı anda bunların bir kısmı ya da tümüdür. İlinek insan için kendisinin ve karşısındakinin değerini belirleyen bunlarla olan ilişkisinin yakınlığı, uzaklığıdır. Dolayısıyla kişinin değerinin olumluluk veya olumsuzluğunun ölçütü de…

İnsan ise, ilinek insanın tam zıddı bir kabule sahiptir. Temel hareket noktası şudur: Her insanın değeri ve değerleri vardır1. Etnik kökenine, inanıp inanmayışına, diline, dinine, kılığına kıyafetine, statüsüne, vb. bakmaksızın, karşısındaki kişiyi, öncelikle kişi bütünlüğüne sahip değeri ve değerleri olan bir insan olarak değerlendirir. Çünkü o, hem kendisinin hem de karşısındaki kişinin değerini ve değerlerini kendisinden başlatır. Kendisi dışında var olan ya da var olduğu varsayılan, gerçek ya da düşsel, düşünsel varlık ya da varlıklardan değil. Dolayısıyla onlarla ilişki düzeyinin ne olup ne olmadığının hükmü yoktur.

Hiçbir insan yavrusu, anasının karnından ilinek insan olarak doğmaz. Ancak, insanın insanı sömürüsüne dayanan toplumlarda, cinsel, dinsel, siyasal, ideolojik, ekonomik, vb. ilişki, sömürü ve tahakküm mekanizma ve kurumları, insan yavrusunu hızla kuşatır. Onu her geçen gün kendi kabulleri temelinde, insanı, toplumu, dünyayı ve evreni anlamlandırmaya zorlar. Bazıları sormaya, sorgulamaya kapalı, yani dogmatik kabulleri temelinde, iyi-kötü, olumlu-olumsuz, vb. değerler atfedilip nesneleştirilmiş bir dünya sunar.

Bunlar arasında yol alıp, kendi aklıyla düşünen, kendi kabullerini oluşturan, değerini ve değerlerini kendisinden başlatan, kişi bütünlüğüne sahip bir birey, bir insan olabilmek zordur. Ancak, var olan sömürü ve tahakküm sistemini korumak ve varlığını devam ettirmek üzere sunulan kabulleri veri alıp içselleştirerek, değerini ve değerlerini kendi dışındaki bir varlıktan başlatmak, kısacası ilinekleşmek, ilinek insan olmak kolaydır.

İşte bundan dolayıdır ki, ikinciler tarih boyunca toplumların çoğunluğunu oluşturmuştur. Tarih boyunca sürüler halinde güdülmüş, savaşta eğer ölürlerse şehit, öldürür ve zafer kazanırlarsa da kahraman olacaklarına inandırılmışlardır. Hâlâ da buna inanırlar ve bundan sonra da inanmaya devam edeceklerdir. Çünkü ilinek insan, ilinekleştirilen insan, egemenlerin, egemenliklerini sürdürmek isteyenlerin hava gibi, su gibi, yaşam kaynaklarından biridir. İlinek insanın tükenişi onların kâbusudur. Bundan dolayı, dünyanın her yerinde egemenler, dinsel, siyasal, ideolojik, vb. kurumlarıyla seri olarak ilinek insanlar üretir.

İlinek insan her toplumda her dönem vardır. Sinsi bir sırtlan, sinsi bir çakal gibi, büyük ya da küçük efendilerinin işaretini bekler. Dünyanın her yerinde, her toplumda, yerine ve zamanına göre benzer ya da farklı farklı sıfatlar altında arz-ı endam eyler.  Sözüm ona farklı farklı kutsal görevler ifa eder.

Örneğin; zamanın iktidarının ve işbirlikçilerinin tezgâh, tertip ve sözlerinin peşinde, 6/7 Eylül’de, “gavur”ları yıldırıp kovmak üzere, zincirlerinden boşanmışcasına İstanbul sokaklarına salındıklarında, evlerini, işyerlerini talan edip, kadınlarına tecavüz ettiklerinde, ilinek insanın sıfatı,  “Türk ve Müslüman”dı.

Keza; Kahramanmaraş’ta, yüzlerce insanı, alevi ve solcu oldukları için katledip, gözleri görmeyen, bir yerlere kaçamayan yaşlı bir kadının, başını bahçedeki tuvalet çukuruna sokup, sonra da bacaklarının arasına araba okunu yerleştirdiklerinde, Allah ve Türklük yolunda kutsal bir savaş veren ilinek insanın sıfatı, “Müslüman-Sunni-Türk-Milliyetçi-Ülkücü”ydü.

Velhasıl; Sivas’ta, camilerde topluca kıldıkları namazların ardından Madımak’a saldırıp ateşe vererek, içeridekileri diri diri yaktıklarında, ilinek insanın sıfatı,  “Müslüman-Sunni”ydi. 
       
Her birinde zafer ilinek insanın oldu. İnsanın ve insanlığın üstü çizildi. İlinek insanı üreten, insanı kitleler halinde ilinekleştiren kurumlar ve iktidar ilişkileri, varlık koşullarıyla birlikte ortadan kaldırılmadığı sürece de bu gerçek ve gerçeğin hakikati değişmeyecek. Hele hele, her katliamının yıl dönümünde yükselen “UNUTMAYACAĞIZ! UNUTTURMAYACAĞIZ!” sözleri, bunu hiç mi hiç değiştirmeyecek.

Çünkü, hangi toplumda olursa olsun, hesabı sorulmayan, bedeli ödetilmeyen her katliam, her insanlık suçu yapanların yanına kârdır. Kurumsal süreklilik anlamında ise bunu yaptıran, güdüleyen, dinlerin, ideolojilerin, etnik toplulukların hanesine yazılan bir zaferdir.

Hesap sorulmadan, bedel ödetilmeden geçen her yıl döneminde yinelenen “UNUTMAYACAĞIZ! UNUTTURMAYACAĞIZ!” sözlerininse, beni bağışlayın ama, kıymet-i harbiyesi kendinden menkuldür.

İnsanlık suçları karşısında asıl yapılması gereken, öncelikle hesabın sorulup bedelin ödetilmesi, sonra da bunlarda fail rolünü oynayan ilinek insanı üreten toplumsal kurumları ve toplumsal koşulları ortadan kaldırmaktır. Bundan ötesi laf-ı güzaftır!


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 “İnsanın değeri ve değerleri” konusunda daha geniş bilgi için, İoanna Kuçuradi’nin “İnsan ve Değerleri”, “Etik”, “Çağın Olayları Arasında”, “Uludağ Konuşmaları –Özgürlük, Ahlak, Kültür Kavramları-“ kitaplarına bakılabilir.