08 Ağustos 2009

3G sizi mutlu eder mi..?

3 G sizi mutlu eder mi...?

Fikret Başkaya*

Teknoloji hârikalar yaratıyor ve her teknik ilerleme insanlık fotoğrafını daha çok karartıyor. Ve insanlara şimdilik sabrederler, ilerlemenin ‘geçici olumsuzluklarına’ katlanırlarsa, ilerde dünya cennetinde yaşayacakları söyleniyor... Onlara gösterilen madalyonun sadece bir yüzü... İlerlemenin ve onun bir aracı olan teknolojik harikaların neyi yaptığına odaklanınca, neyi bozduğu gözden kaçıyor. Oysa bilimsel-entellektüel faaliyet, ancak insâni-toplumsal olayları ve süreçleri çelişik karekterleri, antinomik bütünlükleri itibariyle kavradığında bir kıymet-i harbiyeye sahip olabilir. Halk arasında ‘ilerlemeye karşı çıkılamaz’ düşüncesi geçerli. Böyle bir şey söylemek, sermayeye ve devlete karşı çıkılamaz demeye gelir. Zira, kendinden menkûl ilerleme denilenin gerisinde bu ikisi var. Ancak bu ikisi varsa bilimsel-teknik ilerleme mümkün...

Eğer ilerlemenin gerisinde devlet ve sermaye varsa, egemen olmanın ve kâr etmenin hizmetindeki ‘modern teknolojinin’ tarafsızlığından söz etmek abestir... Asıl kafa karışıklığı yaratan şey de, bir meta uygarlığı, tam bir sömürü metabolizması ve/veya ölü-emek uygarlığı olan, eşyayı onu üreten insandan mûteber sayan, mantığı ve özü itibariyle de amoral [ahlâk dışı] olan kapitalist çağın ‘modern teknolojisinin’, kapitalizm öncesi dönemin zanaatlarıyla bir ve aynı şey sayılmasıyla ilgili. Oysa, kapitalizm öncesi dönemin uygarlıklarında geçerli zanaatlar sömürünün ve kâr etmenin, meta üretiminin hizmetinde değildi, farklı kaygıların ve ihtiyaçların hizmetindeydi; o teknolojiler kullanım değeri üretmenin hizmetindeydi. Söz konusu toplumsal formasyonlarda ekonomi topluma içkindi, onda içerilmişti [mündemiçti] ve ona tabi idi...

Kapitalizmle birlikte bu ilişkinin yönü ve mahiyeti değişti. Ekonomi toplumun öteki veçhelerinden bağımsızlaştı ve onları kendi mantığına tâbi kıldı. Şimdilerde teknolojinin dizginlerinden boşanıp, tam bir kâbusa dönüşmesinin gerisinde işte bu terslik var... Egemen elite ve bir bütün olarak ayrıcalıklı sınıflara mensup olan yeryüzünün efendileri cephesinin, teknolojik ilerlemeyi yüceltmesi anlaşılır bir şey, zira modern teknoloji onların dünyanın beşeri ve doğal zenginliğini yağmalamak demek. Bu yüzden her yeniliği, her teknik ilerlemeyi mutlaka olumlu bir şey sayıp-yücelteceklerdir. Daha rafine ve ‘hümanist’ olanlarıysa, bazı olumsuzluklar söz konusu olsa da, bunun kimi reformlarla, iyileştirmelerle aşılacağını düşünüyorlar. Çünkü, kapitalizmin ameliyat edilemezliğinin farkında değiller... Kapitalist patronlar işçilere daha ‘iyi’ ücret öderse, iş güvenliğine riayet edilirse, kamusal kaynaklar silaha değil, eğitime, sağlığa, sosyal güvenliğe, kültüre harcanırsa, ekolojik gereklere uyulursa, Üçüncü Dünya’dan ithal edilen tarım ürünlerine, enerji ve madenlere daha ‘adil’ bir fiyat biçilirse, ilerlemenin olumsuzluklarının törpüleneceğini sanıyorlar...

Soru doğru sorulmalı

Eğer soru sorma aşamasında hata yaparsanız, vereceğiniz cevapların bir kıymet-i harbiyesi olmaz. Doğru soru şu olabilir: Neden Afrika’nın Asya’nın Latin Amerika’nın köylüleri emperyalist dünyanın ihtiyaç duyduğu şeyleri [kahve. kakao, çay, enerji, maden, vb.] üretip ihraç ediyor da kendi ihtiyacı olan şeyleri üretmiyor? Hümanist-rafine aydınların sorması gereken asıl soru, neden birileri [azınlık] zengin ve başkaları [çoğunluk] yoksulluk ve sefalet içinde? Neden dünya toplumları şimdilerde Kuzey/ Güney diye bölünmüş durumda? Neden Güneyin zenginliğine Kuzey el koyuyor ve Kuzeyde bir Güney, Güneyde de bir Kuzey var ve neden başka türlü olması mümkün değil?

Eski dönemlerin zanaatlarıyla bu günün teknolojileri aynı şey değil. Kapitalizmin ürettiği teknoloji, geleneksel zanaatların iyileştirilmiş - geliştirilmiş bir versiyonu değil. Su ile çalışan değirmenle, nükleer santral aynı şey değil. Arada sadece nicelik değil, nitelik farkı da var... Ünlü Alman filozof Martin Heidegger bu yüzden hidro-elektrik santralle, rüzgar değirmeni arasındaki nitelik farkına gönderme yapıyordu...

Kapitalizm çağında, kâr etmenin hizmetindeki teknoloji demek, her seferinde daha çok üretmenin hizmetinde olmak demektir ki, bir başına bir varlığı söz konusu değildir, başka amaçlara eklemlenmiş durumdadır... Bir yere kurulan 20 adet yel değirmeniyle, bir veya birkaç nehir vadisine kurulmuş 20 barajı aynı şey saymak, sorunu anlamak istememek demektir. 20 adet barajın orada yaşayan insanlar, doğal çevre, tarihsel miras, iklim, vb. alanında ortaya çıkardığı sayısız olumsuzluklarla 20 yel değirmenin ortaya çıkardığı durumu bir ve aynı şey saymak mümkün değildir.

Teknoloji yansız mıdır?

Soruyu şöyle de formüle edebiliriz: bölgeye kurulan 20 yel değirmeni, o bölgenin insanlarını göçe zorlar mı? O bölgedeki tarihi yok eder mi? Toprağın kimyasal yapısını bozar mı? Havanın nem oranını değiştirir mi? Hava sıcaklığını artırır mı?.. Bu konuda sorular sormaya kalktığınızda cevap hazır: ilerlemeye karşı mısın? İlerlemede, gelişmede ne kötülük var, elektriği bırakıp muma, çıraya mı dönmemizi istiyorsun? Söylenen kabaca şöyle: Kötü olan teknoloji değil, onun nasıl kullanıldığıdır. Teknoloji basit bir araçtır ve mutlaka yararlıdır... Onu iyi amaçlar için de, kötü amaçlar için de kullanabilirsin, zira, teknoloji yansızdır [nötr]. Teknolojinin yansızlığı [nötre oluşu] da başlıca iki gerekçeye dayandırılıyor:

Birincisi, teknolojiyi herkes kullanıyor; İkincisi, teknolojileri geliştirmek üzere kullanılan tüm bilimler de etik olarak yansızdır [nötr]... Velhasıl, sorun teknoloji ve teknik bilimle ilgili değildir... Bu yaklaşım halk dilinde at sahibine göre kişner özdeyişiyle ifade edilene gönderme yapıyor ama gözden kaçan bir husus var: Özdeyiş, atın huysuz olabileceği, yaramaz olabileceği ihtimalini dikkate almıyor.

Kapitalizmin ürettiği ‘modern teknoloji’ insanı insanlıktan çıkarmadan ve doğa tahribatını derinleştirmeden yol alamıyor. Her seferinde daha ileri teknoloji demek, daha büyük insânî, sosyal ve ekolojik kötülük demektir. Kapitalist kültür önce insanları soru soramaz hâle getiriyor, sonra da her türlü kepazeliği ilerleme, kalkınma, vb. olarak dayatmayı başarıyor. Haklı olarak, ünlü Hintli kadın yazar Arundhati Roy buna “kalkınma adına ilân edilmiş sivil savaş“ diyordu...

Harikalar yaratan ileri teknoloji neyi amaçlıyor, neyin hizmetinde, ne tür sonuçlar ortaya çıkarıyor?.. Sorun sadece, Atom bombası, kara mayınları, nükleer, kimyasal-biyolojik silahlar, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalarla [GDO], vb. ilgili değil. Kapitalist üretim bir bütün olarak canlı olan her şeye düşmandır... Öyleyse tarafsız, yansız bilim ve teknoloji, bilimin evrenselliği türü safsatasından yakayı kurtarmak gerekiyor. Teknolojik ilerlemeyle, çözülmesi gereken sorunlar arasındaki ilişkinin tersliği gözden kaçıyor. Onca öğünülen, hârikalar yarattığı söylenen modern teknoloji sorunları çözmenin bir aracı değil, tam tersine bizzat sorunun kendisi...

Dev adımlarla ilerleyen ‘modern teknolojiyle’ birlikte başka şeyler de ilerliyor: yoksulluk, açlık, sefalet, doğal çevre tahribatı, hızla yok olan biyolojik-kültürel çeşitlilik, anlam kaybı, sayısız insâni yabancılaşmalar... Kapitalist sömürünün hizmetindeki teknolojik ilerlemeyi ancak düşünme yeteneği dumura uğramış olanlar olumlayabilir... Zira, kapitalizmin mantığı sömürücüdür- sömürgeleştiricidir- merkezileştiricidir, metalaştırıcıdır... Toplumu ve doğayı sadece sömürülebilir bir rezerv olarak gören bir üretim tarzının ‘büyük insanlığa teklif edeceği bir şey olabilir mi? Kendisi sorun olan kapitalist teknoloji sorunların çözümünü temsil edebilir mi?

Marksist sol, teknoloji eleştirisi konusunda sınıfta kaldı

Marksist sol teknolojik ilerlemeyi hiçbir zaman kapsamlı-tutarlı-bütünlüklü bir eleştiriye tâbi tutmadı. Marx, diyalektik yönteminin bir gereği olarak, teknolojinin çelişik niteliğinin farkındaydı. Çeşitli eserlerinde bu soruna değinmekle birlikte bütünlüklü bir teknoloji eleştirisi yapmadı. Bazı yazılarında üretici güçlerin gelişmesine yaptığı abartılı vurgu onun teknoloji eleştirisinin görmezden gelinmesine neden oldu. Komünist Manifesto’da burjuvazinin ilerletici rolüne dair söyledikleri ve eserlerindeki başka bazı ifadeler, kapitalist teknolojinin tek yanlı olumlanması olarak anlaşıldı. Özellikle Komünist Manifesto’da burjuva teknolojisine coşkulu bir övgü yapılıyor ve şöyle deniyordu:

“Burjuvazi, yüz yılı ancak bulan sınıf egemenliği süresinde, daha önceki kuşakların toplamından daha kitlesel ve daha muazzam üretim güçleri oluşturdu. Doğa güçlerinin dizginlenmesi, makineleşme, sanayide ve tarımda kimyanın kullanılması, buharlı gemi işleyişi, demiryolları, elektrikli telgraflar, dünyanın her bölümünde toprağın işlenebilir hale getirilmesi, ırmakların ulaşım için düzenlenmesi, yerinden koparılan bütün insan toplulukları —daha önceki hangi yüzyıl, toplumsal emeğin bağrında böylesine üretim güçlerinin yattığını sezmiştir!”


Dikkat edilirse, yukarıdaki alıntıda burjuva teknolojisinin bir veçhesi sorun ediliyor ve sadece yapılandan söz konusu ediliyor. Madalyonun öteki yüzüne, yıkılana dair bir şey söylenmiyor... Fakat Marx başka yerlerde bu eksikliği kısmen giderici tespitler yapıyor. Mesela büyük sanayide işçinin durumuyla ilgili yazdıkları, onun sorunun çelişik karakterinin farkında olduğunu açıkça gösteriyor. Yoğun makine kullanımıyla işin [çalışmanın] özerkliğini ve çekiciliğini bütünüyle kaybettiğinden, ve proleterin makinenin basit bir uzantısı haline geldiğinden, çalışmanın itici- geriletici [repoussant] hale geldiğinden söz ediyor. Marx, sadece insana verilen zararlara değil, doğaya verilen zararlara da dikkat çekmişti. Ünlü eseri Kapital’de şunları yazıyor:

“ Üstelik, kapitalist tarımdaki her gelişme, yalnız emekçiyi soyma sanatının değil, toprağı soyma sanatında da bir ilerlemedir; belli bir zaman için toprağın verimliliğinin artmasındaki her ilerleme, aynı zamanda bu sonsuz verimlilik kaynağının mahvedilmesine doğru bir ilerlemedir”... “Kapitalist üretim, bu nedenle teknolojiyi değiştirir ve ancak bütün zenginliğin asıl kaynağını, yani toprağı ve emekçiyi kurutarak çeşitli süreçleri toplumsal bir bütün içinde birleştirir.”

Marx başka eserlerinde de teknolojik ilerlemeye benzer eleştiriler yöneltiyor ama o esas itibariyle teknolojinin kendisine değil, onun kapitalist sistem tarafından kullanılış biçimine itiraz ediyordu... Oysa bizzat kapitalizmin ürettiği teknolojinin tartışma konusu yapılması gerekirdi... Her şeye rağmen Marx’ın eserlerinde tutarlı bir teknoloji eleştirisine başlangıç teşkil edebilecek unsurlar mevcuttu.

Fakat, XIX’uncu yüzyılın sonundan itibaren ‘marksist sol’ bu bahsi tümden kapattı. II. ve III. Enternasyonallerin kaba marksizmi, hiçbir zaman kapitalizmin ürettiği ‘modern teknolojiyi’ tartışma konusu yapmadı. Marx sonrası sol teknoloji konusunda geçerli pozitivist ve iyimser yaklaşımı benimsemekle yetindi... Teknoloji yansızdır, önemli olan kimin tarafından kullanıldığıdır şeklindeki kaba yaklaşım II. ve III. Enternasyonal marksizminin de yaklaşımıydı. Oysa, insanın insan tarafından sömürülmesine son verildiğinde doğanın insanlık toplumu tarafından sömürülmesinin sona ereceğine dair kaba yaklaşım sakattı. Zira, doğa pozitivist felsefe tarafından sınırsız kullanılabilir bir rezerv ve ticaret [alım-satım] konusu bir meta olarak görülüyordu. Marx sonrası marksizm de bu yaklaşımı benimseyip, rotadan çıkmıştı...

Marksizmin kendi varlık nedenine yabancılaşıp, eleştirel-devrimci özünden arındırılarak, sendika, parti, ve devlet bürokrasilerini meşrulaştırma aracı haline geldiği koşullarda, artık burjuva teknolojisinin eleştirisi de dahil hiçbir sorunla ilgili eleştiri ve açılım mümkün olmayacaktı... Böylesi bir ortamda kapitalizmin ürettiği teknolojinin tahribatına dikkat çekenler, ya marksist olmayan düşünürler, ya da iki enternasyonalden bağımsız hareket edebilen, “resmi marksizmden” uzak durabilen marksist teorisyenler olacaktı: Martin Heidegger, Walter Benjamin [ekolojik muhalefetin ve anti- nükleer hareketin habercisi], Franfurt Okulu’nun ünlü düşünürleri [Theodore Adorno, Horkheimer, Herbert Marcuse, Habermas...], Jacques Ellul, Ivan Illich, Charbonneaux, vb.

Kapitalizmin ürettiği - kapitalizmi üreten teknolojiye karşı çıkmadan kapitalizme karşı çıkmak mümkün değildir...

Tutarlı bir teknoloji eleştirisi, öncelikle teknolojinin yansızlığı [nötr] safsatasından kurtulmaktan geçiyor. “Silahlar insanları öldürmez, insanlar insanları öldürür” türü genel geçer kabullerden uzak durmayı gerektiriyor. Zira, kapitalist teknoloji araç- amaç bütünlüğünü ortadan kaldırmış durumda. Modern toplumların tam bir anlam kaybı, manipülasyon ve rasyonalize edilmiş şiddet sarmalına kapılmış olmalarının gerisinde, sözünü ettiğimiz amaç- araç bütünlüğünün ters-yüz olması gerçeği yatıyor. Etik ve estetik kaygılara ve gereklere yabancılaşma, başlıca sorunlardan birini oluşturuyor.

Yunan kökenli ünlü Fransız düşünür Cornelius Costariadis, son söyleşilerinden birinde, “kapitalist toplumun uçuruma koştuğunu, zira hiçbir şekilde kendini sınırlayamadığını” söylemişti... “ Gerçekten özgür ve özerk toplum kendini sınırlamasını bilmek zorundadır, yapılmaması gereken şeyler olduğunu bilmek durumundadır, dahası yapmaya teşebbüs dahî edilmeyecek, arzu edilmemesi gereken şeyler olduğunu bilmelidir” derken, kapitalist teknik bilimin neden olduğu tehlikeye dikkat çekiyordu.


Eğer teknolojik gelişmeye [progrès technique] çelişik karekteri itibariyle yaklaşılır, sadece yaptığı değil, yıktığı da göz ününe alınırsa, ortaya çıkacak sonucun egemen burjuva düşüncesinin sunduğu gibi olmadığı, bir tür sıfır toplamlı oyuna benzediği görülecektir... Eğer bir kalorilik gıda maddesi üretmek için dokuz kalori enerji harcıyorsanız, ortalıkta üretilmiş ilave birşey de yok demektir ama insanlar üretilenin nasıl, ne pahasına üretildiğiyle, üretilenin doğa ve topluma neye mâlolduğuyla ilgilenmeme eğilimindedirler...

Ne demek istediğimize açıklık getirmek üzere bir-iki örnek şöyle olabilir. ‘Geleneksel’ teknoloji olan bin dokuma tezgahıyla bin aile onbin metre kumaş üretirken, yeni [ileri] kapitalist teknolojinin devreye girmesiyle yüz işçinin çalıştığı fabrikada yüzbin metre kumaş üretilmesi, ilk bakışta olumlu bir şey, büyük bir ilerlemeymiş gibi görünebilir. Oysa, bu durum dokuzyüz ailenin bir gelirden yoksun olması, gelir dağılımının kapitalist patron lehine bozulması, doğal çevre tahribatının artması gibi sonuçlar da ortaya çıkarma istidâdı taşımaktadır. Dolayısıyla resim işsiz kalanlar tarafından, doğal çevre tarafından farklı, yüksek kârlar elde etme olanağına kavuşan kapitalistler tarafından farklı görülecektir...

Bir günlük gazete, olumlayarak, bir hipermarketler zincirinin yetmiş yeni şube açacağını ve bunlarda üç bin kişi istihdam edeceğini yazdığında, resmin sadece bir kısmını göstermiş olur. Resmin tamamını görmek için kaç küçük esnafın iflasa sürükleneceğine, büyük marketlerin neden olacağı enerji israfına ve çalışanların ne tür koşullarda çalıştığına, vb. da gönderme yapmak gerekirdi...

Egemen cephe tarafından mutlaka olumlu sayılan, bolluğun, özgürlüğün, ilerlemenin, kalkınmanın vazgeçilmezi sayılan ileri teknoloji, karşı taraftakiler tarafından kolaylıkla, kölelik, güvensizlik, dışlanma, sosyal kriz, doğa tahribatı, Üçüncü, Dünya’nın yıkımı, vb. olarak görülebilir... Tıp teknolojisindeki bazı gelişmeler ortalama insan ömrünü uzatmayı başardı ama başka bazı ilerlemeler de bir dizi ‘modern hastalığın’ ortaya çıkmasına neden oldu. Kanser, diabet, obezite, vb. ortalama yaşam beklentisini ters yöne çekme potansiyeli taşıyor... Savaşlarda ölen insan sayısındaki devasa artış ‘ileri teknolojinin’ eseri. Son yüzyılda trafik kazalarında ölen insan sayısı II. Dünya Savaşında ölenlerden daha fazla...

Bir tür katliam halini alan bu ölümler neden tartışılıp-gereği yapılmıyor? Yapılmaz zira, orada yüksek çıkarlar var: otomotiv endüstrisinin, büyük petrol kartellerinin, oto-yol yapan büyük inşaat firmalarının baronları devasa kârlar elde ettikleri için... Üretilen her araba doğacak her çocuğa karşıyken bu saçmalığı bir ilerleme ve refah unsuru saymak niye... İş kazalarında ölenler milyonlarla, yaralananlar da yüz milyonlarla ifade ediliyor ve kimse gerçek rakamı bilmiyor. Zira, ayıbı açığa vurmak daha büyük ayıptır denmiştir.

“Darısı G4”e…?

Şimdilerde teknoloji harikası olarak sunulan G3 gündemde... Reklamcılar ve reklamcıların hizmetindeki “sanatçılar” bu amaç için seferber olmuş durumda... Bunun iletişim alanında bir mucize olduğu söyleniyor. Artık herkes G2’sini çöpe atıp sevgili G3’üne kavuşabilir. Bu saçmalığın bir ilerleme sayılması abes değil mi? İnsanlara önce ihtiyaçları olmayan bir şey satılıp, ihtiyaç haline getiriliyor, sonra da satılan şey sürekli yenileniyor. İnsanlar yeniye sahip olmak için çırpınıp duruyor ve yeniye sahip olduğunda mutlu olacağını sanıyor. Oysa ihtiyaçları olmayan lüzûmsuz bir nesnenin peşinde koştuklarının farkında değiller. Gerçekten cep telefonu diye bir şeye ihtiyacınız olduğuna inanıyor musunuz? Böyle bir araç belki bazı meslek insanları için gerekli olabilir: mesela ücra bir köyde sağlık ocağında çalışan doktor, ebe, hemşire, orman koruma memuru, çokuluslu bir şirketin yöneticisi, ‘emniyet müdürü, Afganistan’da ‘barışı tesis etmekte olan’ Amerikalı general, açık denizde balık avlayanlar, vb. ama benim gibi evinde ve işyerinde zaten telefonu olan biri neden cep telefonu alsın? Benim cep telefonum yok, bu güne kadar hiçbir iletişim sıkıntısı çekmedim. Evde telefon olmadığı zamanlarda da bir iletişim sorunum olmadı. Yararlı olmayan ama zararlı ve lüzumsuz olan bir şeye sahip olmak niye?

Sebebi çok açık: birilerinin kâr etmesi gerekiyor... Bir an önce G3 edinmek için sabırsızlananların bilmesi gereken bir şey var: Sizin ne G’1’e, ne G2’ye ne de G3’e ihtiyacınız yok. Ama cebinizde taşıdığınız lûzumsuz küçük şeyin hayatınızı tehlikeye atma riski yüksek... Telefonla mutlu da olamazsınız, zira maddi şeylerle mutlu olunmaz üstelik bir de lüzûmsuzsa... Aksi halde darısı G4’e denecektir...

· http://www.ozguruniversite.org

27 Temmuz 2009

Eğitimde Radikal Değişim Zamanıdır!

Eğitimde Radikal Değişim Zamanıdır

Atalay GİRGİN*

ÖSS sonucunda yaklaşık 30 bin öğrencinin “sıfır çekmesi”nin açıklanmasıyla birlikte ilgili ilgisiz birçok kişi, hem genel olarak eğitim hem de asıl olarak ilk ve orta öğretim üzerine konuşmaya, görüş beyan etmeye başladı. Sanki bu durum hiç bilinmiyormuş gibi, kimi “eğitimin sefaletinden”, kimi “ilk ve orta öğretimde eğitimin iflas”ından dem vurdu. YÖK Başkanı da, sorumlu olarak başında bulunduğu üniversitelerin ne halde bulunduğuna bakmaksızın, bu sonuçları “ortaöğretimde bir zafiyetin işareti” olarak değerlendirdi.

Açıklamaları okuyup da “bu insanlar başka bir ülkede, başka bir toplumda mı yaşıyorlardı?” dememek elde değil. Dahası, söz konusu değerlendirmeleri, açıklamaları yapanların, soruna ilişkin etkili çözüm önerileri üretip uygulamalarını beklemek de... Çünkü bu insanların bir çoğu yıllarca hem karar alma hem de uygulama açısından etkili olan kurum ve kurullarda yer aldılar ve bir kısmı da hala böylesi konumdalar. Etkili ve yetkili oldukları dönemlerde bu konuda kayda değer bir icraat yapmayanların, mevcut anlayış ve bakış açılarını koruyor olmalarına rağmen yaptıkları figan feryat açıklamaların da herhangi bir kıymet-i harbiyesi kalmıyor bundan dolayı. Aslında söylenenler körün fiili tarifinden daha öte bir değer de taşımıyor.

Oysa eğitimin hal-i pür mealini, içler acısı halini görmek için ÖSS sonuçlarının açıklanmasını beklemek gerekmiyordu. Fiilen şu ya da bu ölçüde eğitim öğretim sürecinin içinde yer alan, neliği ve gerçekliğiyle eğitim üzerine düşünen, soran sorgulayan insanlar, bu durumu yıllardır görmekte ve dillendirmekteydi. Tevazuya gerek yok, bu satırların yazarı da bunlardan biridir. “Öğretmen ; düzenin duvarındaki tuğla” adlı kitabımda, mevcut durumuyla eğitimin asıl olarak neye hizmet ettiğini ve niçin yapıldığını belirttim defalarca. Keza mevcut durumu görmek için ÖSS sonuçlarını beklemeyen başkaları da vardı. Bu insanların hepsine değinmeyeceğim ama birini de belirtmeden geçmeyeceğim : Fikret başkaya.

Yıllardır, birçok konunun yanı sıra, eğitime ilişkin de sorgulamalar yapan, eleştirel yaklaşımıyla düşünceler ve öneriler üreten Fikret Başkaya, ÖSS öncesi yazdığı “Sınav sanayi ya da eğitimin sefaleti” başlıklı makalesinin daha ilk paragrafında, “Türkiye’de en hızlı gelişen sektörlerden biri ‘sınav sanayii’...” saptamasını yaptıktan sonra ekliyor : “Fakat gözden kaçan çelişik bir durum var: sınav sanayii sektörü hızla gelişirken eğitim sistemi çöküyor”1. Birilerinin bilmezlikten göremezlikten geldiği, ÖSS sonuçlarının ardından fark etmiş gibi yaptıkları durumu belirtmekle yetinmiyor Başkaya. Aynı zamanda soruyor : Buraya nereden ve nasıl gelindi? Sorunun yanıtını, sistemin işleyişinden, eğitimin metalaştırılma sürecine, öğretmenlerin işlevinden dershanelere, vb.’ye dek değişik açılardan ortaya koyuyor yazıda.


Eğitimin mevcut durumunu toplumsal bir sorun olarak algılayan Başkaya, “Eğitim bir haktır” dedikten sonra, olacakları öngörürcesine “Yarın yine ÖSS yapılacak. Bir ay kadar sonra sonuçlar açıklandığında televizyonlar ve gazeteler ‘en başarılı’ üç öğrencinin başarısının sırrı üzerine yazılar yayınlayacak canlı yayınlar yapılacak, ‘uzmanlar’ da derin tahliller yapacak, özel üniversiteler birincileri kapmak için yarışacak, bu vesileyle özel dershaneler şampiyon çıkarmakla öğünecek, lâkin geleceği kararan milyonlarca genç insanın ve ailelerinin kaderi asla tartışma konusu yapılmayacak...” sözleriyle noktalıyor yazısını.

Başkaya’nın noktayı koyduğu yerden başlamak gerek. Bu tablonun önümüzdeki yıllarda da yinelenmemesi için, hem yaklaşım hem de uygulamalar bazında ve zaman geçirmeksizin kısmen radikal kısmen de reformist ve demokratik değişim ve dönüşüm için adımlar atmak gerek. Salt eleştirel bir yaklaşımla yetinmeyip öneriler üretmek de…. Çünkü bu toplumsal bir sorundur ve sonuçları yalnızca ÖSS ile sınırlı değildir. Aksine toplumsal yaşamın tüm alanlarıyla ilgilidir. Çözüm yolları ve buna ilişkin öneriler de, bundan dolayı, toplumsal öncelikler ve toplumsal yarar ekseninde belirlenmek zorundadır.

Buradan hareketle soruna öncelikle iki açıdan yaklaşmak gerek : Birincisi, yapılması gereken eğitimin neliği, işlevi, amacı ve içeriğinin ana hatlarıyla belirleneceği, genel kabuller ya da ilkeleri içeren kuramsal boyut. İkincisi, şu andan başlayarak hızla yapılması, uygulamaya konulması gereken pratik öneriler ve düzenlemeler boyutu2.

Değişime İlişkin Genel Kabuller ve ilkeler :

02 Temmuz 2009

Reklamlar İnsana ve Doğaya karşı...

Reklamlar İnsana ve Doğaya Karşı...

Fikret Başkaya

Kapitalizm, mantığının ve temel işleyiş ‘yasalarının’ bir sonucu olarak, her seferinde daha çok üretmeden varolamıyor veya her ileri aşamada daha çok üretmeye mahkûm. Lâkin, her seferinde daha çok üretebilmesi, üretilenin tüketilmesiyle mümkün. İkincisi, kapitalist üretimde asıl amaç insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kâr etmek üzere değişim değeri üretmektir. İnsan ihtiyaçlarının tatmin edilmesi gereğiyse, kâr etmenin bir türevidir.

Oysa medenî bir insan toplumunda, insan ihtiyaçlarını tatmin etmek üzere kullanım değeri üretilmesi gerekirdi. Şimdilerde insanlığın yüzyüze geldiği sayısız kötülükler ve saçmalıklar, araçlarla amaçların yerdegiştirmesi ters-yüz olması, velhasıl öküzün arabanın arkasına koşulmasının sonucu... Bu kepazelik kendinden menkûl bir bilim ve sürekli kutsanan bir yeni, yenilik/yenilikçilik retoriğiyle tartışılır ve anlaşılır olmaktan çıkıyor. Sistem üretim ve tüketim çılgınlığı üzerine oturuyor ama bu dünyada üretimin de tüketimin de bir karşılığı var, olması gerekiyor. Zira dünyanın kaynakları sınırsız değil.

Türkçenin henüz öztürkçeleştirilmediği dönemde, tüketim ve tüketici yerine, istihlâk ve müstehlik kelimeleri kullanılırdı. Bilindiği gibi, istihlâk helâk’tan türemedir. Helâk: mahvolma, ölme, harcanma... gibi anlamlara geliyor. Fransızca’da Latince cum-summa dan türeme kelimelerden biri olan consumer de bitirmek, yok etmek, öldürmek, yakıp kül etmek... gibi anlamlarla yüklü... O halde insanların yaptıklarının, ne anlama geldiğinin bilincinde olmaları önemli. Eğer daha çok tüketmek daha çok tahrip etmek, daha çok yok etmek, daha çok kirletmek, daha çok atık [çöp] demekse, şu tüketim çılgınlığının saçmalığı açık değil mi?

‘Tüketebildikçe Mutlusun’ Aldatmacası

Bu sefil durum bir önkabule dayanıyor: daha çok tüketmek daha büyük mutlulukla özdeş sayılıyor. Tükettiğin kadar mutlusun, tükettikçe mutlusun, ne kadar çok tüketirsen o kadar çok mutlusun... Elbette çelişki ve saçmalık bununla sınırlı değil, öyle bir burjuva uygarlığı ki, birilerinin [azınlık] daha çok tüketebilmesi, başkalarının [çoğunluk] gerekli olanı tüketemez duruma gelmesiyle, yaşam için gerekli asgarî araçlardan yoksun bırakılmasıyla mümkün... Şimdilerde 1 milyar insan açlıkla cebelleşiyor, yılda silahlanmaya 1400 milyar dolar, reklamlara da 450 milyar dolar harcanıyor...

Sadece bu rakamlar burjuva uygarlığının ne menem bir şey olduğunu, insanlığı ne duruma getirdiğini göstermeye yeterli değil mi? Maddi tüketimle insan mutluluğu arasında doğru yönde bir ilişki olduğunu varsaymaktan daha büyük aymazlık olabilir mi? Sistem, çoğunluğu akıl almaz bir sefalete mahkûm ederken, çok tüketen azınlığı da insanlıktan çıkarıyor ama ne hikmetse ona da ‘mutlu azınlık’ diyorlar... Demek ki, herkes için aynı anlama gelen bir mutluluk tanımı yok... İşte onca övünülen, onca yüceltilen kapitalist uygarlığın marifeti... Ortalıkta medeniyet tanımına uygun bir şey var mı?

Adına yarışır, medenî bir insan toplumunun bazı değerlere dayanması gerekir, işte paylaşım, dostluk, kardeşlik, karşılıklı saygı ve sevgi, zayıfları kayırma, hoşgörü, eşitlik ve özgürlük bilinci, estetik duyarlılık, estetik-entellektüel etkinlik, v.b... Sadece ahlâk dışı değil, ahlâka da karşı olan kapitalizmin kitabında bunların hiçbirine yer yoktur. Orada söz konusu olan rekabet, para, güçlünün yasasıdır ve insanın ürettiği eşya [şeyler] onu üreten insandan daha ‘değerlidir’... Kapitalist sistemin devamı için daha çok üretme zorunluluğu var ama üretmekle iş bitiyor. Üretilenin mutlaka satılması [realizasyon] gerekiyor. Fakat sistemin kaçınılmaz olarak bir kutupta zenginlik biriktirmesi, karşı kutupta yoksulluk ve sefalet biriktirmesine bağlı olduğu için, üretilenin satılması yani realizasyon ekseri sorun oluyor. Kapitalizm toplumsal eşitsizlik yaratmadan ve onu derinleştirmeden yol alamıyor.

Reklamın ve Reklamcının Misyonu

İşte reklamın ve reklamcının pis misyonu bu aşamada ortaya çıkıyor ve söz konusu pürüzü aşmak üzere devreye giriyor. Reklam potansiyel müşterilerin [satın alabilir durumda olanlar] daha fazla satın almasını sağlamak üzere kelimeleri deforme ediyor, dili ve sembolleri manipüle ediyor, kelimelerin ve kavramların içini boşaltıyor. İnsanlarda satın alma istek ve arzusunu harekete geçirmek için göze pek görünmeyen bir strateji uyguluyor. Bütün bu reklam stratejisinin amacı insanları satın almaya ikna etmek ve o amaç için aldatmaktır.
Reklam, kimi zaman gülünç, kimi zaman ‘sempatik’, kimi zaman da şaşırtıcı görüntü, imaj ve dille tehlikeli bir iş yapıyor, sürekli yenilenen bıktırıcı imajlar, sözler, görüntüler, sesler, vb. insanları alıklaştırıp- yaşamın anlamını yok ediyor. İnsanların düşünme yeteneğini köreltiyor, iyiyle- kötü, doğruyla-yanlış, güzelle-çirkin ayrımı yapmasını zorlaştırıyor. Bunları yazarken reklamcı taifesinin: “siz insanları akılsız, öyle kolay kandırılır yaratıklar olarak mı görüyorsunuz, bu onlara harekettir...” dediklerini duyar gibiyim ama dananın kuyruğu öyle değil.

Zira yaptıkları söylediklerini yalanlıyor. Asıl amaçları insanları satın almaya ikna etmek üzere etkilemek değil mi? Oysa insanlar pekâlâ manipüle edilebiliyor ve etkilenebiliyor ve şartlandırılabiliyor... Elbette bıktırıcı tekrar da işlevsiz değil. Bu yüzden George Orwell haklı olarak: “64 bininci tekrarda herşey gerçek haline gelir” demişti... Gerçekten bir şey ne kadar çok tekrarlanırsa bilinçaltına yerleşme olasılığı da doğru orantılı olarak büyüyor... Bu konuda şartlı refleks denilenle ilgili bildiğinizi hatırlamanız yeterli...

Reklam/cı Her Pazarın ve Her Malın Hizmetinde

Fakat reklâmcı sadece mal satmanın hizmetinde değil, politika pazarında da etkili, zira politika da giderek metalaşmış bir faaliyete dönüştü. Seçilmenin yolu artık reklamdan ve reklamcıdan geçiyor. Bu politikanın iflası demektir. Şunun için ki, mâlûm “politika toplumsal yaşamı adalet içinde düzenlemek” anlamındadır... Oysa reklam ve reklamcının istediği yurttaş değil tüketicidir... Reklamcının başarısı insana insanlığını unutturmaktan geçiyor. Ünlü çokuluslu reklam şirketi DDB’nin patronu Bill Benbach : “Onları bön ve aptal hale getir [ Keep them simple and stupid]” derken, reklamla amaçlananın ne olduğunu pek de nâzik olmayan bir üslûpla ifade ediyordu... Reklamcı her türlü imkân ve aracı kullanarak potansiyel müşteriyi satın almaya ikna ediyor. Bu amaçla insanları ‘çocuklaştırması’ gerekiyor... Başka türlü söylersek reklamcının imâl etmek istediği insan ‘çocuk olarak kalmış, çocuklaşmış büyüklerdir’... ‘büyümüşte küçülmüş değil de, küçülmüş de büyümüş... Şu malı veya hizmeti satın alırsan mutlu olursun, almadığın zaman mutsuzsun. O halde reklamın önce insanda mutsuzluk duygusu, eksiklik duygusu yaratması gerekiyor ki, mutluluğa terfi etmek üzere önerilen ürünü satın alsın. Velhasıl mutsuzluk durumundan kurtulmanın yolu satın almaktan geçiyor...

Elbette sadece satın almak değil, herkesin aynı şeyi satın alması, daha çok, daha çok ve daha çok satın alması... durmadan satın alması... Öyle bir insan ki, nedensiz ve amaçsız, dur durak bilmeden satın alıyor, satın almak için satın alıyor ve satın aldığı için ‘mutlu’ olduğunu sanıyor. Reklam sahip ol diyor, insan ol demesi mümkün değil. Metroda bir reklam gözüme batmıştı... batmaması mümkün mü... İştahla çikolatalı pastayı yiyen genç kızın resminin altında: “ mutlu et kendini” yazılmıştı. Reklamda sanki iki farklı kişilik resmediliyordu veya genç kızın kişiliği ikiye bölünmüştü: biri mutsuz olan ve pastayı yiyince mutlu olacak olan, diğeri de yeme fiilini gerçekleştirmek üzere pastayı satın alacak olan... Reklamların tahribatının nerelere vardığının sadece bir örneği... Asgari sağduyu ve düşünme yeteneğine sahip biri daha çok sahip olmak eşittir daha büyük mutluluk denklemine itibar eder mi? Ne kadar sembol ve değer varsa insanları tüketim düşkünü, tüketim bağımlısı [ alkol, uyuşturucu... bağımlısı gibi] yapmak üzere seferber ediliyor...

Bir şey üretmek demek doğadan bir şeyler almak, eksiltmek demek ve kullanılan doğal kaynaklar sınırsız değil. Kapitalist üretim ve onu meşrulaştıran kendinden menkûl “iktisat bilimi”, doğal kaynakların sınırsız olduğunu ilân etti. Böyle bir saçmalığa insanlar inandırıldı. Reklamlar her gün binlerce defa ‘daha çok tüket’ diyor lâkin üretilenin çoğu çöpe atılıyor. Çöpe atmak için üretimin kural haline geldiği bir dünyada milyonlarca insan açlıktan ölüyor ve hâlâ kapitalist üretim tarzının yegane rasyonel üretim tarzı olduğuna insanlar inandırılmak isteniyor. Üretim ve tüketim çılgınlığı ve atıklar doğa tahribatını derinleştirirken, insanı, toplumu ve doğayı kirletiyor. Aslında çöp dağlarına bakarak insanlığın içine sürüklendiği sefil manzaraya dair fikir edinmek mümkün... Reklamlar üretilenin eskimesine izin vermiyor. Yeni olan muteberdir düşüncesi sürekli yenilenip, tam bir saplantı haline getiriliyor ve tabii durmadan şeylerin yenileri üretiliyor ve yeniye sahip olmak mutlu olmak demek... Reklamlar ürün fiyatlarını yükseltiyor ve ‘kaliteyi ucuza’ aldığını sanan şanslı tüketiciye yükleniyor. Ödediğiniz fiyata reklam maliyeti de dahil...

Reklamlar basın özgürlüğünün de düşmanı. Şimdilerde yazılı basın, radyo ve televizyon reklamlarla ayakta kalabiliyor ve reklamı verenler de büyük çokuluslu şirketler. Şirketler reklamı kestiğinde televizyonun da fişi kesiliyor, gazeteler kapanıyor, radyolar susuyor. Böyle bir durumda gazetecilerin reklamı eleştirmesi mümkün mü? Reklamı yapılan malın kalitesine dair itirazda bulunabilir misiniz? Zaten reklam tek yönlüdür ve reklama maruz kalanın söz hakkı yoktur. Reklamlara dair eleştirel bir yazının, haberin yayınlanması mümkün mü? O zaman ancak reklamı sorun etmeyenler büyük medyada yer bulabilirler ve yalan ve tahrifat korosuna dahil olabilirler. Mesele okuduğunuz bu yazının veya benzerlerinin büyük gazetelerde yayınlanması, televizyonlarda yankı bulması mümkün mü? Böyle bir ortamda da başta yazılı basın olmak üzere medya denilenin bir tür reklam kataloguna dönüşmesi kaçınılmaz... Oysa basının [veya medyanın densin] adına lâyık olabilmesi, paranın ve devletin iktidarından bağımsız olmasıyla mümkündür.

Reklamlar İsrafın Hizmetinde…

Reklamlar israfın hizmetinde ve insanlara markalarla tuzak kuruluyor. Marka, malın kalitesini sorun etmeyi engelliyor ve değerinin çok üstünde satmanın da garantisi. Üstelik marka mal almak marifet sayılıyor. Ucuzluk kampanyaları ve promosyonlar israfı daha da büyütüyor. İnsanlar ucuza satın alma yanılsaması tuzağına düşürülüyor. İki alana üçüncüsü bedava türü kampanyalar insanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri satmak demek. Bir insanın ihtiyacı olmayan şeyleri ucuz olduğu için satın alması ne anlama geliyor? Ucuza satın alma da ekseri bir yanılsama olmak kaydıyla. Kaldı ki, gerçekten ucuzsa bile ucuza satın almak uzun vadede itibar edilebilir bir şey de olmamalıdır. Mallar emek harcanarak üretiliyor ve ucuza üretilmesinin koşullarından biri ve başlıcası da üreticinin, işçinin, esnafın, çiftçinin aşırı sömürülmesidir ki, bunun uzun vadede bumerang etkisi yaratması kaçınılmazdır. Reklamlar satın alma gücü olmayan insanları da ‘marka’ mallar satın almaya özendirip borçlandırarak düşük gelirli ailelerde gereksiz sıkıntılar, dramlar, huzursuzluklar yaratıyor, gençleri suça özendiriyor...

Tüketiciyi manipüle eden, gereksiz ihtiyaçlar yaratan, doğa tahribatını derinleştiren, erkek egemenliğini ve önyargıları pekiştiren, ürün fiyatlarını yükselten, insanları bunaltan, çevreyi kirletip-çirkinleştiren, sürekli yalan söyleyen... reklamlara karşı çıkmak gerekli ve mümkün. Bu saldırıya başta örgütlenerek, örgütlerle karşı çıkmak mümkün ama bireysel planda da yapılabilecek şeyler var ve bu ikisi birbirini tamamlamak durumunda. Reklam karşıtı örgütler oluşturmak ve muhalif örgütlerin bu konuda duyarlı ve sorumlu davranmalarını sağlamak için çaba harcanabilir. Kaldı ki, kapitalizme karşı mücadele ettiğini söyleyen örgütlerin reklamın tahribatı karşısında tepkisiz kalmaları, onu ciddiye almamaları anlaşılır bir şey değildir...

Sanatçının Reklamlarda İşi Yoktur

Her birimiz gönüllü yetingenlik tercihi yapabiliriz. Sade yaşamanın, azla yetinmenin insanlık demek olduğu düşüncesini yaygınlaştırmak üzere pekâlâ işe kendimizden başlayabiliriz... Kapitalizmin ve reklamların dayattığını değil de ihtiyacımız olana sahip olmakla yetinebiliriz. İsraf ordusundan firar edebiliriz. Bir şeyi satın almadan önce ve mutlaka bu bana gerçekten gerekli mi? sorusunu sorabiliriz. Reklamların kölesi olmamanın mümkün ve gerekli olduğunu kendi yaşamımızda gösterebiliriz. İnsan mutluluğuyla sahip olunan eşya arasında doğru yönde bir ilişki olduğuna dair genel-geçer yaygın ama saçma kabulün dışına çıkabiliriz. Asıl zenginliğin meta dünyasının dışında olabileceği düşüncesini yaygınlaştırabiliriz. Bunun için de işe sürüden ayrılarak başlayabiliriz...

Bu vesileyle reklamı sanat sayanlarla, reklamlarda rol alan sanatçılara da bir çift sözüm var: Bir kere reklam kirletiyor ve kirletme eylemiyle sanatın bir ve aynı şey sayılması abestir. Bizzat reklamın varlık nedeni sanatın ve sanatçının inkârıdır; ikincisi, gerçek sanatçının reklamlarda rol alması, bir şekilde reklama bulaşması kabul edilebilir değildir. İnsanları aldatıp-alıklaştıran, kirli ve kirleten reklamlarda rol almayı, bu sefil oyunda kendini maskara etmeyi içine sindiren biri kendi varlık nedenine ve kendi etiğine ihanet etmiştir. Sanat güzelin ve daha güzelin, hayatı güzelleştirmenin, ona anlam katıp-zenginleştirmenin hizmetinde, reklam da yalanın, insanı ve toplumu kirletmenin, doğayı tahrip etmenin hizmetinde olduğuna göre...

13 Haziran 2009

Sınav sanayii veya eğitimin sefaleti

Sınav sanayii veya eğitimin sefaleti
Fikret Başkaya*

ÖSS, KPSS, KPDS, TUS, ALES, TCS, AÖS, SBS, STS, JANU, YÇS, DGS, PMYO, TND, ÜDS, YÖS, ALS, AOS, SBS, YÖS... merkezî olarak yapılan sınavlardan bazıları. Sadece ÖSYM’nin 2009 yılı takviminde 34 sınav var. Görünen o ki, Türkiye’de en hızlı gelişen sektörlerden biri ‘sınav sanayii’... Fakat gözden kaçan çelişik bir durum var: sınav sanayi sektörü hızla gelişirken eğitim sistemi çöküyor. Eğitimin tüm aşamaları hızla özelleştirilip bir kâr metaı haline getirilirken. eğitim hem bir ‘hak’ olmaktan çıkıyor hem de eğitim sistemi varlık nedenine ve misyonuna giderek daha çok yabancılaşıyor. Şimdilerde Türkiye’de ‘ikili sistem’ geçerli ve özel [paralı] eğitim hızla devlet eğitiminin yerini alıyor. Devlet okulları özel eğitim kurumlarına ham madde veya ara-malı sağlar duruma geliyor... Öyleyse buraya nereden ve nasıl gelindi?

Bu sorunun cevabı eğitim sisteminin geçirdiği evrimde bulunabilir. Başlarda eğitim başlıca iki işlev görüyordu: devlet aygıtının ihtiyacı olan yönetici-bürokratik eliti yetiştirmek ve rejimin egemen [resmi] ideolojisini üretip, yaymak... Zamanla, kapitalist gelişmeye paralel olarak, bu iki işleve, sermayenin ihtiyacı olan ‘yetişkin’ işgücünü yetiştirmek de eklendi. Şimdilerde dördüncü bir işlev söz konusu: eğitimin bizzat bir kâr alanı, sermayenin değerlenme alanı, herhangi bir mal gibi alınır-satılır bir meta haline gelmesi... Şimdilik başta öğretmenler olmak üzere insanlar bu durumun vehâmetinin farkında değil. Bu süreç bu istikâmette yol almaya devam ederse, eğitim artık bir ‘kamu hizmeti’ olmaktan çıkacak ve ancak parası olanın satın aldığı bir meta haline gelecek. Bu eğitim-öğretim faaliyetinin kapitalist işletmelerin etkinlik alanı haline gelmesi demektir ki, daha şimdiden bu yolda önemli bir eşik aşılmış durumda. Özel dersaneler, özel okullar, özel üniversiteler, özel dersler hızla çoğalıyor ve devlet okullarını ‘önemsizleştiriyor’, ‘değersizleştiriyor’. Orta dereceli devlet okullarıyla özel dersaneler arasında bir işbölümü oluşmuş durumda: Devlet okulu özel dersaneler için bir pazar oluşturuyor ve diploma veriyor. Özel dersaneler ve özel dersler de öğrencileri sınava hazırlıyor. Amaç sınav olunca devlet okulunun verdiği diploma değersizleşiyor ve devlet okullarının varlık nedeni ortadan kalkıyor.

Bunun eğitici kesim olan öğretmenlerde de bir yabancılaşma ve ‘değersizlik’ duygusu yaratması kaçınılmaz. Artık araçla amaç ters-yüz olmuş, yer değiştirmiş demektir. Fakat bu sefil durumda öğretmenlerin dahli büyük ve yangına körükle gitmek gibi bir aymazlık içindeler. Kendi varlık nedenlerini tehdit eden kepazeliğe karşı çıkmak, bir kamu hizmet alanı olması gereken eğitim kurumlarını korumak ve savunmak yerine özel dersanelere koşuyorlar... Bindikleri dalı kestiklerinden haberleri yok mu?.. Kendi etiğine sahip çıkmayan, varlık nedenine ve misyonuna yabancılaşmış bir eğitimci, bir öğretmen, bir öğretim üyesi olabilir mi? Devlet okulunda öğretmediğini ikiyüz metre mesafedeki özel dersanede öğretiyor... Kent merkezlerindeki binaların bir kaç katı özel dersane ve okuldan çok dersane var...

Fakat devlet okulları da gizli bir özelleşme sürecine sokulmuş durumda... Hafta sonları ‘etüt’ adı altında özel dersler veriliyor. Bir öğretmen düşünün ki, kendi görev yaptığı okulda öğretmiyor da özel dersanede öğretiyor, haftanın beş gününde öğretmiyor da hafta sonu ‘etütlerinde’ öğretiyor, okulda değil de kendi evinde öğretiyor zira giderek özel dersler özel dersanelerle yarışır duruma geliyor... Özellikle büyük kentlerin orta sınıflarının oturduğu semtlerde öğretmen evleri birer “özel dersane” olma yolunda... Bu duruma kendini kaptırmış bir öğretmen artık her türlü meslekî etik kaygıdan da uzaklaşmış demektir ki, bu kendi varlık nedenini inkâr ettiği anlamına gelir... Zira, onun ‘özel çıkarı’ artık öğrencinin öğrenmesinde değil, öğrenmemesindedir, başarılı olmasında değil başarısız olmasındadır... Başarısız öğrenci sayısı ne kadar çoksa, öğretmenin kazancı da o oranda yüksek olacağı için... Durumun vehâmeti derken söylemek istediğim bu... Öğrencisinin başarısızlığından çıkar sağlayan bir eğitimci ve böyle bir eğitim sistemi ne anlama geliyor?

Devlet üniversitelerinde eğitimi paralı hale getiren sadece giderek artan harçlar değil. Yaz okulu, ikinci eğitim, eğitimin normal mesai saatleri dışına alınması, vb. gizli özelleştirme yollarından bazıları. Öğrenci başarısızsa yaz okuluna devam etmek zorunda ve yaz okuluna devam eden öğrenci sayısı ne kadar çoksa öğretim üyesinin ‘kazancı’ da o oranda yüksek olacak demektir. Zira öğrencilerin ödediği ders ücretinin %70’i ders veren hocaya kalıyor... Nasıl orta eğitimde öğretmen hafta içinde öğretmediğini hafta sonunda ‘öğretiyorsa’, üniversitelerde de öğretim üyeleri kışın öğretmediğini yazın ‘öğretiyor’... Öğretmenler pedagojik bir eğitimden geçerek öğretmen olduklarına göre çocukların yedi gün okula gitmesini nasıl açıklayıp-içlerine sindiriyorlar dersiniz?.. Orta öğretimde öğrenci çoğunluğu en azından hafta sonunu özel dersanelerde, özel derslerde ve ‘etütlerde’ geçirdiğine göre...

Fakat sorun sadece öğretmenleri ve bir bütün olarak eğitim kadrolarını angaje etmiyor. Eğitimin özelleştirilmesi, sermaye sınıfı için büyük kârlar vadediyor ve kamu okullarında verilen eğitimin kalitesini düşürüp, devlet okullarını ‘değersizleştirmek’ üzere ‘bilinçli’ bir politika izleniyor. Özel sermaye devlet tarafından oluşturulmuş alt-yapıyı kullanarak büyük kârlar sağlamayı amaçlıyor. Özel okul, özel dersane ve özel üniversite patronları yetiştirilmesi için hiçbir harcama yapmadıkları, emekçi sınıfın ödediği vergilerle yetiştirilen öğretmenleri ve öğretim üyelerini kullanıyor. Emekçi halkın ödediği vergilerle yetişmiş öğretmen ve öğretim üyelerini varlıklı sınıfın ve orta sınıfın çocuklarının eğitimi için seferber ediyorlar. Yegane amacı kâr etmek olan özel okullarda, özel üniversitelerde verilen eğitimin daha ‘kaliteli’ olduğuna dair de bir tevatür üretilmiş durumda. Elbette özel okul ve üniversiteler arasında görece daha iyi eğitim verenleri vardır ama istisnayı kural saymak gerekmiyor.

Özel okulda ders veren öğretmenler ithal olmadığına ve özel okulun amacı da kâr etmek olduğuna göre, bu okulların daha kaliteli eğitim verdiği iddiası tartışmalıdır. Özel okulda çocuk okutmak orta sınıf insanları için bir prestij, ‘aidiyet’ ve statü sorunudur ve tüketim modelini angaje eder. Bu kesimler için çocuklarının gerçekten daha iyi eğitim alıp almamasından çok bu vesileyle ortalama insandan ayrı bir ‘statüye’ sahip olma duygusu önemlidir... Evine 200 metre mesafede ‘iyi’ bir devlet okulu olsa bile çocuğunu mutlaka özel okula gönderecektir... Statünün bir gereği olarak... Özel okul ve özel üniversite eni-sonu kapitalist bir işletmedir tüm kapitalist işletmelerin tâbi olduğu kurallara tâbidir ve sermayenin mantığına boyun eğmek zorundadır...
Fakat eğitim, sağlık ve diğer kamu hizmeti niteliği taşıyan -taşıması gereken- hizmetlerin özelleştirilip bir kâr aracına dönüştürülmesinin başka saçmalıkları da var. İnsanlar yediği ekmekten, içtiği sudan tutun da akla gelen herşey için vergi veriyor, gelir vergisi ödüyor, bu vergiler niçin ödeniyor? Başta eğitim ve sağlık olmak üzere kamu hizmetleri için değil mi? Eğer bütün bu hizmetler özelleştiriliyorsa vergi vermek, üstelik bu kadar çok vergi vermek neye? Ödenen verginin bir karşılığı olması gerekmiyor mu?

Özel dersaneler ve sınavlar neyin hizmetinde?

Sınav bilgiyi, öğretimin ‘etkinliğini’ ölçmenin bir aracı sayılıyor. Aslında sınav, yapılan işten emin olmamanın itirafıdır. Eğer yapılan şeyden şüphe duyulmasaydı sınav diye birşeye de gerek olmazdı. Fakat bilinenin ve sanılanın aksine sınav sadece bilgi ölçmek amacıyla yapılmaz. Sınavın önemli bir işlevi de disiplin ve ehlileştermektir. Bilindiği gibi sınav, normal eğitim anlarından farklı bir ‘ortamda’ gerçekleşir, sınav ortamı bir gerilim ve korku ortamıdır. Sınavın bir diğer işlevi de ayıklamadır. İşte bizdeki özel dersane çılgınlığının asıl işlevi de ayıklamadır.

Orta öğretim aşamasında öğrencilerin yönü üniversiteye çevriliyor ama üniversitede liseyi bitiren öğrencilerin yaklaşık %20’ine yer var. Üstelik %20’nin tamamının da istediği üniversite, fakülte ve bölüme girmesi mümkün değil. Dolayısıyla üniversite’de okumak üzere lise diploması alan öğrenci iki engelle karşı karşıya: üniversiteye girememe ve istediği bölüme girememe. Bu durumda istediği bölüme giremeyenler de dikkate alınırsa, üniversitenin kapısından sadece %10 civarında öğrencinin geçebildiğini söylemek mümkündür. Böyle bir saçmalık olur mu? Böyle bir eğitim sistemi olur mu? Bizde var...

Her yüz öğrenciden doksanının önünü kesen, öğrenci nüfusunun yaklaşık %90’nını başarısızlaştırmayı-değersizleştirmeyi başaran bir eğitim sisteminde özel dersane çılgınlığı neden şaşırtıcı olsun!.. Özel dersaneler aslında akla zarar kurumlar ama bizde bu saçmalık tartışma konusu bile yapılmıyor. Bunların eğitimin kalitesini artırdığı sanılıyor. Tam tersine eğitimi daha da değersizleştiriyorlar. Özel dersaneler üniversiteye giren öğrenci sayısını artırmadığına göre...O halde özel dersaneye karşı olmak için iki neden var: Birincisi, bu kurumlar eğitimi özelleştirerek onu bir kamu hizmeti olmaktan çıkarıyor; ikincisi, üniversiteye giden öğrenci sayısını artırmadığı gibi bir dizi olumsuzluk da ortaya çıkarıyor.

Öğrenme-bilgilenme eylemi bütünüyle sınava kilitleniyor ve öğrenci test çözmek üzere ezberliyor. Bu durum pedagojik esaslar ve insan sağlığı bakımından zararlı. Öğrenciye okuma, düşünme, çevreyle bağ kurma, sosyalleşme imkânı vermiyor. Eğer özel dersaneler olmasaydı da az-çok aynı öğrenciler üniversiteye girmeyi başaracaktı... Özel dersanelerin bir başka olumsuzluğu da özel dersaneye verecek parası olmayan ailelerin çocukları aleyhine olmak üzere, zaten mevcut olan eşitsizliği daha da derinleştirmesidir... Dersaneye giden gitmeyene göre, hem dersanaye gidip hem de özel ders alacak durumda olan sadece dersaneye gidene göre avantajlı duruma geliyor... Ama sonuç itibariyle başarı test çözme başarısı ve ezbere dayanıyor... Velhasıl özel dersane ve ÖSS sisteminin yegane işlevi ayıklama ama ayıklama koskoca bir toplumu hasta etme pahasına mümkün oluyor, bu saçmalık normal bir durum olarak algılanıyor ve gerektiği gibi tartışma konusu yapılmıyor. Birilerine para kazandırdığı için...

Geçerli sistemde artık diploma da değersizleşmiş durumda. Mesela öğretmen olmak üzere dört yıl eğitim gören bir öğrenci, dört yılın sonunda diploma alıyor ama aldığı diploma öğretmenlik yapması için yeterli sayılmıyor, KPSS denilen bir sınava girmesi gerekiyor. Eğer öğretmenlik için ehil değilse niye diploma veriliyor? Kimbilir belki de ‘sınav sanayiinin’ ara-malı olsun diyedir. Velhasıl özel dersaneler eğitim sisteminin iflasının resmi...

Türkiye’de geçerli eğitim-öğretim sisteminde asıl söz olan, öğretimden çok eğitimdir. Amaç öğrenciye bağnaz resmi ideolojiyi enjekte etmek, düşünme ve soru sorma yeteneğini dumura uğratmak, ehlileştirmek, velhasıl egemenlik sistemiyle uyumlandırmaktır. İlköğretimin dördüncü sınıfından başlayarak üniversite sonuna kadar yaklaşık onüç yıl yabancı dil dersi okutuluyor ama öğrenci 13 yılın sonunda yabancı dili bilmiyor... Acaba dünya’da bunun bir örneği var mıdır? Tam onüç yıl okuyor ve öğrenmiyor... Demek ki, öğretmemek için 13 yıllık çaba gerekiyor... Eğer 13 yılda bir tek yabancı dili öğretmiyorsa bu zaman zarfında başka derslerde gerçekten birşey öğretildiğini söylemek inandırıcı mıdır? Eğitim sisteminin düşünmeyi öğretmediği, gençlerin düşünme yeteneğine zarar verdiğini söylemek bir abartma değildir. Bizde eğitim kurumları da zaten yarı-askerî kurumlardır...

Eğitim bir haktır

Eğitim bir haktır, insan potansiyelinin gerçekleşmesinin ve toplumun demokratikleşmenin hizmetinde olmalıdır. Dolayısıyla eğitimin bir hak oluşuyla, tanımı, içeriği ve amaçları arasında ayrılmaz bir bağ ve belirleyicilik ilişkisi vardır, olması gerekir. Bu da öncelikle eğitimin maliyetinin devlet bütçesinden karşılanmasını varsayar. Eğitim elbette ülkenin üretici potansiyelini artırma, başka türlü ifade etmek istersek, emek verimliliğini artırma işlevi de görecektir ama bu yeterli değildir. Eğitim aynı zamanda insan potansiyelinin gerçekleştirmenin, gerçek anlamda ‘yurttaş’ yetiştirmenin de hizmetinde olmalıdır veya aynı anlama gelmek üzere bu iki amaç arasında uygun bir denge gereklidir.

Eğitim alanında eşitliğin sağlanması, toplum sınıfları arasındaki eşitsizliğin giderilmesini varsayar. Aksi halde geniş toplum kesimlerinin eğitim sisteminin dışına atılması kaçınılmazdır. Bilindiği gibi ‘demokratik eğitim’ her sınıftan çocuğun eğitim kurumlarından eşit yararlanması demektir. Toplumsal ayrımın hızla derinleştiği, herşeyin paralılaştığı, metalaştığı, özelleştirme girdabına sokulduğu, soysuzlaştığı koşullarda, demokratik eğitim mümkün değildir.

Şimdilerde ‘eğitim reformundan’ söz edildiğinde, eğitimin özelleştirilmesi hedefleniyor ve kendinden menkûl bir ‘insan sermayesinden [capital humain]” söz ediliyor. Bu anlayış, bilgiyi bireyin özel çıkarı için kullandığı bir ‘özel mal’ sayıyor ve bilgi üretiminin sosyal karekterini yok sayıyor. Bu, toplumu bireylerin toplamından ibaret sayan bireyci anlayışın bir tezahürüdür ve doğrudan meta yabancılaşmasıyla ilgilidir. Keynes [kendi döneminde] Gayri Sâfi Milli Hasılanın [GSMH] yüzde ellisinin [meta kategorisine dahil olmayan] ‘kollektif mallardan’ oluştuğunu söylemişti. Marx’ın sözünü ettiği “ General intellect” de bu vesileyle hatırlanmalıdır. Marx bununla bilgi ve teknoloji üretiminin ‘sosyal niteliğine’ gönderme yapıyordu. Şimdilerde kamuya ait olan ne varsa özel şahışlar tarafından özel amaçlar için yağmalanıyor ve bu kepazelik bir de ‘ilerleme’, ‘kalkınma’, ‘rasyonalizmin gereği’ olarak sunuluyor...

Eğitim, eleştirel bilinci geliştirdiğinde, insanları, yaşadıkları topluma dair sorular sorabilecek ve çözümler önerebilecek yüksekliğe çıkarmayı amaçladığında gerçek bir anlam ve değer taşır. Eğitimin başlıca amacı gerçek anlamda ‘yurttaş’ yetiştirmek olmalıdır ve gerçek anlamda yurttaş eleştirel bilince sahip olandır... Oysa geçerli eğitim sistemi iki şeyin hizmetinde: Varlıklı sınıfların zenginliğini artırmak [sömürüyü derinleştirmek] ve egemenlik sisteminin [yönetici ayrıcalıklı elitin densin] yeniden üretimini sağlamak... Şimdilerde eğitim sistemi uygulayıcı, tüketici ve sayın seyirci üreten bir fabrikaya dönüşmüş durumda. Yarın yine ÖSS yapılacak. Bir ay kadar sonra sonuçlar açıklandığında televizyonlar ve gazeteler ‘en başarılı’ üç öğrencinin başarısının sırrı üzerine yazılar yayınlanacak canlı yayınlar yapılacak, ‘uzmanlar’ da derin tahliller yapacak, özel üniversiteler birincileri kapmak için yarışaçak, bu vesileyle özel dersaneler şampiyon çıkarmakla öğünecek, lâkin geleceği kararan milyonlarca genç insanın ve ailelerinin kaderi asla tartışma konusu yapılmayacak...

* http://www.ozguruniversite.org

25 Mayıs 2009

Yaratılışçılar çarpıtmadan, yalansız, iftirasız yazamaz mı?

Yaratılışçılar çarpıtmadan, yalansız,
iftirasız yazamaz mı?

Atalay GİRGİN*

Kısa bir açıklama :

Radikal’in “Tartışı-yorum” bölümünde yayımlanan, “Darwin evrim kuramıyla hangi Tanrı anlayışını yıkıyor?” ve “Felsefeciler hangi Tanrı’nın varlığını kanıtla(ma)yacak?” başlığını taşıyan yazılarıma ilişkin yapılan sözüm ona ‘eleştiri’ler üzerine düşündüm ve sordum : Bu yazılar anlaşılmayacak denli karmaşık mıydı? Terminolojiye, alanın özel, spesifik kavramlarına boğulup anlaşılmaz mı kılınmıştı? Önermeleri açık seçik değil miydi?

Bu soruların hiçbirine “Evet” yanıtını vermek mümkün değildi. Çünkü, anlaşılırlık ve önermelerin olabildiğince basit ve açıkça kavranması gerektiğini düşünerek yazmıştım. Özellikle ortalama zeka düzeyindeki her okurun kolayca, zorlanmadan kavraması, anlaması için.

Ne var ki, her iki yazıya da ‘eleştiri’/yorum yazan bir çok kişi, tepkisel bir biçimde ilk aklına geleni ifade etmekten öteye geçmiyordu. Daha doğrusu, terkisindekini boşaltıyor; midesindekini kusuyor; ne yediyse onu çıkartıyor ve etiketlemeye çalışıyordu. Sanki ya anlamıyor ya da anlamamak için özel çaba harcıyordu. Bu yalnızca benim adı geçen yazılarım için geçerli değildi elbette. Neredeyse başlığında ya da içinde evrim, Darwin, din ve Tanrı sözü yer alan ve eleştirellik taşıyan her yazının makûs talihiydi. Bu tavrı gösterenler de, istisnaları bir yana, genellikle “yaratılışçılar”dı. Oysa saplantılı ve yanılsamalı bilinç halleriyle malûl olmayan herhangi bir insan, anlamadığı bir yazıya, bir düşünce ya da önermeye ne karşı çıkıp yadsıyabilir ne de onu kabul edip savunabilir. En basitinden etik bir tavırdır bu.

Ancak, “yaratılışçılar” için böylesi bir kaygıdan söz etmenin ne denli uygun ya da geçerli olduğu çok ama çok tartışmalıdır. Çünkü onlar, kendi adlarının önünde yer alan sıfat ne olursa olsun, Darwin adını, evrim ve Tanrı sözünü duydukları her yazıya, anlayıp anlamama kaygısı gütmeksizin, benzer tepkiyi veriyor. Neredeyse aynı davranışı sergiliyorlar. Bir adresten üfürülen, çarpıtmaya dayalı bilgileri dökmeye başlıyorlar.

Aslında, hangi konu ya da sorun olursa olsun, o nesne, o uyarıcı karşısında bir anda benzeri davranış gösteren insanları gördüğümde klasik koşullanma yoluyla öğrenmeyi anımsıyorum. Ve “Pavlov’un köpeği” deneyi beliriyor zihnimde… Düşünüyorum da; bu durum insan için çok acı, çok utanç verici… Tam bir “Pavlov’un köpeği sendromu” tepeden tırnağa arz-ı endam eyleyen… Oysa hiçbir insan; dili, dini, etnik kökeni, siyasal ve felsefi düşüncesi ne olursa olsun, düşmemeli, düşürülmemeli bu hale ve kurtulmalı bu sendromdan…

İşte, kendi yazılarımın da başına gelenleri düşünerek, hem yazıya / yazmaya ve eleştirinin neliğine ilişkin genel bir çerçeve çizmek hem de özellikle “Felsefeciler hangi Tanrı’nın varlığını kanıtla(ma)yacak?” başlıklı yazıma ilişkin yapılan çarpıtma, yalan ve iftiraları yanıtlamak için bu yazıyı yazmaya karar verdim. Bir başka deyişle, bu yazı bir zorunluluktan doğdu. Yer yer pedagojik ve ders havası sezilse de, bu, benim özel seçimimden ya da üslubumdan çok, yazılarımı ve dolayısıyla beni kendine, daha doğrusu kendini bana muarız kılmaya yeltenenlerin yaklaşımlarından ve yazdıklarından kaynaklandı. Velhasıl; bu yazının ortaya çıkmasına vesile olanlara, başta dede ve torun olmak üzere, vecd içinde secde ettikleri Tanrı / Allah, önce hem akıl, fikir ve izan; hem erdemlilik, etik tutarlılık; hem akıllarını tez elden başkalarının ipoteğinden kurtarmayı, hem de yalan söylememeyi, çarpıtmalar ve iftiralarla başkalarını suçlamamayı ihsan eylesin! Sonra da ne muratları varsa versin… Gelelim sadede :

Yazmak sorumluluktur

Kalem kuşanıp yazmak sorumluluk üstlenmektir. Ak kağıdın üzerine düşürdüğünüz her sözcüğün, her önermenin değeri vardır. Bu değer bazen olumludur, bazen olumsuz. Her halükarda ödülden çok bedele açılır kapı. Ödül istisnaidir. Dahası en iyi ödül, anlatmak istediğiniz ya da anlattığınızın, okuyanlarca olabildiğince doğru anlaşılmasıdır. Bundan dolayı, bedeli ödemeye hazır olmak ya da yazmanın gerektirdiği her türlü sorumluluğu üstlenmeye hazır olmak gerekir. Bunun yolu ise sözünün / yazdığının sahibi olmaktan geçer. “Ben söyledim oldu” deyip sırra kadem basmaktan değil…

Yazılan her söz, her önerme, yayınlandığı an sizden bağımsızlaşır. Siz onunla ne anlatmak istemiş olursanız olun. Artık o sizin kontrolünüzden çıkmıştır. O andan itibaren, “ben aslında şöyle demek istemiştim” diyemezsiniz. Eğer eksik ya da yanlış yazmışsanız, maddi hata yapmışsanız; size düşen, özür dilemeyi, hatanızı, yanlışınızı kabul edip bunları gösterenlere de teşekkür ederek, düzeltme yoluna gitmektir. Çünkü okuyanlar devreye girmiştir. Okurların kimi, yazıda anlattıklarınızı anlar; anlatmak istediklerinizi neliğine uygun bir biçimde kavrar. Kimi anlamaz. Kimi ise, anlar ama anlamak istemez. Kimi ise anladıklarıyla anlamadıklarını paçallayıp, anlamış edasıyla sözüm ona ‘eleştiri’ye girişir. Yazdığınız önermelerin bildirdiği yargılar karşısında rahatsız olmuş, huzursuzlaşmıştır. Hatta bunları, harim-i ismetine bir saldırı sayma noktasına dek ulaşmıştır huzursuzluğu.

İşte bu yanılsamalı bilinç haliyle peydahlanan huzursuzluk, dogmatizmle malul önyargıların da eşliğinde yaşanan ve böylesi anlarda sık sık arz-ı endam eyleyen “akıl tutulması”nı tetikler. Harim-i ismetine saldırılmakta olduğu yanılgısı ve saplantısıyla, buna neden olduğunu düşündüğü kişiyi, olayı, olguyu, konumuz bağlamında ise yazıyı kendisine konu, nesne edinir. Amaç da söylem ve eylem de hem aracın türüne hem de yere ve zamana göre değişir. Keza söylem ve eylem de kişinin konumuna, çapına, sıfatına, birikimine, kendisine atfedilen ya da biçilen değerine göre… Bazen, yok etmek, varlığına son vermektir amaç. Bazen yalanla, çarpıtmalarla, hatta iftiralar ve küfürlerle, söylemediklerini söylemiş gibi algılatıp küçük düşürmeye çalışarak değersizleştirmek, geçersizleştirmektir. İkisinde de tahammülsüzlük ve öfke vardır. Ancak seçilen araç, öfkenin ve tahammülsüzlüğün dışavurumunda etkileyici bir unsur olarak kendini gösterir. Tabir-i caizse “bana uygun bir biçimde eylemek zorundasın” der.

Yazıya, yazı aracılığıyla eleştirisini, tepkisini, öfkesini, tahammülsüzlüğünü bildirmeyi seçen kişi, her ne olursa olsun, şu ya da bu biçimde söylemini mantığa, hem de sağlam bir biçimde, büründürmek zorundadır. Eleştiriyi şimdilik bir kenara ayırmak koşuluyla… İftirasına, yalanına, hatta çarpıtmalarına bile açık ya da örtük bir temel, bir referans noktası bulmak; yazının kendisinde bunları bulamadığında ise inşa etmek ya da uydurmak zorundadır. Hele hele hakkında, sözüm ona ‘eleştiri’ yapılan yazı başkalarının da gözünün önünde ve üzerinde hiçbir değişiklik yapılmadan duruyorsa… Çünkü hiç belli olmaz, yazılanları yalnızca okuyup geçmeyen, haksızlığa tahammülü olmayan biri çıkıp pat diye, en azından yapılanın “ÇARPITMA” olduğunu yazıverir büyük harfle. Tıpkı, Radikal “Tartışı-yorum” bölümünde yayınlanan “Felsefeciler hangi Tanrı’nın varlığını kanıtla(ma)yacak?” yazısına yöneltilen ‘eleştiri’ler karşısında, bir okuyucu / yorumcunun yaptığı gibi… Ki bu vesileyle, tanımıyor olsam da, teşekkür ederim, kendisine.

Kalem kuşanan erdemli olmalı

İnsan böyle bir durumda ne yapar? Eğer erdemliyse, etik tutarlılığa sahipse yüzü kızarır bunu okuduğunda ve en basitinden “yanlış yazmışım” der ya da “özür dilerim”... Hatta “Teşekkür ederim. Hata yapmışım, düzelteceğim” der ve düzeltir.

Ancak erdemliliği ve etik tutarlılığı kendisi gibi olanlarla ilişkiye indirgeyen ya da “dostlar alış verişte görsün” anlayışıyla işine geldiği yerde anımsayan birisi için geçerli değildir, yukarıda yazılanlar. Bunların yüzleri kızarmak bir yana, daha da pervasızlaştıkları görülür genel olarak. Dillerinden düşürmedikleri “ahlak, erdem, saygı, hoşgörü, dürüstlük, hakkaniyet, iftira atmamak, yalan söylememek, vb.” kavramlar tam bir ikiyüzlülüğün ve riyakarlığın delaletine dönüşür. Kendi yaptıklarını gizlemenin örtüsü, süsü olmaktan öteye gitmez.

Ancak ağzınızdan çıkan ya da düşündüğünüz her söz, yazıya dönüştüğü an, örtü de süs de çekilip alınmaya amadedir. Sorumlu ya da size göre sorumsuz biri / birileri, altında her şeyi özenle gizlediğinizi, sakladığınızı sandığınız peçenizi indiriverir. Kendinizi ve söylediklerinizi sorgulanmazlık zırhına almak için kullandığınız, olumluluk ya da olumsuzluk atfettiğiniz o büyük kavramlar altında sergilediğiniz önermeleri, kurduğunuz cümleleri sormaya sorgulamaya girişiverir. Ve “şapka düşer kel görünür”…

Bundan dolayı, daha girişte belirttim, yazmak sorumluluktur, diye : Bilmeyenler bilsin, unutanlar anımsasın istedim. Hele hele, aynadaki ya da fotoğraftaki suretini aslından daha çok önemseyenler gibi; akademik sıfatlarını kendilerinden daha çok önemseyenler, bu kisvelerin ardına sığınarak bazı kavramları yerli yersiz, gerekli gereksiz canlarının istediği her yere yapıştırmaya yeltenmesinler, kendilerinde böylesi bir hak görmesinler diye… Çünkü bu tür zevatların bir ‘yöntem’ ya da bir ‘üslup’ kıldığı bu yaklaşım / anlayış, öncelikle iki açıdan uygun değildir :

İnsan “Şey”leştikçe çarpıtma, yalan ve iftiraya girişir

Birincisi, yerli yersiz, gerekli gereksiz her yerde kullanmaya çalıştığınız kavramlar, giderek asıl işlevinden uzaklaşır, anlamsızlaşıp sıradanlaşır. Siz bununla ne denli önemli bir şey yaptığınızı ya da anlattığınızı sanırsanız sanın, onlar anlamsızlaşıp sıradanlaştıkça değersizleşir. Ve her geçen gün “şey”leşir. Nitelemek ya da yaftalamak için gerekli gereksiz kullanarak “şey”leştirdiğiniz ya da “şey”leşmesine katkıda bulunduğunuz her kavram, aslında farkında olmasanız da gün gelir sizi vurur. Bir bakmışsınız ki, “şey”leştirdiğiniz her kavramla “şey”leşen kendiniz olmuşsunuz.

Nacizane bir uyarı; “kulağınıza küpe olsun”. Kendinizden daha çok önemsediğiniz akademik sıfatlarınızın büyüsüne kapılıp kendinizi “şey”leştirecek işler yapmayın… Çünkü “şey” arada sırada ve asıl olarak da yerli yerinde telaffuz edildiğinde işlevseldir ama her yerde her zaman kullanılmaya gelmez. “Şeyin ağyarını mani efradını cami” kılmak gerektiği boşuna söylenmemiştir. İster dede olun ister torun, ister hoca olun ister öğrenci, siz siz olun “şey”leşmeyin, olur mu?

Dede ya da torun, eğer “Şey”leştiğimizi nasıl anlayacağız, diyorsanız, size birkaç ipucu : Göz göre göre, yüzünüz kızarmadan, bir yazıyı çarpıtıyorsanız; nesnesine aykırı bir biçimde ona sıfatlar yakıştırıyor, kavramlar yapıştırıyorsanız; yazıda olmayan bir şeyi varmış gibi yazarak, utanmadan yalan söyleyip sonra da yazarın yalan söylediğini iddia edecek kadar pişkinleşmişseniz; iftira sizin için vaka-i adiyeden herhangi bir davranış haline gelmişse, kusura bakmayın ama, siz çoktaann “şey”leşmişsiniz, demektir. Hem de iflah olmaz cinsinden… Sizi bu halinizle kabul eden/edecek Tanrı’nın da, ardında vecd içinde secde ettiğiniz Tanrı’nın da herhangi bir hükmü, aslında sizin de bildiğiniz gibi, kalmamıştır zaten. Ki artık siz, bir değil, gelmiş geçmiş her Tanrı’ya secde etseniz de “şey”likten kurtulmanıza faydası yoktur. Hiçbir Tanrı sizi “şey”likten kurtarmaya kadir değildir. Bundan kurtulmanız için mucize gerek! O mucize de, bir ya da çok, aklınızı tüm Tanrıların ipoteğinden kurtardığınız ve arınmaya başladığınız gün kendini hissettirmeye başlayacak!!!

İkincisi ise, akademik sıfatlarını bilim ahlakına, bilim insanı olmanın gerektirdiği etik tutarlılığa uygun olarak taşıyan; bırakın kavramları yerli yersiz kullanmayı, her sözünün hesabını vermeye hazır insanların da yanlış algılanmasına yol açma tehlikesinden dolayı doğru değildir. Böylesi insanlar düşünüşleri, söylemleri ve eylemleri ile taşıdıkları sıfatlara değer katar. Bazıları da sıfatların kendisine değer kattığını sanarak, bunların ardına sığınıp her şeyi söyleyebilme hakkına sahip olduğunu düşünür. Kimse unutmasın; bu toplum, akademik sıfatına istinaden ve utanmadan, televizyonlara çıkıp, Türkiye’de radyasyon tehlikesi olmadığını söyleyen profesör de gördü. Adını anmıyorum. İlgilisi bulup yazsın. Galiba hacı bile olmuştu zevat. Çernobil nükleer santralindeki kazadan sonraydı. Türkiye’nin kuzeyden güneye, doğudan batıya tüm komşularında radyasyon tehlikesi olduğu basında yazılıp çizilirken, bu zevat izleyicilerin gözüne baka baka, Türkiye’de radyasyon tehlikesi yoktur, diyebilmişti. Allah’ın hikmeti işte… Dört bir yandaki ülkelerde var ama Türkiye semalarına uğramadan geçivermiş!!! Kenardan kenardan, sınırları gözeterek dolaşmış mübarek!!! Bilim insanı olmakla, hokkabazlığı ve amirine, efendisine el pençe durup sahibinin sesi olmayı birbirine karıştırınca insan, hiçbir olumsuzluk sınırlardan içeri giremez. Her şey “Teğet geçer. Hamdolsun”…

Bundan dolayı, sıfatına binaen söz söyleyen, yazan her insan yazdıklarına da kullandığı kavramlara da dikkat etmelidir. Kavramlar kendi başlarına ne doğrudur ne de yanlış. Uygun yerde uygun zamanda kullanıldığı sürece işlevseldir. Öte yandan bir kavramın ya da bir adın telaffuz edilmesi, onun gerçeklikte de var olduğuna delalet etmez. Yazan da eleştiriye yeltenen de bunu unutmamalıdır.

Her yazı bir değerlendirmedir

Her yazı bir değerlendirmedir. İster kavramlar arası bir ilişki, sorgulama ve çözümlemeye dayansın; isterse düşsel / düşünsel ya da gerçekliğe dayanan ontolojik bir kavrayış, anlamlandırış ve sorgulayış üzerinde yükselsin ve bunun epistemolojik ifadesi olsun, her koşulda geçerlidir, her yazının bir değerlendirme oluşu.

Bu genellemeyi, türüne bakmaksızın edebiyattan felsefeye, bilimden siyasete dek her tür yazı için kullanmak mümkündür. Çünkü ister öykü, şiir, roman olsun, isterse dinsel, siyasal, bilimsel, felsefi teorik bir yazı olsun, bunların her biri kendi türlerinin karakteristik özellikleri ve yazarının kabulleri temelinde, nesnesine / nesnelerine ilişkin öznel ya da ‘nesnel’ bilgi ortaya koyan değerlendirmelerdir. Bu noktada, “nesnesi karşısında esaret bilime, özgürlük sanata götürür” diyen Mehmet Ali Kılıçbay’ı da anımsamadan geçmemek gerek.

Eleştiri ise bir değerlendirmenin değerlendirilmesi etkinliğidir. Bir değerlendirmenin her değerlendirilmesi bir eleştiri olmasa da, her eleştiri bir değerlendirmenin değerlendirilmesidir. Bunun yanı sıra, her eleştiri, nesnesine ilişkin, sorgulamaya dayanan saptamaları, belirlemeleri ve çıkarımlarıyla, şu ya da bu ölçüde ‘suçlama’yı içerir ama, asla suçlamaya indirgenemez. Bundan dolayı, nesnesine ve o nesneyi ortaya koyan özneye ilişkin yöneltilen herhangi bir suçlamaya, iftiraya ve nesnenin bütününün ya da bir kısmının çarpıtılmasına, bozulmasına dayanan değerlendirmeler eleştiri niteliğine haiz değildir.

Tarafsız önerme ve cümle yoktur

Konu edinilen, nesne edinilen herhangi bir yazıya ilişkin doğru ya da uygun bir eleştirel değerlendirme yapabilmek için ilk hareket noktası, onun ontolojik ve epistemolojik açıdan nesnesine uygun bir biçimde kavranması anlaşılmasıdır. Kabul edin ya da reddedin, bir yazının temel ve yan önermeleriyle ne anlattığını kavrayıp anlamamışsanız, eleştiri girişiminiz ya da eleştiriniz daha baştan sakatlanmıştır. Bundan dolayı, eğretilemelere, betimlemelere, imgesel ve çağrışımsal anlatı ve göndermelere yer vermeyen herhangi bir yazıyla karşı karşıyaysanız, öncelikle yapmanız gereken, onun temel ve yan önermelerini belirlemektir. Çünkü şiiri kısmen bir yana alırsak; edebiyatın tüm diğer türlerinde bile, betimsel, imgesel, çağrışımsal anlatıların yanı sıra, açık ya da örtük bir biçimde önermelere başvurulur.

Bu durum, edebiyat dışındaki, ister felsefi olsun isterse bilimsel araştırmaya dayansın tüm düşünsel ve anlamaya, anlamlandırıp anlatmaya yönelik alanlarda daha da başattır. Bunun temel nedeni, bir düşüncenin, bir bilginin ve hükmün hem bildirilmesi hem de temellendirilmesinde önermelerin işlevselliğidir. Dahası ne denli genellik hükmüne büründürülürse büründürülsün, her önermenin, hatta her cümlenin taraf olmasıdır. Bir kez daha belirteyim ve belirginleştireyim : Her önerme bir cümledir ama her cümle bir önerme değildir. Ve tarafsız önerme, tarafsız cümle yoktur.

Tarafsız bir önermenin, tarafsız bir cümlenin bile olmadığı koşullarda, herhangi bir konuyu, nesneyi, sorunu dile getiren, buna ilişkin bir düşünceyi anlatan yazının ve bunun, eleştirel ya da değil, her türden değerlendirilmesinin tarafsız olmasından söz edilemez. Okuyanın da yazanın da bunu belleğine kazıması ve asla unutmaması gerek. Ve hiç kimsenin, okuduğu bir yazı ya da o yazıya ilişkin eleştiri sıfatını hak eden herhangi bir değerlendirme karşısında hiddetlenip öfkelenmemesi, adabını bozmaması da…

Ne var ki, ‘eleştiri – yorum’ sözünün ardına sığınarak, çarpıtma, iftira ve yalan devreye girdiğinde denge bozulmuş demektir. Çarpıtma, iftira ve yalana sarılarak, konu edindiği yazıyı ve oradan da hareketle yazanını tabir-i caizse “av”lamaya yeltenip kendini sözüm ona “avcı” sanan herkes yanılır. Çünkü farkında olmasa da buna yeltenen kişi, aslında o andan itibaren kendini, “av” kılmaya çalıştığının insafına terk etmiştir. Dede/hoca, torun/öğrenci, her ikisinin de hal-i pür meali budur aslında… Sadece ikisinin değil tüm yaratılışçıların…

Yaratılışçılar çarpıtmadan, yalansız, iftirasız yazamaz mı?

Önce genelden başlayalım

Yaratılışçıların tüm iddialarını, bir genelleme düzeyinde, iki noktaya indirgemek mümkündür : Bunlardan birincisi, özellikle tek Tanrılı birer din olan Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’in bir dogmaya dönüştürdüğü “Adem ve Havva” mitosu / masalıdır. İkincisi ise, Darwin’in Evrim kuramıyla, insanın evrimleşme yoluyla maymundan geldiğini ileri sürdüğüne ilişkin iddiadır.

Yaratışçıların temel tezlerinden biri olan ve Darwin’e atfedilen böylesi bir önerme, kendilerinin bir uydurmasıdır ve yoktur. Çünkü Darwin, “insan, maymunun evrimleşmesi sonucu meydana gelmiştir” gibi ya da benzeri bir hüküm vermemiştir. Dolayısıyla, bu zevat-ı muhteremler, “yaratılış görüşü”nün temel direklerinden birini daha ilk hareket noktasından itibaren, alenen çarpıtma, yalan ve iftira üzerine kurmuşlardır. Tüm yaratılışçılar da sözlü ya da yazılı olarak bu uydurmayı yineleyip dururlar.

Öte yandan aynı yaratılışçıların, her şeyi yaratan, kazaya ve kadere hükmeden, yarattıklarından dilediklerini doğru yola ileten, istemediklerini ise kalplerini mühürleyip doğru yoldan ırak tutan bir Tanrı / Allah inancına sahip olduğu söylenir. Bu Tanrı’nın yalandan, iftiradan sakınmayı buyurduğu da iddia edilir. Keza yalan söyleyeni, iftira atıp kara çalanı cezalandıracağı da...

Bu noktada; eğer böyle bir Tanrı varsa ve önce bunları yapan yaratılışçıların yakasına yapışmıyor, onları çarpmıyor, elden ayaktan düşürmüyorsa, yalandan ve yalancıdan, iftira ve iftiracıdan, çarpıtma ve çarpıtmadan / çarpıtandan medet umuyor demektir. Bunlardan medet umacak denli acz içindeki bir Tanrı hiçbir şeye kadir değildir. Dahası var olduğu iddia edilen bu Tanrı ya asla mükemmel bir varlık değildir ya da ayan beyan yoktur. Ya da mükemmellik atfedilen Tanrı’yla yaratılışçıların Tanrı’sı bir ve aynı değildir. Ki o zaman, her halükarda bir değil, birden çok Tanrı vardır.

Hal böyleyse, bunların içinde, yaratılışçıların kendisine vecd içinde secde ettikleri Tanrı’nın da yalandan, iftiradan uzak durmayı buyurması, bunları yapanları cezalandırması da söz konusu değildir. “Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” misali… Böyle Tanrı’ya böyle kul… Bu durumda bu Tanrı’nın her türlü eksiklikten arî ve mükemmel bir varlık tasavvurunun ürünü olmadığını söylemek gerekir. Aksine bu Tanrı’nın, takım tutar gibi taraf tuttuğunu, yarattığı söylenen tüm insanlar karşısında adil olmadığını, bir gün mübah saydığını bir başka gün günah sayacak denli çelişki ve tenakuz içerisinde olduğunu da…

Şimdi sıra özelde
Radikal’in “Tartışı-yorum” bölümünde yer alan, “Darwin Evrim kuramıyla hangi Tanrı anlayışını yıkıyor?” ve “Felsefeciler hangi Tanrı’nın varlığını kanıtla(ma)yacak?” başlığını taşıyan yazılara ilişkin site içinde ve site dışında, sözüm ona ‘eleştiri – yorum’ ya da doğrudan karşı yazı (ki bu ilk başlık için geçerli) yazan bazı yaratılışçılar hala ağızları burunları, kolları bacakları ‘çarpılmadan’ yaşamlarını sürdürüyorlarsa, yukarıdaki önermelerin hükmü yalnız bugün değil, her daim geçerlidir. Çünkü başlıkları anılan yazıların ikisi için de çarpıtmalar yapılmıştır.

Birincisine dair bağımsız yazı kaleme alan ünlü bir İslamist yaratılışçı hoca, yazısının daha ilk paragrafına çarpıtmayla başlamış. “Atalay Girgin yanılıyor : …” başlığını taşıyan bu yazıyı, hızını alamayıp İngilizce’ye de çevirtip “Atalay Girgin is mistaken : …” diyerek bir dizi sitede yayınlamaktan geri durmamıştır. Burada yer alan bir dizi önerme ve benzer kalıp görüşler ‘eleştiri-yorum’ kisvesiyle Radikal’deki yazının altına eklenmiş olsa da söz konusu yazı site dışında yayınlandığı için ona yanıt vermenin platformu Radikal “Tartışı-yorum” bölümü değil. Başka bir yer ve başka bir zaman…

Ancak “Felsefeciler hangi Tanrı’nın varlığını kanıtla(ma)yacak?” başlıklı yazı için yapılan ‘eleştiri-yorum’lardaki çarpıtma, yalan ve iftira için geçerli değil bu. Söz konusu yazıyı, yaratılışçılığı savunmaya evrimi yadsımaya çalışan bir zevat-ı muhterem okumuş ve anladığı kadarıyla da, harim-i ismetine saldırı saymış2. Hem harîminin hem de ismetinin tehdit altında olduğu yanılsaması ve saplantısının hiddeti, öfkesi ve tahammülsüzlüğünün etkisiyle kendini kaybetmiş. Ve bu halet-i ruhiyesiyle bilgisayarın klavyesine sarılıp, ne yediyse onları çıkarmaya yeltenmiş. Ama nafile… Çünkü yazıya ve yazana ilişkin çıkardıklarının önemli bir bölümü mesnetsiz ve uydurma. Bunun nedeni ise ya okuduklarını bütünsel olarak kavrayıp anlamlandıramamak ya da gözü dönmüşlükle malûl bir kasıt. Bir bölümü ise söylem üretebilmek, kendisine gerekçe yaratabilmek için, anlayamadığı haliyle yazıyı cendereye almaya dönük etiketleme girişimi. Bir kısmı da dolgu malzemesinden ibaret3. İşte etiketlemenin, yalanın, çarpıtma ve iftiranın örnekleri :

Yalan ve iftira sahibini vurur

1- Yazının pozitivist olduğunu ve pozitivizmi yeniden servis etmeye dönük olduğunu söylüyor. Pozitivist etiketini yapıştırıveriyor. Ama buna dair ne yazıdan ne de diğer yazılarımdan en küçük dayanak yok. Bir okur, yazının pozitivizm olarak değerlendirilemeyeceği uyarısında bulunuyor. Ne var ki, buna rağmen imam bildiğini okuyor.

2- Yazının kendini tekzip argümanı yarattığını söylüyor ve ekliyor “Yazının ya başlangıçtaki teorik kurgusu ya da sonuç kısmı yalan”. Dayanak ne? Yok. Ama ya başlangıçta ya da sonuç kısmında, yani hangisi olduğundan emin değil; ancak ikisinden birinde mutlaka yalan söylediğimi iddia edecek kadar kendini kaybetmiş ya da kasıtlı olmalı. İnsanlıktan, erdemden, etikten nasibi olan birisi, nasıl olur da utanmadan, yüzü kızarmadan hem de yazının göndermelerini kontrol bile etmeden birine iftira atabilir? Ne var ki zevat, kendi bilinç halini dışavuruyor ve yalan söylediğim yalanını uyduruveriyor; itham edip iftira atıyor.

3- “On parmağında on marifet” var, yalnızca yalan söylemiyor. Fazla zekiliğinden olsa gerek, yazıdan, “Din “masal”mış, evrim teorisi değişmez sorgulanamaz bir yasaymış, yaratılış teorisi de safsataymış” dediğim ya da diyeceğim sonucunu çıkarıveriyor, çarpıtmayla, iftirayla. El insaf diyesim geliyor, ama her akademik sıfat taşıyanın gereğinden fazla önemsenmemesi, gözlerinde büyütülmemesi gerektiğini derslerde öğrencilerime söylediğimi anımsayıp gerisini yazmıyorum. İnsanları değerli ya da önemli kılan, taşıdıkları dinsel, etnik, mesleki, akademik sıfatlar değildir. Aksine bu sıfatlara değer katan, onları önemli kılan insandır. Yalnızca anımsatıyorum :

a) Yazımda “Din masal”dır deseydim eğer, hiç kuşkusu olmasın ki kimsenin, “Evet” derdim, bu şundan şundan dolayı böyledir. b) “Evrim teorisi değişmez, sorgulanamaz bir yasaymış”. Kim demiş bunu? Yazının neresinde geçiyor? Mantık dersi gördünüz mü ya da açıp da bir mantık kitabı okumadınız mı, ey zevat-ı muhterem? Bir felsefe öğretmeni olarak, böylesi bir önermeyi yazmak bir yana, kazara telaffuz etsem, 15-16 yaşındaki öğrencilerim karşısında bile yüzüm kızarır, utanırım. Ya siz nasıl oluyor da bu denli desteksiz, mesnetsiz atıflarda bulunup sonra da öğrencilerinizin karşısına çıkabiliyorsunuz? c) “Yaratılış teorisi de safsata”dır demişim. Tıpkı (a) maddesinde yazdığım gibi, söylesem “Evet” derdim hiç erinip gocunmadan. Oysa ben “Yaratılış görüşü bilimdışıdır”, dedim. Uzatmayacağım, ama küçük bir mantık dersi, anlayana, hem de ücretsiz, : Her safsata bilimdışıdır. Ama her bilimdışı olan safsata değildir.

Sonuç olarak; her yazı yazan şu ya da bu ölçüde ediptir. Her edipten edepli olması beklenir. Edebini evde unutan ya da bayramda seyranda, kendisi gibi olanlara karşı anımsayıp kuşanan için edep ilinekten öte bir değer taşımaz. Dahası edebini unuttuğu, edebini takınamadığı her kişi karşısında kendini, bilinçli ya da bilinçsizce onun insafına teslim eyler. Bundan dolayı, eğer varsa Tanrı / Allah, kendisi için bunca çarpıtmayı yapan, iftirayı atan, dua edip kul köle olduğunu söyleyen böyleleri için, cennetten önce edep, sonra da akıllarını ve dillerini çarpıtma, yalan ve iftiradan ıraklık ihsan eylesin… Buna da kadir değilse zaten hükmü nedir ki…

· Felsefe Öğretmeni ; http://atalaygirgin.blogspot.com
1-
2 Bu kişinin adını anmıyorum. Çünkü bunun olabilmesi için, öncelikle söz konusu kişinin, göz göre göre yaptığı çarpıtma, iftira ve “yalan” yazdığım yalanına ilişkin özür dilemesi gerekirdi. Eğer isterse, bunları neden yaptığının gerekçelerini de anlatabilirdi. Bence mahzuru yoktu. Ama bu erdemli ve etik tutarlılığa sahip olanların yapabileceği bir iştir zaten.

3 Bunun yanı sıra, eğer iftira, yalan ve çarpıtmaları olmasa, tartışılabilecek birkaç önermesi de yok değil. Ama asıl yaptıklarını “es” geçip tartışmaya yeltenmek de zevatı ödüllendirmek olurdu.

10 Mayıs 2009

Felsefeciler Hangi Tanrı'nın Varlığını Kanıtla(ma)yacak?

Felsefeciler hangi Tanrı’nın varlığını kanıtla(ma)yacak?

Atalay GİRGİN*

“Zıddı söylenemeyecek hiçbir şey yoktur.”1

Milli Eğitim Bakanlığı, felsefe derslerine ilişkin, ‘taslak’ olduğu söylenen bir çalışma yaptırdı. Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı aracılığıyla ve Orta Öğretim Genel Müdürlüğü’nce görevlendirilen bir “Özel İhtisas Komisyonu”nun hazırladığı bu çalışmanın adı, “Orta Öğretim Felsefe Dersi Öğretim Programı ve Kılavuzu”.

Felsefe dersinin ünite ünite nasıl işleneceğine, hangi konuda hangi etkinliğin yapılacağına ilişkin bilgilerin yer aldığı bu çalışmayla, felsefe öğretmenlerine ‘kılavuz’ olmak da amaçlanıyor. Önümüzdeki eğitim-öğretim döneminden itibaren uygulamaya konulması düşünülen bu program, olumluluklarının yanı sıra olumsuzluklar da içeriyor.

Özellikle bu yazıya konu olan ve “Din Felsefesi” ünitesine ilişkin ‘kılavuzluk’ girişimi bu olumsuzluklardan biri. Söz konusu “Felsefe Dersi Öğretim Programı ve Kılavuzu”nun 80. sayfasında yer alan, “Tanrı var ki…” başlıklı bölümü okuyup da “Kılavuzu karga olanın …” sözünü anımsamamak elde değil. Çünkü bu bir değil, birçok açıdan problemli.

Öncelikle felsefenin neliği açısından doğru ya da uygun bir yaklaşım değil bu. Çünkü neliği açısından felsefe, akla dayalı bir biçimde, konusunu bütünsel olarak ele alma iddiasını taşıyan, kavrayıp anlamlandıran ve ona eleştirel bir biçimde yaklaşıp soran, sorgulayan tutarlı bir düşünme etkinliğidir. Oysa “Tanrı var” hükmünün peşinen kabulüne dayanan söz konusu ‘kılavuz’, daha baştan bu neliğin temel unsurlarının üstünü çizmeye yönelmektedir.

Öte yandan, felsefe öğretmenine, el çabukluğu marifet türünden bir ‘cinlik’le, “Tanrı var” dedirterek ve onun varlığını kanıtlamaya yönelterek, “Din Felsefesi”nin neliğine de aykırı davranılmaktadır. Din felsefesi, mevcut programa göre, bütün dinler ve hatta ateizm karşısında, dolayısıyla onların Tanrı / Allah anlayışları karşısında “eşit” mesafede durur. Hiç birinin yanında ya da karşısında olmadığı gibi, insanların inançlarını zayıflatmak ya da güçlendirmek gibi bir yaklaşıma da sahip değildir.

Neliği olup gerçekliği olmayan kavram : Tanrı / Allah

02 Mayıs 2009

Siyasi Kültür, Ergenekon, "Mustafa Kemal'in Askerleri" ve Sol

Siyasi kültür, Ergenekon,
“Mustafa Kemal’in Askerleri” ve Sol
Fikret Başkaya

Türkiye’de geçerli siyasi kültür esas itibariyle 1920–1938 döneminde oluşmuş, rejimin tüm kurumlarına derinlemesine sirayet etmiş, bugün de belirleyici olmaya devam eden ‘tuhaf’ bir kültürdür. Yakın tarihin baştan aşağı tahrif edilip, ihtiyaca göre yeniden ‘inşa edilmiş’ bir versiyonuna, Mustafa Kemal’in putlaştırılmasına, devletin kutsanmasına dayanmıştır. Böylece Eski Rejim kendini yepyeni bir şey olarak sunmayı başarmıştır. “Yenilikçi” Osmanlı bürokratik elitinin devamı olan egemen bürokratik elitin ve hâkim sınıfın diğer unsurlarının [Ticaret ve sanayi burjuvazisi, toprak ağaları] çıkarlarını gerçekleştirmeyi amaçlamıştır. Yeniliği, farklılığı, moderniteyle ilgisi görüntüden ibarettir.

Eski’nin yepyeni bir şeymiş gibi sunulabilmesini sağlayan da, ülkenin geçmişinde bir modernite devriminin yaşanmamış olmasıdır. Cumhuriyet aydınlanması denilen de tam bir safsatadır. Tartışmayı yasaklayan, farklı düşünceyi düşman sayıp lânetleyen, muhalifi şeytanlaştırıp cezalandıran, kişiye tapınmaya dayanan, bir dizi ‘laik kutsallıklar peydahlayan, toplumu ‘adam edilmesi gereken’ bir nesne olarak gören bir rejimin modernite ve aydınlanmayla gerçekten bir ilgisi olabilir miydi?

Eğer bir aydınlanma devrimi yaşanmış olsaydı, Eski Rejimle bir hesaplaşma ve kopuş söz konusu olsaydı, hem topluma böylesine bağnaz bir resmi tarihi ve resmi ideolojiyi dayatmak mümkün olmaz, hem de söz konusu resmi tarih ve resmi ideoloji bu kadar uzun ömürlü olmazdı. Osmanlı döneminin yeniliklerinin, Cumhuriyet döneminin inkılaplarının asıl misyonu, eski olanı yeni bir retorik ve kimi yeni kurumlar ve mekanizmalar marifetiyle yeniymiş gibi sunmaktan ibaretti ki, bu işte başarılı olduklarını teslim etmek gerekir. Herhalde modern tarih çağında kişi kültünün böylesine etkin ve etkinliğin bu kadar uzun ömürlü olduğu bir başka “modern” toplum olup-olmadığını araştırmak ilginç olurdu. Her şeye kâdir bir kurtarıcı, koruyucu, kurucu, eğitici-yetiştirici [mürebbi], yol gösterici, bağışlayıcı, vasi, tek ve şaşmaz, en büyük [Atatürk] ve onun ne dediğini, neyi arzuladığını, neyi istemediğini bilen, onun adına konuşan bir ‘cumhuriyet aydını’, ‘modern ulemâ’ taifesi. İşte ‘Modern Türkiye’ denilen böyle bir şey...

[Ebedî] Şef, parti, devlet, millet özdeşliğine veya ‘birliğine’ dayanan bir rejim, modernliğin [çağdaşlığın] timsali sayıldı. Yönetici elit millet dediğinde de kendini kastediyordu. Bütün bu zaman zarfında halkın ‘işe karıştırılmaması’ kuralı geçerliydi. Halkın politik sürece dahil edilmemesinin gerekçesi de hazırdı: Halk cahildi, eğitilmesi ve ‘olgunlaşması’ ‘yetiştirilmesi’,‘rüştünü ispat emesi’ gerekiyordu. Onu eğitecek olan [mürebbi] de kendileriydi.
Diktatörlük döneminde oluşturulan yapıda kayda değer bir değişiklik söz konusu olmadan 1946’da çok parti sistemine geçiş, gerçek anlamda birçok partili sistem anlamına gelmiyordu. O zamana kadar bütünüyle siyasi sürecin dışına atılmış halk kitleleri, bundan böyle muvazaa partileri veya taşeron devlet partileri ve seçimler aracılığıyla manipüle edilecekti. Aracın rotasını tek parti diktatörlüğü döneminde olduğu gibi yine asıl devlet partisi belirlemeye devam edecekti. Halk henüz mürebbilerin rahle-i tedrisinden geçmemişti, korunmaya ve kollanmaya ihtiyacı vardı. Halk henüz yeterli eğitimi alıp, ‘olgunlaşmadığına’ göre mürteciler, teokrasi yanlıları, kızıl komünistler, kim bilir belki de liberaller onu aldatabilirdi... Aslında bu anlayış ‘modern koloniyalizme ‘ özgüdür ve bugün de geçerli ama artık köprülerin altından hayli su aktığı da bir vakıa... Nasıl İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş Eski Rejimden bir kopuş değil idiyse, diktatörlükten ‘demokrasiye’ geçiş de bir kopuş değildi.

Can sıkıcı ve rahatsız edici olan husus, rejimin hiçbir zaman tartışma konusu yapılmaması ve esas itibariyle 1920–1938 döneminde oluşturulan siyasi kültürün varlığını ve etkinliğini bugün de sürdürmesidir. Aslında bu durum kişi kültüne, ‘ulu öndere’ tapınmaya dayalı eğitim sisteminin doğal sonucudur. Diplomalı kesimin bilincinin resmi tarih ve resmi ideoloji tarafından dumura uğratılmasıyla, iğdiş edilmesiyle ilgilidir. Ulu önder tüm soruların cevabını peşinen ve ‘ilelebet’ verdiğine ve gidilecek yolu da gösterdiğine göre, ortada tartışılacak bir şey kalır mıydı? Velhasıl mürebbilere ve diplomalı taifeye iz sürmekten başka yapacak bir şey kalmıyordu... Rejimi tartışmaya cesaret edenler rejimin kutsallarına saldıran ‘yıkıcılar’, değilse “düşmanlarımız hesabına çalışan ajanlar” olabilirlerdi ki, Cumhuriyetin ‘sükûn sağlayıcı takrirleri onlara gereken dersi verirdi.

Bu durum son dönemde gündemde olan ve bir süre daha gündemde kalacağa benzeyen Ergenekon Operasyonuyla bir kez daha doğrulandı. Sivil ve militer bürokrasi, akademi ve iş dünyası içindeki darbecilere yönelik operasyona özellikle diplomalı kesimin verdiği tepki, tek parti diktatörlüğü döneminde oluşturulan siyasi kültürün bu kesimin bilincinde ne kadar köklü bir yer edindiğini ortaya koyuyor. Elbette operasyonun mahiyeti hakkında da kafalar karışık ve böyle bir siyasi kültürün geçerli olduğu koşularda bu anlaşılmaz bir şey değil. Türkiye’de darbecilik ve darbeci gelenek rejime ve onun mantığına içkin bir özelliktir. Başka türlü söylersek, TC’de darbeler rejimin ‘olağan halidir’. Dolayısıyla genel durumdan bir sapma veya istisna değildir. Netice itibariyle Cumhuriyet de bir darbeyle kurulduğuna göre, rejimin darbelerle yol alması neden şaşırtıcı olsun? Başladığı gibi devam etti ama artık yolun sonuna gelmekte olduğumuzu söyleyebiliriz...

Öyleyse Ergenekon operasyonunda ‘yeni olan’ nedir? ‘Yenilik’ bu güne kadar ordu içinde kotarılan darbe girişiminin bu sefer ‘sivil alana’ sıçraması ve bunun engellenememesidir. Vatanın ve milletin tüm işlerinden sorumlu, koruyucu ve kollayıcı ordu bu sefer çalınan minareye kılıf bulmakta başarılı olamadı... Ordu içindeki darbecilerle darbe karşıtları arasındaki görüş ayrılığı ve çatışma, sivil yargının işe müdahale etmesi ve durumdan halkın haberdar olmasıyla sonuçlandı. Velhasıl halk duymaması gerekeni duydu... Bir kısmı emekli olan, darbede ısrarcı komutan başarılı olursa [ ki bu onun ‘sivil toplum’ dediklerini etkili bir şekilde harekete geçirebilmesine bağlıydı], darbeyi ordu içinde de yapacakları bilindiğinden, darbe karşıtları [aslında darbe karşıtlarıyla darbeciler arasındaki anlaşmazlık bir ilkeden değil, konjonktürün darbeye uygun olmaması tespitinden kaynaklandığı anlaşılıyor...] bu kesimi etkisizleştirmek üzere - operasyonun kapsamını da kendileri belirlemek kaydıyla - sorunu sivil yargıya havale etmek zorunda kaldılar. [Her ne kadar operasyonunun kapsamı hakkında etkin olsalar da, bazı durumlarda ruhları çağıranların onu geri gönderemedikleri de bilinen bir gerçektir.] Bu tür bir operasyonla fazlasıyla ayağa düşmüş, mafyalaşmış unsurları tasfiye etmek, ordu içindeki ve dışındaki darbecileri etkisizleştirmek, imaj tazelemek, başta ordu olmak üzere ‘devletimizin itibarını’ restore etmenin amaçlandığı anlaşılıyor.

Aslında darbeye hedef olan ordu kadrolarının darbe karşıtlığı, onların demokrasi aşkıyla ilgili değildir. Bu durumda yeni olan bir şey de, ilk defa her darbenin gönüllü destekçisi olan sivil bürokrasinin yükseklerine, akademinin ve medyanın, bazı unsurlarına dokunulmuş olmasıdır. Dokunulmazlıkları konusunda sarsılmaz bir inanca sahip olan ve kendilerini ‘müesses nizamın bekçisi’ ve ‘memleketin sahibi’ olarak gören diplomalı seçkinlerin infiali ve şaşkınlığı bu yüzdendir. Oldum olası bu kesimlerin en büyük korkusu ‘cahil halkın’ işe karışmasıdır. Bu yüzden özgürlüklerin, demokrasinin, insan haklarının katıksız düşmanıdırlar. Darbeyle ilgili olduğu gerekçesiyle tutuklananlara yapılan muameleden vazife çıkarmaya çalışıyorlar. Elbette hak ihlallerinin her türlüsüne karşı çıkmak ve usul hukuku kurallarına uyulmasını istemek son derece önemli ve gereklidir. Tutuklamalar sürecinde yasal gereklere uyulmadığı için ortalığı velveleye verenler, hak ihlâllerinden yakınanlar, Ergenekon sanıklarına yapılanın yüz katı başkalarına yapıldığında kıllarını hiç kıpırdattıkları oldu mu? İşkence ve siyasi cinayetlerle ilgili, düşüncelerinden dolayı cezalandırılanlarla ilgili bir defacık sesleri çıktı mı? Çıkar mıydı? Çıkabilir miydi?

Bu ülkede anaokulundan başlayarak tüm okul sisteminde ve askerlikte puta tapmayı esas alan, özgür düşünceye düşman bir eğitim sürecinden geçmiş, düşünme yeteneği körelmiş, yurttaş değil kul bilinci taşıyan, bürokraside, akademide, orduda, medyada, vb. ayrıcalıklı bir pozisyon edinmiş kesimin darbeci, ‘ulusalcı’, Ergenekoncu olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Nitekim bir üniversite rektörünün Ergenekon davasından tutuklanması sonrasında bu durumu Atalarına şikâyet için Anıt Kebire giden cüppeli hocaların “biz Atatürk’ün askerleriyiz” sloganı atmaları, rejimin verdiği eğitimin etkinliğinin kanıtı olduğu gibi, yarattığı insan tipi hakkında da bir fikir verecek durumdadır... Bu dünya’da ve sadece burada, Kemalist Cumhuriyette üniversite üyeleri, şikayet için ölmüş bir şahsiyetin mezarına gidebilir ve kendini militarist bir sloganla ifade edebilir... İşte size ‘memleketimin üniversitesinden manzaralar...’ İşte size ‘modern Türkiye’den manzaralar... Bu durum sadece üniversite denilen ama adından başka üniversiteyle ortak yanı olmayan kurumun sefaletini göstermiyor, aynı zamanda Türkiye’deki bilimsel/entelektüel seviyeyi de gösteriyor ve siyasi kültürün sefaleti hakkında da fikir veriyor.

Solun Ergenekonla imtihanı...

Aldığı eğitim ve rejimin niteliği gereği, kalben veya fiilen, reel veya potansiyel Ulusalcı-Ergenekoncu olanların bu durumuna diyecek bir şey yok. Lâkin solun bu konudaki tavrı problemli. Elbette operasyonun devlet içi bir operasyon olduğunda da kuşku yok ve dosya pisliğin temizlenmesi için mobilize olmuş emekçi halk kitlesinin talebi ve dayatması sonucu açılmış da değil.

Sol problemli bir kavram. Genel olarak sol kavramından, ezilen, sömürülen sınıfların safında olmak ve ezilme ve sömürülmenin olmadığı, eşitlik ve özgürlüğe dayalı sosyalist bir toplum ve dünya için mücadele etmenin anlaşılması gerekir. Türkiye’de sol ile sol olmayan arasındaki sınır silik. Bunun nedeni solun her şeyden önce Kemalizm’den kopamamış, rejimin resmi ideolojisi olan Kemalizm’le hesaplaşamamış, dahası öyle bir kaygı taşımıyor olmasıyla ilgili. [Elbette istisnalar vardır...]

Resmi tarihle, resmi ideolojiyle hesaplaşmayan, resmi tarihin ürettiği yalanlara, efsanelere itibar eden bir sol hareket olabilir mi? Böyle bir hareket inandırıcı olabilir, kitlelerin güvenini kazanabilir, etkin bir politik faaliyet yürütülebilir mi? Türkiye’de solun ‘radikal unsurları’ arasında bile Türkiye Cumhuriyeti denilenin ‘gerçek’ bir cumhuriyet olduğuna, üstelik anti-emperyalist bir ulusal kurtuluş savaşı sonucu kurulduğuna inanların sayısı az değildir. Türkiye’de 1923 de adı Cumhuriyet olarak değiştirilen rejim, padişahın sahneden çekilmesi dışında bir farklılık ve orijinallik içermiyordu. Kaldı ki, zaten rejim o tarihte şeklen anayasal bir monarşiydi ve padişahın sadece sembolik bir varlığı söz konusuydu. Kemalizm’le aradaki sınırın kalın çizgiyle ayrılmadığı koşullarda ve köklü bir anti-militarist bilinç yokluğunda solun darbeler karşısında tutarlı bir tavır ortaya koyması elbette mümkün olamazdı ve olmadı. Mesela 27 Mayıs darbesini ‘ilerici’ sayıyor... Bu dünyada ilerici bir darbe olabilir mi? Böyle bir şeyi düşünmek bile Elif-Ba da kırk hata değil midir? Nitekim son dönemde solun bir kesiminin ‘ulusalcılığa’ meyletmesi ve darbecilerin safına savrulması söylediğimizi doğruluyor.

Solda olmak şurada dursun, solun karşısındaki ulusalcılar dışındaki ‘radikal solun’ da [istisnalar hariç ve genel bir çerçevede] Ergenekon Operasyonu konusunda sola yakışır bir tavır sergilediğini söylemek mümkün değil. Oysa bu durum rejimi teşhir etmek için bir fırsata dönüştürülebilir, rejimle ilgili bir netleşme sağlanılabilirdi. Bu işe girişmemek için her biri kendince bir ‘gerekçe’ bulmuş görünüyor.

Kimileri operasyonun gerisinde AKP’nin olduğunu düşündüğü için yapması gerekeni yapmıyor. Eğer AKP’nin de diğer düzen partileri gibi bir taşeron devlet partisi olduğunu bilselerdi, bu tür gerekçeler üretmek durumda kalmazlardı. Bunun için de asıl iktidar ile görünen iktidar arasındaki ayrımın farkında olmaları gerekirdi. Kimileri sorunun üzerine gitmenin AKP’yi güçlendireceğini düşünüyor. Başkaları operasyonun sonuna kadar gitmeyeceğini, diğerleri operasyonun asıl yapılması yerde yapılmadığını söylüyor. Kimi sol entelektüel de ‘demokrasi ve sol adına’ darbecilerden bir kısmını desteklemeye kadar işi ileri götürüyor. Operasyonun gerisinde ABD’nin olduğunu düşündükleri için uzak duranlar da var... Elbette operasyonun arkasında emperyalistler de olabilir ama bu sorunun üzerine gerektiği gibi gitmememin ve gereğini yapmamanın bir mazereti olabilir mi? Sizin kendi ilkelerinizin gereğini yapmak diye bir derdiniz yok mu? Bu gerekçelerin hiçbir kıymet-i harbiyesi yok ve anyayı Konyayla karıştırmakla ilgili... Eğer öyleyse bütün bu uyduruk gerekçelerin gerisinde ne var?

Belli ki, solun rejimin niteliğini anlamakla ilgili bir derdi ve kaygısı yok ve o konuda ‘bilinç’ zafiyeti var... Rejimin niteliğini tartışmayı hiçbir zaman dert etmemiş sol hareketin bileşenlerinin bu operasyonla ilgili sağlıklı bir duruş ortaya koymaları düşünülebilir miydi? Solun bu sorun karşısındaki tavrındaki tutarsızlık onun demokrasi ve özgürlükler konusundaki yetersizliğiyle de ilgili. Bizdeki sol, resmi ideoloji olan Kemalizm’den ve onun yakın akrabası olan Stalinizmden kopamamış olmaktan ötürü, demokrasiyi ve özgürlükleri hiçbir zaman önemsemedi. Bizzat kendi içinde demokrasiyi işletemeyen, kendi içinde eşitlikçi-demokratik işleyişi gerçekleştiremeyen, özgürlüklerin kıskanç savunucusu olmayan bir sol nasıl bir soldur? Bırakın demokrasiyi kıskançlıkla savunmayı, demokrasiyi ‘burjuva demokrasisi’ sayıp lânetliyor... Egemen sınıfların asla demokrasi diye bir sorunu olamayacağını, egemenliklerini ancak demokrasi ve özgürlük yokluğunda sürdürebileceklerini düşünemiyor.

Aslında burjuva demokrasisi diye bir şey yok. İşçi sınıfının ve ezilen halkların mücadelesi sonucu burjuva düzeninde kazanılmış sınırlı mevziler var. Burjuvaların demokrasiyle ilgisi, sömürme ve egemen olmayla sınırlıdır. Egemenler için demokrasi sadece bir retoriktir ve bir ideolojik manipülasyon aracıdır... Özgürlükler ve demokrasiyse ezilen ve sömürülen sınıflara gereklidir ve ancak onların mücadelesiyle ete-kemiğe bürünebilir, içi doldurulabilir. Velhasıl Ergenekonla rejimin ayıbı ‘dışa vurmuştu’ solun bu ayıbı büyütmek, oradan giderek de Kemalist rejimi teşhir etmek gibi bir misyonu olmalıydı ama misyonunun gereğini yapmakta sınıfta kaldı...