BAŞBAKANIN GÜNLÜĞÜ için hazırlanan afiş...
Eğitim, Toplum, Siyaset, Edebiyat ve Felsefe Üzerine Haber, Yorum ve Eleştiri Yazıları
15 Şubat 2012
07 Şubat 2012
"Bir Öykünüz Olsun!"
"Bir
Öykünüz Olsun!"
Evet! Sizin de bir
öykünüz olsun. İster kadın olun ister erkek, ister genç olun ister yaşlı, ister
öğrenci olun isterse öğretmen, 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nde sizin de bir
öykünüz olsun.
İster kendiniz yazın isterse
sevdiğiniz bir yazardan bir öykü seçin kendinize… Çünkü yazarı kim olursa
olsun, ne denli kısa ya da uzun olursa olsun, ne kadar acemice ya da ustaca
olursa olsun, her öyküde insan vardır. Her öyküde ötekine açılan bir pencere…
Her öyküde ötekine açılan bir kapı… Elbette bakmasını ve görmesini bile…
Elbette anlayana… Elbette kendinden taşıp ötekine yönelebilene… Haydi!
Kendinden taşıp ötekini anlayan sen ol! Ötekine yönelebilen sen…
Her pencerenin ardında
insan vardır. Önündeki sen ol! Her kapının ardında yaşantılar, acılar, umutlar,
sevinçler, mutluluklar, paylaşımlar, dertler, kederler, tasalar vardır. Kapıyı
çalan sen ol! Paylaşan sen… Çünkü her
öykü insan açısından insan için bir anlatıdır.
Haymana’da
Dünya Öykü Günü
“Bir
öykünüz olsun!” Haymana’da, Nuri Bektaş Anadolu
Lisesi’nde gerçekleştirilecek olan 14 Şubat Dünya Öykü Günü etkinliğinin
sloganı. Haymana’da Dünya Öykü Günü ikinci kez düzenleniyor. İlk etkinlik 2011
yılında yine Nuri Bektaş Anadolu Lisesi’nde Edebiyatçılar Derneği’nin işbirliği
ve katkılarıyla yapılmıştı.
Bu yıl ki 14 Şubat
Dünya Öykü Günü etkinliği, Nuri Bektaş
Anadolu Lisesi ve Dünyanın Öyküsü
Dergisi’nin işbirliğiyle düzenleniyor. Etkinliğe, Dünyanın Öyküsü Dergisi
adına Çankaya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı
Bölüm Başkanı, dilbilimci-yazar-eleştirmen Prof.
Dr. Aysu ERDEN, öykücü-yazar Tekgül
ARI, öykücü-yazar Esra ODMAN,
öykücü-yazar Müyesser GÜNER katılıyor.
Öğrencilerin aktif katılımıyla gerçekleşecek etkinliğin tarihi ise 17 Şubat 2012.
Haydi! Yalnızca
Haymana’da değil! Dünyanın neresinde olursanız olun siz de katılın bu
etkinliğe! Yazın ya da bir öykü seçin kendinize! 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nde
sizin de bir öykünüz olsun!
06 Şubat 2012
Başbakanın Günlüğü Kitabevlerinde!!!
Başbakanın Günlüğü Kitabevlerinde...
Başta D&R Kitabevleri olmak üzere, Kitapyurdu, İdefix ve diğer internet kitap satış sitelerinde...
Atalay Girgin'in "Kemeutopyalılar roman dizisi"nin üçüncü kitabı olan "Başbakanın Günlüğü" adlı romanında, fablın ironik ve politik diline akıcı bir anlatı eşlik ediyor.
Romanın felsefi boyutu, salt etik ilişkiler ve etik problemlerle sınırlanamadığı gibi, toplumsal ve siyasal teşhirle de yanyana, hatta içiçe gidiyor. Bu haliyle karşımızda duran aynı zamanda siyasal bir roman...
Atalay Girgin, dizinin ilk iki romanında olduğu gibi, "Başbakanın Günlüğü"nde de düşsel ve düşünsel olarak yarattığı dünyada, tasarladığı kişiler ve olaylar üzerinden var olanı sorguluyor ve eleştirel bir boyutta okurun değerlendirmesine sunuyor.
Romanda öne çıkan kahramanlardan biri, kitaba adını da veren, başbakan olurken, diğeri de bir savcı... Roman içinde hiç bir araya gelmeyen, birebir ya da yüzyüze herhangi bir ilişkileri olmayan bu iki kahramanı bağlayan ne? Yollarını kesiştiren ne?
Atalay Girgin'in kişi ve olaylarla işlediği ve sergilediği sorunlardan biri de şu: Sıfatlar mı kişileri değerli kılar yoksa kişiler mi sıfatları? Ya da kişilerin değerini belirleyen statüler midir yoksa statüleri değerli ya da değersiz kılan kişiler midir? Geçerli, toplumca önem verilmeyen bir statüye sahip herhangi bir kişi, statünün bu durumundan dolayı değersiz midir?
Başbakanın Günlüğü, hem anlatı üslubu hem de anlattığı ve sergilediği etik problemlerin yanı sıra siyasal ve toplumsal eleştiri, ironi ve sorgulamalarıyla ilgiyi hak eden ve var olanı sormaya, sorgulamaya yönelen her okurun ilgisini bekleyen bir roman...
03 Şubat 2012
"Fabl İronik ve Politiktir"
“Fabl, ironik ve
politiktir”
Gülistan Sinanoğlu
“Yazmak genel olarak kendini ifade etme
çabasıdır. Benim içinse yazmak, (…) bir insanın gördükleri,
bildikleri ve yaşadıkları karşısında hissettiği öfkenin aklını teslim almasına
karşı koyma ve bunun yerine öfkesini edebiyatla terbiye etme girişiminin
ürünüdür” yanıtını veriyor yazar Atalay Girgin “Yazmak nedir”
sorusuna.
1960, Alaşehir doğumlu yazar aslında felsefe
öğretmeni. Uzun yıllardan beri makaleler yazıyor. Bu makaleler Hürriyet Gösteri,
İLE, İnsancıl Dergileri ve Radikal Gazetesi Tartışı-yorum ekinde yayınlanmış.
Henüz yayınlanmamış öykü denemeleri de var.
Yıllardır makalelerle karşımıza çıkan
Atalay Girgin’in, “Kemeutopyalılar” roman dizisinin ilk iki kitabı
geçtiğimiz günlerde yayımlandı: Birincisi, Mehdi ve Mesih, ikincisi ise
Lağımpaşalı. Girgin, “Başbakanın Günlüğü” adını taşıyan
üçüncüsünün matbaadan çıkması içinse gün sayıyor. Dizinin kaç
kitap olacağına ilişkin sorulara, “Şu anda bilemiyorum. Ama ömrüm
yettiği, bedenim aklıma, aklım da bedenime ihanet etmediği
sürece yazmaya devam edeceğim” yanıtını veriyor.
Girgin, kitaplara ilişkin üç yıllık bir zihinsel, düşünsel
hazırlık, mayalanma” sürecinden söz ediyor. Bu süreç yazmaya kıyasla çok daha
uzun ve sancılı olmuş. Romanların ortaya çıkması ise daha
kısa bir sürede...
İronik ve Politik Bir Anlatı
Yazarın romanlarda kullandığı dil, oldukça
ironik. Hatta hem ironik hem de politik. Her iki roman da fabl
olarak tasarlanmış. Bunun nedenini şöyle açıklıyor Atalay Girgin:
“Fabl edebiyatın içindeki anlatı
türlerinden biri… İnsan, çevresinde olup bitenlere ilişkin, tarih boyunca
çok farklı nedenlerle, kaygılarla değişik canlıları, hatta cansız
varlıkları konuşturarak meramını anlatmaya çalışmıştır. Geçmişte
masallarda, günümüze yaklaştıkça öykü ve romanlarda, hatta filmlerde bile…
Örneğin; G. Orwell’in Hayvan Çiftliği roman, Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ı
masal olmasına rağmen ikisini de severek okumuştum. Keza R. Bach’ın Martı’sını
da… Fabl, kendiliğinden ironik, hatta politik bir özelliğe sahip.
Ben de bu özelliklerinden yararlanmak istedim. Bazı açılardan anlatımda
kısıtlamaları beraberinde getirse de yazana daha rahat davranma olanağı veren
bir tür. Ben ikincisinden yararlandım. Çünkü fablla insanlara bir şeyler
anlatmanın daha çarpıcı olabileceğini düşündüm. Bu türü seçmemin nedeni de
bu...”
“Birincisi, bu otobiyografik bir roman değil. “Tumu”
karakterini oluştururken de kendimden esinlenmedim. İkincisi ise romanda gerçek
kişi ve olaylar yoktur. Sadece benim romanımda değil, biyografik olanlar hariç,
hiçbir romanda, öyküde de… Hatta hiçbir kitapta hiçbir gerçek yoktur. Gerçek bir
kişiyi, olayı anlatmaya çalışsanız da anlatamazsınız. Yalnızca anlattığınızı
varsayabilirsiniz. Okur da romanda karşılaştığı bir ya da birkaç kahramanla
gerçeklikte var olan kişiler arasında kurduğu şu ya da bu isim veya karakter
benzerliklerinden dolayı onun / onların gerçek olduğu yanılsamasına kapılabilir.
Ama bu ayan beyan yalnızca bir yanılsamadan ibarettir. Bir edebiyat türü olarak
roman, yazarın anlamlandırmaları, eğretilemeleri, ironi ve yer yer karikatürize
ederek eğip bükmesi temelinde yarattığı, tasarladığı, kurguladığı kahramanlar,
onların ilişkileri, ilişkilenme biçimleri ve olaylar ekseninde düşünsel bir
anlatıdır. Ama bu anlatı, aynı zaman ve mekân koşullarında yaşayan okurda
yarattığı çağrışımlarla onu düşle gerçek arasında gidip gelmeye, bağlantılar
kurmaya yöneltir. Aslında düşle gerçek arasında gidip gelen ve gerçekliği aşan,
aşmak zorunda olan yazardır. Çünkü yazar da aynı koşullar içinde
yaşamakta, okurun fark ettiklerini fark edip tanık olduklarına
tanıklık etmektedir. Her yazar, her sanatçı, her düşünür çağının çocuğudur.
İçerisinde doğup büyüdüğü etkilendiği çağın, toplumun rengini taşır. Bilim
kurgudan fantastik, ütopik roman ya da öykülere, şiirden resim, tiyatro ve
sinemaya dek, felsefe de dâhil olmak üzere, neredeyse tüm düşünsel üretim
süreçlerinde kendini gösterir bu durum. Sözün özü: Benim yazdıklarımda hiçbir
gerçek kişi ya da olay yoktur. Malum; ben farelerin dünyasını anlatıyorum,
insanların değil… Ama farelerin dünyasını insanlar için anlatıyorum. Çünkü
edebiyat, tüm kültürel etkinlikler gibi, insan içindir.”
Okumadan Yazılmaz
“Nelerden esinlenirsiniz” sorusuna ise, bir
fikrin, yaşadığı ya da tanıklık ettiği bir olayın, zaman zaman duyduğu
bir söz ya da okuduğu bir haberin etkisiyle kurgu yaptığını söyleyerek yanıt
veriyor. Dizinin üçüncü kitabı ve yakında yayınlanacak olan Başbakanın
Günlüğü’ndeki bir sorudan hareketle farklı bir roman tasarladığını da
ekliyor.
“Okumadan yazılmaz” diyor Atalay Girgin.
Hatta her okuyanın okuduğundan yeterince yararlanamayacağını ve
okunanlara eleştirel bir bakış açısıyla bakmak gerektiğini de
ekliyor. Okunanların değerlendirilmesi, hayatla bağının kurulması ve
sonuçlara ulaşılması gerektiğini savunuyor. Her ne kadar “Bir kitap okudum
hayatım değişti” gibi sözlerin geçerliliği olmadığını
belirtiyor olsa da okumanın, insanın hayata bakışını olumlu anlamda
etkileyip değiştirebileceğini söylüyor.
Yıllardır yazıyor olmasının tecrübesiyle Girgin,
“yazmak zor değildir” diyor ve devam ediyor: “Aksine,
sözünün sahibi olmak kadar kolaydır. Ya da tam tersi, sözünün
sorumluluğunu taşımamak ona sahip çıkmamak kadar basit. Birincisi,
edebin, etik tutarlılığın; ikincisi ise “Ben söyledim” ya da “Ben yazdım” deyip
geçmenin, ilkesizliğin, etik tutarlılıktan yoksunluğun tezahürü.
Oysa her edipten edepli olması beklenir."
Edebiyatın Amacı ve Görevi
Yoktur
Yalnızca edebiyatla değil, felsefe, siyaset,
tarihle de yoğrulmuş bir yaşam Atalay Girgin’in yaşamı. Felsefeyle ele
alıp sorgulamanın ve değerlendirmenin de etkisi altında,
edebiyatı, kendine özgü özellikleri olan bir anlamlandırma ve
anlatma etkinliği olarak tanımlıyor. Ancak, edebiyatın amacı olduğunu
savunanlara itirazı var. Girgin’e göre edebiyatın amacı yok! Bunu da
şöyle ifade ediyor:
“Bugüne dek, birçok kişi edebiyata amaçlar ve
görevler yüklemiştir. Bunlar edebiyatı neliği ve gerçekliğinden bağımsız
olarak değerlendirme yanılsamasını yaşamaktadırlar. Bu yanılsamanın etkisiyle,
edebiyattan hayatı biçimlendirmesini, onu değiştirip yönlendirmesini
beklemektedirler. Oysa genel olarak edebiyatın böylesi bir gücü ve etkisi hiçbir
zaman olmamıştır ve olamaz da… Çünkü edebiyatın herhangi bir amacı ve
görevi yoktur. Yalnızca yapmak isteyip de kendi yapamadıklarını ona yükleyen
insanlar vardır. Hadi “Edebiyatın amacı vardır” diyenler, ona görev
biçenler alınmasın, kendinde bir şey olarak felsefenin de amacı ve görevi
yoktur.”
Romanlara İçşelleşen Felsefe ve
Etik
Yazmanın doğuştan gelen bir yetenek olamayacağını ve
çalışarak yazar olunabileceğini belirten Atalay Girgin’in her iki
romanında da, felsefe ve bir problem alanı olarak etik
içselleşmiş. Ele aldığı birincil ve ikincil temaların
neredeyse geneli felsefi bir kavrayışla anlamlandırılmış. İktidardan dine dek
değinilen tüm konularda etik problemleri ortaya koyma çabası öne çıkmış.
Yanılsama arttıkça, gerçekliğin hakikatinin sırra
kadem bastığını söyleyen Girgin, günümüzde, yanılsamadan beslenen ve
kutsallık şalına bürünen karanlığın, aklın aydınlığını
boğmasına, onu bir mum ışığına dönüştürmesine karşı mücadelenin
ertelenemez bir önem taşıdığını belirtiyor. Ve bunun
yaşamın her alanında, insanların düşünce, söylem ve davranışlarına
yön veren bireysel ve toplumsal bilinç haline getirilmesi gerektiğini
vurguluyor.
01 Şubat 2012
Edebiyatta Felsefe Sanatta Nesneleştirme
Edebiyatta
Felsefe
Edebiyat felsefe
ilişkisi, antik dönem tragedyaları da dâhil, edebiyatın verili ve olası tüm
türleri için geçerlidir. Felsefi olan, şu ya da bu ölçüde ve biçimde, edebiyata
içseldir, içselleştirilmiştir. Özellikle de bir tür olarak, roman, öykü, şiir, tiyatro
yapıtları, vb. söz konusu olduğunda… Şiir,
Aristoteles’e göre felsefeye en yakın olandır. Melih Cevdet Anday’a göre de,
“şiir felsefeye bitişir.” Bunları bir yana bıraktığımızda, edebiyatta felsefenin
varoluşunu iki boyutta ele almak mümkündür. Bunlardan ilki, bilinçli bir
biçimde içselleştirilişi; diğeri ise kendiliğinden, etik ilişkiler bazında
içselleşişi. İlkinden başlayalım:
Edebiyatta
Felsefenin Bilinçli Var Kılınışı
Edebiyatta felsefe ya
da tek tek edebi türler ve bunlara ait yapıtlarda felsefe, felsefi olan, etik
ilişkiyi şimdilik paranteze alırsak, öncelikle ve esas olarak iki kanaldan var
olur. Bunlardan birincisi, yapıtın yaratıcısı olan sanatçının / yazarın, verili
felsefe akımlarının ya da tek tek filozofların / düşünürlerin, insan anlayışı
başta olmak üzere, şu ya da bu konudaki fikir ve önermelerini, anlatıya edebi
bir biçimde içselleştirmesi; tasarlayıp kurguladığı olay örgüsünde, kişiler ve
kişilerarası ilişkiler bazında etik kişi ve etik ilişkiler olarak sergilemesiyle
gerçekleşir. İster bir olumlamaya isterse bir olumsuzlamaya delalet etsin,
burada felsefe ve felsefi olan esas itibariyle, yazara dışsaldır. Yazar,
kabullensin ya da kabullenmesin, benimsesin ya da benimsemesin, kendisinden
bağımsız olarak var olan / var olmuş bir felsefi düşünüşü, anlayışı yapıtına
içselleştirmektedir. Elbette bunu, bir filozof gibi, adlandırarak, kavramlar
arası ilişkiler kurup neliği ve gerçekliği temelinde kavram çözümlemeleri ve
temellendirmeler yaparak, terminolojik bir anlatımla gerçekleştirmez. Bir
sanatçı olarak yazardan, böyle bir şeyi yapması ne istenir ne de beklenir. Bu
bir anlamda yazarın / “sanatçının, filozofa göre bir ayrıcalığı”dır.
Bu bağlamda, İoanna Kuçuradi,
“Kişi değerlerini ve kişilerarası ilişkilerdeki değerleri değerlendirirken
sanatçının, filozofa göre bir ayrıcalığı vardır” der ve devam eder: İşi, kişi
yaşantılarını ve sorunlarını göstermek olduğundan, değerleri adlandırmak
zorunda olmadığından, bu yaşantıların zenginliğinden fedakarlık yapmadan
bunları gösterir; kendi görme gücüne göre, kişi yaşantılarında yakalayabildiği
ince ayrılıkları rahatlıkla verebilir. İşi, kişi değerlerinin ve kişilerarası
ilişkilerdeki değerlerin neliğini sadece g ö s t e r m e- k olduğundan, bunu
binbir çeşitte, kendisine en elverişli biçimde göstermekte serbesttir1.
Edebiyatta felsefenin,
daha doğrusu felsefi olanın var olma, var edilme kanallarından ikincisi ise,
filozoflaşan sanatçı yazarlar ya da sanatçılaşan filozoflardır. Burada tek tek
yapıtlara içselleşen felsefe, felsefi düşünüş ya da felsefi olan, yazara dışsal
değildir. Aksine; ister genel olarak varlığa, ister o varlığın bilgisine ve
isterse bu bilginin koşulladığı eyleyişin değerine yönelik olsun, her durumda
yazarın kendi anlama, anlamlandırma ve anlatma etkinliğine içseldir. Çünkü
temeli, onun, varlığın hangi alanına ilişkin olursa olsun, kendi düşünüşü,
söyleyişi ve eyleyişindedir. Bununla koşullanan anlama, anlamlandırma, görme ve
gösterme biçimiyle vücut bulmaktadır.
Varlığın ve “Kişi
yaşantıları yumağının her noktasını adlandırmak veya değerlendirmek olanaksız”2 olsa da, filozoflar bir yana, bu tür
yazarlar, kendilerine özgü bir biçimde, insan ve “insan problemleri üzerinde
kafa yor”maları, onları adlandırabilmeleri, “dolayısıyla görme ve yaşantı
olanaklarını genişlet”meleriyle filozoflaşırlar. Bu nitelikleriyle, aynı tür
içinde yapıtlar ortaya koyan yazarlar arasında billurlaşırlar. Özellikle
böylesi yazarların imzasını taşıyan “Her halis sanat eseri, ister bir roman,
bir oyun veya başka bir eser olsun, bir kişi değerine veya kişilerarası
ilişkilerde ortaya çıkan değerlere işaret eder, bu değerleri bize gösterir;
çeşitli değerleri olduğu kadar aynı değerleri de çeşitli formlarda ifade eder.
Akıp giden kişi yaşamlarının sorunlarındaki değerlere ve değerlendirmelere
sınırlar çizerek, bunları bilinçlendirerek gösterir”3
, başta okuru olmak üzere, insana. Edebi ütopyaların yanı sıra, Sartre gibi
yazar filozofların ya da Dostoyevski, Tolstoy, Victor Hugo, Tahsin Yücel, Melih
Cevdet Anday, Albert Camus gibi, Dünya edebiyatının yerli yabancı filozoflaşan birçok
yazarının yapıtları buna örnektir.
Ancak ister
filozoflaşan yazarlar olsun, isterse yazar / sanatçı filozoflar, her iki
durumda da felsefenin, felsefi olanın edebiyatta var edilmesi, ona içselleşmesi
/ içselleştirilmesi, edebiyatının neliğine uygun olmak durumundadır. Ki bu
felsefenin, felsefi olanın, felsefi düşünüşün yazara içsel, kendisine özgü
olduğunda da ona dışsal, yani bir felsefe akımına ya da bir filozofa ait
olduğunda da geçerlidir.
Felsefenin, daha doğru
bir deyişle, felsefi olanın, felsefi düşünüşün edebiyatta var kılınışının söz
konusu iki kanalı da ortaya çıkan yapıtı felsefe olarak nitelemeye yetmez. Hatta
‘yetmez’in de ötesinde, böylesi bir yapıt felsefe değildir. “Felsefi”lik, ne
denli öne çıksa ya da birilerince çıkarılsa da özellikle roman, öykü, oyun,
nehir şiir, vb. söz konusu olduğunda yapıtın taşıdığı bir dizi özellikten
yalnızca biridir. Çünkü edebiyat yapıtının yazarı, ne denli filozof ya da
filozoflaşmış olma niteliğine sahip olursa olsun, bu noktada edebiyatın
neliğine uygun bir biçimde onun temel araçlarını (anlatımdan olay örgüsüne,
kişi ve kişilerin yaratılmasından kurguya, imgeden betimlemeye, ironiden
karikatürize etmeye, vb. dek) kullanmak ve onlarla iş görmek zorundadır.
Kavramlardan çok sözcüklere sarılmak durumundadır. Hangi konuyu işlerse
işlesin, onun işi, yapıtta felsefe yapmaktan çok, göstermek ya da yapıta
içselleştirmek istediği kendisinin dışındaki veya kendisine özgü felsefi
düşünüşü, bakışı ya da yaklaşımı, bir yandan metnin dokusuna yedirerek, diğer
yandan kişi ve kişilerarası olaylarla nesneleştirip ete kemiğe büründürerek,
edebi bir tarzda algılanır kılmaktır. Ki bu, felsefi olanın, felsefi düşünüşün,
yazarı tarafından bile isteye bir edebiyat yapıtına içselleştirilmesine delalet
eder. Edebiyatta felsefenin var edilişinin ya da var olmasının bir boyutu
budur. Ve burada yazarın, bilinçli bir tercihi vardır; felsefi olanı yapıtta
bilinçle var kılışı.
Edebiyatta
Felsefenin Kendiliğinden Varoluşu
Edebiyatta ve onun
kapsamındaki türler ve tek tek yapıtlarda, felsefi olanın, bilinçli bir biçimde
içselleştirilmiş olmasının yanı sıra, yaygın ve kendiliğinden varoluşu da söz
konusudur. Yaygın ve kendiliğinden varoluşu olanaklı kılan ise etik ilişkidir.
Edebiyatın kapsamında
kalan ve başta biçimsel özellikleri itibariyle edebilik niteliği taşıyan roman,
öykü, oyun türündeki tüm yapıtların ortaklaştığı nokta etik boyuttur, etik
ilişki boyutudur. Söz konusu türlerde yapıtlar ortaya koyan her yazar, felsefi
olanı bile isteye yapıtına içselleştirmeye çalışsın ya da çalışmasın, bunun
farkında olsun ya da olmasın, her koşulda bilinçli ya da bilinçsizce, kişi ve
kişileri aracılığıyla etik ilişkilere yer verir. Özellikle çok katmanlı, çok
yönlü, çok boyutlu ve çok anlamlı bir niteliğe sahip romanda bundan kaçış
yoktur. Etik ilişkiler aracılığıyla değerin ve değerlerin gösterildiği,
olumlama ya da olumsuzlama anlamında kişi değerinin ve değerlerinin yeniden
değerlendirildiği her tür edebi yapıt, yazarın istemesinin niteliği ne olursa
olsun, kendiliğinden felsefi olanı içerir; felsefi bir özellik taşır.
Yazar, roman, öykü,
oyun türünde herhangi bir edebi yapıtı, hangi saik, kaygı ya da kabulden; hangi
insan anlayışı, dünya görüşü ya da siyasal-ideolojik-dinsel düşünceden
hareketle kaleme almış olursa olsun; bu yapıtlarda hem genel olarak metnin
anlatısı hem de olay örgüsü ve kişi ilişkileriyle, olumladığı veya
olumsuzladığı değer ve değerlere işaret eder, onları göstermeye çalışır. Bunu
yaparken, herhangi bir felsefeye, felsefi düşünüşe ya da onların insana,
topluma, değere, vb. ilişkin herhangi bir anlayışına dayanmıyor oluşu, yapıtın
özellikle etik anlamda felsefi olanı içermekte olduğu gerçeği ve hakikatini
ortadan kaldırmaz. Hatta yazarın felsefeyi hiç sevmediği, onu yadsıyıp ondan
nefret ettiği, yok saydığı durumda bile…
Etik
ya da Ahlâk Felsefesi
Felsefenin,
başlangıcından bu yana var olduğu kabul edilen, üç temel alanı / konusu,
varlık, bilgi ve değerdir. Aksiyoloji olarak da adlandırılan sonuncusu, giderek
bağımsız birer felsefe dalı, disiplini haline dönüşmüş olan etik ve estetiği
içerir. Aksiyoloji, insanın insanla ilişkisinde ve onun kendine nesne edindiği
herhangi bir var olana yönelişinde ortaya çıkan eylemleri, bu eylemlerin
değerini; bunun yanı sıra, değerin ve değerlerin neliği ve gerçekliğini konu ve
problem edinip inceleyen bir alandır.
Etik, bir başka deyişle
ahlâk felsefi ise, genel olarak ahlâkın, “Ahlâksal olanın özünü ve temellerini
araştıran (…), insanın kişisel ve toplumsal yaşamındaki ahlâksal davranışları
ile ilgili sorunları ele alıp inceleyen felsefe dalı”4
dır. Hangi insanın, hangi koşullardaki, hangi eylemlerinin ahlâkî olup
olmadığını; bir eylemin ahlakilik değerini taşıyabilmesi için hangi koşulları
haiz olması gerektiğini araştıran, kişi vicdanı karşısında değişmez, bütün
toplumlar, bütün insanlar için, bütün çağlar boyunca geçerli ve uyulması
gereken bir ahlâk yasasının var olup olamayacağını problem edinip sorgulayan
bir felsefe disiplinidir. Öte yandan ahlâkî eylemler karşısında ya da onlara
ilişkin telaffuz edilen, onların değerini belirtmek için kullanılan “iyi” ve
“kötü”nün neliğini sorgulayan bir disiplindir de…
İnsanın, her davranışı,
her eylemi ahlâkî olmadığı gibi ahlâkî bir değere de sahip değildir. Ancak onun
belirli koşullara sahip olan ve o koşullarda yapmayı ya da yapmamayı seçtiği
her eylemi ahlâkîdir. Dolayısıyla etik, insanın hangi koşullarda yapılmış
olursa olsun her tür eylemini konu edinmez. Belli türden ilişki ve
davranışlarını konu edinir. Ki bundan dolayı, her tür ilişki “etik ilişki”
olmadığı gibi, her türden davranış da koşullarından bağımsız olarak ahlâkî
değildir. Bu durumda yanıtlanması gereken temel soru, “Etik ilişki nedir?” ya
da “Etik ilişkinin neliği nedir?” sorusudur.
Etik
İlişki
Etik konusundaki
çalışmalarıyla öne çıkan felsefeci / filozof İoanna Kuçuradi’ye göre, “Etik
ilişki, insanlararası ilişki türlerinden bir tanesi ve en temelde olanı”dır. Her daim “B e l i r l i b ü t ü
n l ü k t e b i r k i ş i nin belirli bütünlükte başka bir
kişiyle ya da en geniş anlamda insanlarla –yüzyüze geldiği veya gelmediği
insanlarla- değer sorunlarının söz konusu olduğu ilişkisidir: eylemde bulunarak
yaşadığı her ilişki.”5
Eylem, yalnızca yapmayı
değil, yapmaktan vazgeçişi, karşılaşılan, tanık olunan bir olay ya da durum
karşısında yapmamayı seçişi de içerir. Dolayısıyla “her etik ilişki hep bir
olay içindedir.”6 Yalnızca “belirli bir
bütünlüğü olan bir kişinin başka insanlarla” kurduğu ilişkilerin değil, aynı
zamanda, “kişinin bir grup üyesi olarak kurduğu bütün ilişkilerin temelinde
etik bir ilişki söz konusudur.”7
Gündelik yaşamın hızla
akan ve hızla değişen yaşantılar yumağı içinde kurulan, başını sonunu, arka
planındaki saik ve kaygıları, amaçları, niyetleri genellikle bilemediğimiz ve
ikinci kez yinelenip yaşanamayan ilişkileri etik boyutuyla değerlendirebilmek
çok güçtür. Bundan dolayı, bu tür ilişkiler, bütünlüklü ve etik açıdan
değerlendirme söz konusu olduğunda, kişiye yeterli veriyi sağlayamaz. Hem
eksiktir hem de kişinin elinden avcundan hızla kayıp gider. En iyi ihtimalle,
kişinin etkilenme düzeyine bağlı olarak, onun zihninde nedenlerini, niçinlerini
bilemediği izler, izlenimler bırakır.
Gündelik yaşantılar ve
olaylar içinde gerçekleşen ve daima biricik olan etik ilişkilerden geriye kalan
izleri izlenimleri, Kuçuradi’ye göre, tamamlayıp birbirine bağlayarak
eksiklikleri gidermemizi “sağlayan başka bir kaynak vardır: yapıtları; roman,
öykü ve oyunlar. Bu yapıtlar, çeşitli eylem olanaklarını çoğu kez temelleriyle
birlikte vererek araştırıcıya adımlarını güvenle atabileceği bir zemin
sağlarlar.”8 Çünkü yapıtlarda ortaya
konan etik ilişkiler, düşsel düşünsel düzeyde tasarlanıp anlatı ve olay boyutunda,
tıpkı kişileri ve yapıtın kendisi gibi yazarı tarafından
nesneleştirilmişlerdir. Artık o andan itibaren var olanlar evrenine yeni bir
var olan ve nesne olarak katılmışlardır. Gerçek yaşamda vuku bulanların aksine,
düşsel düşünsel düzeyde varlık kazandıklarından, nesneleştiklerinden dolayı da
değişmeden aridirler. Araştırıcıya ya da ilgilisine yeniden yeniden üzerine
düşünüp değerlendirmeler yapma, bağlantılar kurup sonuçlar çıkarma olanağı
sunarlar. Bundan dolayı da yalnızca ortaya kondukları zaman dilimindeki değil, daha
sonraki yıllarda, yüzyıllarda yaşayan insanlar için de geçerlidir bu olanak.
Ne yazık ki, bu
olanağın, edebiyat eleştirmenleri ve özellikle de kitap tanıtımcıları
tarafından yeterince ve gereğince değerlendirilebildiğini söyleyebilmek mümkün
değildir. Oysa edebiyatta roman, öykü ve oyun yapıtlarının estetik boyutunun
yanı sıra etik boyutu vardır. Estetik boyut, biçim özellikleri itibariyle
“nasıl anlatıldığı” ile ilgiliyken; etik boyut, ne anlatıldığı, niçin
anlatıldığı, yapıta içselleştirilen sorun ya da sorunlar, ortaya konan olay ve
etik ilişkilerle ilgilidir. Bir yapıtın değerlendirilmesi ya da eleştirisinde
etik boyutun görmezden gelinmesi, üzerinde durulmaması, ortaya konan
değerlendirme veya eleştirinin daha baştan, eksiklik bir yana, sakatlıkla malul
olduğunun delaletidir. Ve bu bir sorundur.
Ancak, özellikle kitap
tanıtımcılarınca ve yayınevlerinin tanıtım bültenlerine dayanarak kalem
oynatanlarca sorun olarak algılanmayan bu sorunun temel nedeni, edebiyat
yapıtlarının değerlendirilme ve eleştirisinde, değer biçme ve değer atfetmenin
sözüm ona bir eleştiri ve değerlendirme biçimi olarak öne çıkması / öne
çıkarılması ve kabul görmesi vardır. Yapıtın değeri ve değerlendirilmesi değil.
Oysa ele aldığı bir
yapıtın değerini saptayamayan, onun insan açısından ortaya koyduğu sorunları,
etik eylem olanaklarını bulgulamayan ya da bulgulayamayan, yalnızca değer
atfetme, değer biçme düzeyinde kalan hiçbir eleştiri veya değerlendirme, yapıta
ilişkin olumlu ya da olumsuz anlamda ne söylemiş olursa olsun, edebiyat
eleştirisi, edebiyat değerlendirmesi vasfı taşımaz. Böylesi bir eleştiri ya da
değerlendirme, en iyi ihtimalle yazanın olumlu ya da olumsuz beğeni duygu ve
düşüncelerinin dışavurumudur. Ancak bunun vahim boyutu, özellikle kitap
tanıtımcıları söz konusu olduğunda, yayınevleri adına bilinçli ya da
bilinçsizce okur avcılığına çıkmak, okura ökse atmaktır.
Sonuç
Edebiyatın neliği,
çağlar boyunca değişen anlamı ve gerçekliği dikkate alındığında, tregadyalardan
bu yana, özellikle roman, öykü ve oyunlar bazında etik boyutuyla felsefi olan
ona içseldir. Bundan dolayı edebiyatta felsefeyi, filozofların düşüncelerinin
ya da felsefe akımlarının anlayışlarının edebi yapıtlarda var olup olmamasına
indirgememek gerekir. Keza bir yapıtta işlenen konunun felsefe konusu olup
olmamasına da… Çünkü felsefi düşünüş konusu yapılamayacak, felsefede konu
edinilemeyecek, neredeyse hiçbir şey yoktur.
Bundan dolayı,
edebiyatta felsefi olanı bulgulayabilmek için etik onun etik boyutuna bakmak,
bunu bulgulayıp kavrayabilmek gerekir. Bunun da yolu, kendinde bir şey olarak
edebiyat yapıtının biricikliği temelinde değerinin saptanıp söylediklerine,
gösterdiklerine uygun değerlendirilebilmesinden geçer. Değer atfetmek ya da
değer biçmekten değil.
**
1 İoanna
Kuçuradi, İnsan ve değerleri, sf. 106, Türkiye Felsefe Kurumu yayınları, 1998.
2 a.g.e. sf.
105.
3 a.g.e. sf.
106.
4 Felsefe
Terimleri Sözlüğü, sf. 68, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1975.
5 a.g.e. sf.
3.
6 a.g.e. sf.
3.
7 a.g.e. sf.
5.
8 a.g.e. sf.
4.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)