07 Şubat 2009

Darwin Evrim kuramıyla hangi Tanrı anlayışını yıkıyor?

Darwin evrim kuramıyla hangi Tanrı
anlayışını yıkıyor?

Atalay GİRGİN*

“Darwin, bilimsel namus ve ahlâkın bir
heykeli sayılmaya değer.”
A. Adnan ADIVAR

Eksiklikle kaim, tamlık ve mükemmellikten arî Tanrı tasavvuruna sahip kesimler, dogmalarının sorgulanmasına, sarsılmasına neden olan bilimsel kuramlar karşısında saldırganlaşırlar. Böylesi bilimsel kuramları ve onları ileri sürenleri hemen hedef seçerler. Kuramı ileri süren ve savunanları, ateistlik ve dinsizlikle, hatta daha da ileri gidip, din düşmanlığıyla itham ederler. (Yeri gelmişken belirtip geçeyim : Ateizm ve dinsizlik, yani varolan herhangi bir dine inanmama durumu, itham ya da suçlama konusu olacak birşey değildir. Aksine, ateizm de bir inançtır.)

Bilim tarihinde, ileri sürüldüğü andan başlayarak, toplumu sarsan ve daha sonraki kuşakların da düşünüşü, söyleyişi üzerinde etkisini sürdüren, yukarıda belirttiğim türden suçlamalara maruz kalan çok az kuram vardır. Bu tür kuramlar, toplumsal olarak egemen olan, otorite kabul edilen kurumların,-ki bunların başında din ve devlet gelir- kendi temel kabullerine ve insanlara sundukları paradigmalara karşıt olduğunu düşündükleri kuramlardır.

Onların düşünmeleri ve kuruntuları bir yana. Bazı yeni bilimsel kuramlar, egemen olan ve egemenliğini yitirmek istemeyen güçlerin, kurum ve otoritelerin, doğruluğu ve yanlışlığının bile sorgulanmasını düşünmedikleri, istemedikleri paradigmalara karşıt olabilir. Ancak hiçbir bilim adamı, bunun istisnası var mıdır bilemiyorum ama, araştırmalarını dinlerin / devletlerin paradigmalarını yıkmak kabulü üzerinden yapmaz. Eğer salt böylesi saplantılı bir kaygıyla hareket edenler ve gerçekliği kendi kabullerine, varsayımlarına uydurmaya çalışanlar varsa da foyaları kısa zamanda açığa çıkar.

Bunun temel nedeni, bilimin, akla dayalı bir biçimde, apaçık bilinen kabullerden hareketle ve bilimsel bir yöntemle, belli bir alanda gerçekleştirilen, eleştiriye, sorgulamaya açık bir etkinlik olmasıdır. Ki burada, kabuller ve yöntemler bile eleştirilip sorgulanabilir. Hatta değiştirilebilir bile… Dolayısıyla, insanların, insana, topluma, dünyaya ve evrene ilişkin daha önceki bakış açılarını, anlamlandırmalarını etkileyen, sorgulatan ve hatta değiştirmeye yönelten bilimsel temelli paradigmaların ortaya çıkmasına neden olan kuramlar din karşıtlığının sonucu olarak ortaya çıkmamıştır. Aksine bunların din karşıtı olduğunu ileri sürenler, ellerindeki dogmalar manzumesini ne yapacaklarını bilemeyenlerdir. Çünkü ne değiştirebilir ne de yeniden yazabilirler. Yaz boz tahtası olmadığı gibi karalama defteri de değil ki mübarek.

Paradigma yıkan iki bilimsel kuram

İşte bunlardan biri, Aristoteles’in kuramlaştırdığı, Batlamyus’un geliştirdiği Hıristiyanlık ve İslamiyet’in de dogmasına dönüşen “Yer merkezli, sonlu ve sınırlı evren anlayışı”nı, yıkan kuramdır. Ki bu, “Dünya dönüyor” dediği için Galileo’nun engizisyon mahkemesine çıkartılıp ölümüne dek ev hapsinde yaşamak zorunda kalmasına; bir adım daha öteye gidip, “Evren sonsuz ve sınırsızdır” diyen G. Bruno’nun yakılarak öldürülmesine neden olan kuramdır. Bugün hiçbir semavi din kurumu ve yetkilisi, Kopernik, Galileo ve Kepler’le gelişen ve genel kabul gören kozmolojik anlayışın doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmıyor artık. Ama ne hikmetse, bunun tam karşıtı olan kendi doğmalarını da basıp yazılı olarak yaymaktan vazgeçmiyor. Kutsal kitaplarda yazılı olanı silip değiştiremeyecekleri için de şimdilik, yalnızca tevillerini, tefsizlerini, yerin evrenin merkezi olmadığı ve evrenin sonsuz ve sınırsız olduğu kabulüne dayanan kozmoloji anlayışına uydurmaya çalışıyorlar. Bu, “deveye hendek atlatmaktan zor” olsa da, bilim dogma dinlemez ki…

Diğer kuram ise, başlıktan da anlaşılacağı üzere, Darwin’in Evrim kuramıdır. Bu kuram, kuramların genelliği prensibi gereğince, tüm canlıların, türlerin değişimi ve evrimine ilişkindir. Dahası, Darwin’in bu kuramı ileri sürdüğü günden bu yana geçen 150 yıl içinde yapılan bilimsel çalışmalar, “evrim düşüncesinin bir varsayım, bir kuram olmaktan öte, bir olguyu yansıtan bir gerçek olduğunu kanıtlamıştır.”1 da denilmektedir. Buna rağmen, asıl tartışma ve fırtına bir tür olarak insanın evrimi üzerinde kopmaktadır. Çünkü evrim kuramı, insanın Adem ile Havva’dan geldiğine ilişkin, tek ve aynı Tanrı kabulüne dayanan üç dinin temel yaratılış dogmasını yıkmaktadır; ona karşıttır. Ve aksine ilk insansıların ve evrimleşme sonucu da ilk insanların, bir tür olarak, yer kürenin değişik yerlerinde farklı zamanlarda ortaya çıkabilirliğini olanaklı kılmaktadır. Bunun ise semavi dinler tarafından kabul edilebilir her hangi bir yanı yoktur. Çünkü bunu kısmen bile kabullenmek, “yer merkezli, sonlu ve sınırlı evren” dogmasından sonra, “Adem ile Havva” doğmasından da vazgeçip, tabir-i caizse “tası tarağı toplama”ya girişmektir. Bu ise, öte dünya neyse de, bu dünyanın, iktidar başta olmak üzere iktidarla gelen bir çok nimetinden vazgeçmektir. Hem de çoookk nimetinden…

Ve onlar da vazgeçmediler zaten. İşte bu vazgeçmeyen ve tartışmanın tarafı olanlar, daha doğrusu bu kuramın karşısında konumlanarak bir tartışma başlatan ve kendilerini bunun muhatabı kılanlar, başta zamanın önde gelen Kiliseleri ve piskoposları olmak üzere, sonradan bunların peşinden giden dinsel temelli, saplantılı ve yanılsamalı siyasal-ideolojik bilinç halleriyle malûl Müslümanlar ve Yahudilerdir. Ki günümüzde bunlardan kimileri, bazı uluslararası kuruluşların yeşil dolarlı finanssal desteğiyle, Darwin ve evrim karşıtı olma çığırtkanlığında, yağlı güreşlerin ünlü “Çığırtkan Ali”sini bile geride bırakmışlardır. Efendilerine her cent’in hakkını nasıl verdiklerini göstermek istercesine, ucuz pahalı kitaplar basıp köşe başlarında bildiri misali parasız dağıtmaya dek vardırmışlardır işi. Artık şunu açıkça söylemek mümkündür : Darwin ve evrim karşıtlığı, ortaya çıkışından bu yana, dinin toplumun geniş kesimleri üzerindeki etkisini istismar ederek iktidar olmak ya da varolan iktidarlarını yitirmek istemeyen güçlerin siyasal, ideolojik hegemonya mücadelesinin temel argümanlarından biridir. Bilimsel herhangi bir değeri yoktur. Hatta mükemmellikten azade ve eksiklikle malûl Tanrı tasavvurlarına herhangi bir katkısı da…

Darwin ve evrimin yıktığı Tanrı anlayışı

Felsefede birbirinden farklı anlayışlar ve yaklaşımlar olsa da; genel olarak Tanrı / Allah, mükemmel ve kendisinde eksikliğin varolmadığı bir varlık olarak tasavvur edilir. Ne var ki Tanrı / Allah, neliği olup gerçekliği olmayan bir kavramdır. Bundan dolayı da gerçekliği olan değil, aksine salt düşsel, düşünsel bir varlığa tekabül eder. Tamlık, mükemmellik ve eksiklikten arî olmakla nitelenmesinin temel nedeni de budur. Bu niteliklerinin yanı sıra, hep kendi kendisiyle aynı kalandır. Tüm düşünsel varlıklar gibi, zamandan ve mekandan, dolayısıyla değişmeden, gelişmeden ve varoluştan da arîdir. Gerçekliğinin olmamasının nedeni de budur, bütün düşsel, düşünsel varlıklar gibi.

Mükemmel bir varlık olarak tasavvur edilen Tanrı / Allah her şeye kadirdir. Bir gün iyi, güzel, doğru, sevap, vb. dediğine, bir başka gün kötü, çirkin, yanlış günah, vb. demez; diyemez. Çünkü çelişkiden ve tenakuzdan da arîdir. Çelişki bir eksikliğin göstergesidir ve mükemmellikle bağdaşmaz. Tıpkı yalan söylemek gibi. Kendisinin dışındaki tüm varlıkların varlığa gelmesinin nedeni ve yaratıcısı olan Tanrı’nın yalan söylemesi gibi, kin gütmesi, kızıp öfkelenmesi de bir eksikliktir. Keza, kendi yarattıklarına tuzak kurması da… Öte yandan, her şeye kadir olmasına rağmen, kendi yarattığı bir varlığa, çoğalmak için, daha sonra günah olarak niteleyeceği ensest seçeneğinden başka çıkar yol bırakmamak da bir eksikliktir. Bu Tanrı’nın mükemmelliği ve tamlığıyla bağdaşmaz. Böyle bir Tanrı tasavvuru, Tanrı kavramının neliğine de aykırıdır. Tanrı’nın eksiklikli ve acz içinde olduğunu düşünmektir.

İşte “Adem ile Havva” kabulüne dayanan “yaratılış” yaklaşımı da tamlık ve mükemmellikten arî ve eksiklikle kaim bir Tanrı tasavvurunun ürünüdür. Çünkü her şeye kadir bir varlığın, kendi yarattıklarına günahtan başka seçenek bırakmaması ya da bırakmadığının düşünülmesi, “hikmetinden sual olunmaz” dense de, onun neliğine aykırıdır.

Buradan hareketle; Darwin, herhangi bir Tanrı anlayışını, tasavvurunu yıkmayı düşünerek başlamadı bilimsel çalışmalarına. Ama O, bunu düşünmese ve böyle bir kaygı taşımasa da, Evrim kuramıyla, Musevilikle başlayıp Hıristiyanlık ve İslamiyet’le devam eden bu eksiklikle malûl Tanrı anlayışını yıkmaktadır. Özellikle de insanın yeryüzündeki serüveni, yani “Adem ile Havva” konusunda geçerlidir bu. Çünkü evrim kuramı, insanın, hem “yaratılış mitosu” dışında varolabileceğini düşünmenin, sorgulamanın kapılarını açtı hem de salt düşünmeden öte, bunun varlığının akli, maddi ve bilimsel dayanaklarını ortaya koydu. Darwin’den günümüze yapılan çalışmalarla evrimin, artık bir olgu olarak kabul ediliyor olması da bunu pekiştirmektedir. Kuramdan olguya evrimin işaret ettiği de odur ki, zaten Tanrı, eğer varsa ya mükemmellik ve tamlıkla kaim olarak vardır ya da yoktur; bir hiçtir. Bundan dolayı, eksiklikle, mükemmellikten azadelikle, çelişki ve tenakuzla tasavvur edilip var kabul edilen Tanrı anlayışlarının, sırra kadem basma vaktidir artık.

A. Adnan Adıvar’ın, “bilimsel namus ve ahlâkın bir heykeli sayılmaya değer” dediği Darwin, Evrim teorisiyle, mükemmellikle kaim, tam ve eşsiz bir Tanrı anlayışını yıkmamıştır. Aksine, eksiklikle, çelişki ve tenakuzla malûl, öfkelenen, kızan, yarattıklarına tuzak kuran, bir gün mûbah saydığını bir başka gün günah sayan bir Tanrı / Allah tasavvurunu yıkmıştır. Bundan dolayıdır ki, Darwin ve Evrim teorisine en şiddetli tepkinin, hakaretlerle bezenen öfkenin, böylesi eksikli bir Tanrı tasavvuruna sahip kesimlerden gelmesi ne rastlantıdır ne de nedensiz.

Ama onlara rağmen, 2009 Darwin yılı ve 12 Şubat Darwin Günü şimdiden kutlu olsun, aklın ve bilimin aydınlığını yitirmeyen herkese. Çünkü bilim, Darwinler, Galileolar’la, aklını paranteze almışların dogmalarla yarattığı karanlığı, bu dogmaları yıka yıka aydınlatmayı sürdürüyor ve sürdürecek de… Hem de her şeye rağmen!

· Felsefe Öğretmeni; http://www.atalaygirgin.blogspot.com/

1 Adam Şenel, İnsan ve evrim gerçeği, sy.16, Özgür Üniversite Kitaplığı, 2004.

24 Ocak 2009

Eğitimsiz İnsan Felsefesiz Eğitim...?

Eğitimsiz insan felsefesiz eğitim…?1

Atalay Girgin*

Eğitim, insan ve felsefe. Bu üç kavramı birbirinden ayırabilmek mümkün müdür? İster öğrenci, ister öğretmen, isterse veli olsun, toplumdaki bir çok insan, eğitim ve eğitimli insan neyse de, “felsefeye ne gerek var? Felsefe ne işimize yarayacak ki” diye düşünebilir. Dahası düşünmektedir de… Yalnızca veliler, öğretmenler ve öğrenciler değil, toplum içerisinde etkili ve yetkili konumda bulunan, “kanaat önderi” olarak görülüp düşüncelerine değer verilen bir çok kişi de dahildir bunlara.

Ne var ki işin aslı hiç de öyle değildir. Çünkü böylesi düşüncelere kapılan ya da bu tür düşünceleri telaffuz edenler yanılmaktadırlar. Kendi yanılgılarını, yanılsamalarını yüksek perdeden dile getirip yaygınlaştırmakla da başkalarının; özellikle de düşünme, sorma, sorgulama alışkanlığına sahip olmayanların ya da yeni başlayanların yanlışlarına zemin hazırlamaktadırlar. Toplumun büyük bir kesiminin başlangıçta gereksiz gördüğü felsefeden, giderek korkmalarına da neden olmaktadırlar.

Böyle düşünen insanlarla karşılaştıkça, şairin “derya içre olup da / deryayı bilmeyen balıklar misali” dizeleri gelir aklıma… Ve merak ederim hemen : Bu insanların felsefeye ilişkin dile getirdikleri, art niyetli ve peşin hükümlü düşünceler ne denli bilinçli ya da bilinçsizce, diye… Çünkü bu iki tutum arasında dağlar kadar fark vardır.

Bilinçli bir biçimde bu düşünceleri yayan ve yaygınlaştıranlar, aslında kendilerinin dışında kalan ve etkisi altına aldıkları insanları, içinde bulundukları deryada o deryayı bilmeden, anlamadan, sormadan, sorgulamadan yaşayan balıklar gibi tutmak isteyenlerdir. Bilinçsizce bu düşünceleri dile getirenler ise kendilerinin de ne durumda bulunduğunun farkında olmayan, aslında bir balık misali yaşayan ve yalnızca duyduklarını ya da kulaklarına fısıldananı yaymaktan başka işlevi olmayanlardır. Bilinçli ya da bilinçsizce birincilerin hizmetkarlığını yapmaktadırlar. (Birincilerin kimin/kimlerin hizmetkarlığını yaptıkları ve karşılığında ne ya da neler aldıkları/umdukları ise apayrı bir konudur.)

Oysa bunu yaparken, şunu da unutmakta ya da anımsamamaktadırlar : Bilinçli ya da bilinçsizce, gönüllü ya da gönülsüzce, hizmetkarlar ve hizmetkarlığa amade olanlar var olduğu sürece efendiler ve onların farklı kılıklar altındaki temsilcileri hiç eksik olmayacaktır. Tarih boyunca olduğu gibi, yerlileri bulunamadığında Atlantik’in öte ya da beri yakasından, eski ya da yeni kıtadan, “allanıp pullanmış” olarak arz-ı endam eyleyiverecektir “sıfır kilometre”de birileri… Bilin bakalım : Kimin için ve kimlerin adına?

“Sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya” değer mi?
Bu tür yanılsamalı bilinç yaygınlaştırmalarından en fazla etkilenenler de her toplumun genç ya da yeni yetişen okul çağındaki nesilleridir. Zaten amaç da budur. Bu ise nedensiz değildir. Çünkü, şairin dediği gibi, nasıl ki “her ömür kendi gençliğinden vurulur”sa, her toplum da kendi gençliğinden teslim alınır. Hem de farkına bile varamadan, güle oynaya, hayır dualarla birlikte…

Kendi felsefeleri olmayanlar ve kendi aklıyla düşünüp, kendi gözleriyle görüp algılamayı başaramayanlar, felsefeye küfrede küfrede, başkalarının felsefeleriyle giderler, dünya istikametinden ahiret istikametine doğru… Ya da onlar için, çağımızda yüzlerini bile görmedikleri ve asla göremeyecekleri efendilerinin tasarlayıp hazırladığı mezbahalara… Başkalarının kendileri için rotasını, krokisini çizdikleri, ana hatlarıyla tasarladıkları bir ömrü yaşarlar farkına bile varmadan. Aslında ödünç alınmış/verilmiş bir hayattır bu ve verenler canlarının istediği zaman, diledikleri yol ve yöntemlerle alırlar verdiklerini geri. Bazen “burunlarından fitil fitil getire getire”; bazen… Ama yine de efendilerin her kılığa bürünen temsilcilerinin, yalanları doğru; yarattıkları ve yaydıkları yanılsama ve hallüsünasyonlar gerçek görünür onlara. Bundan dolayı olsa gerek ki, “Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez” der Sokrates.

Oysa, kültürün içerisinde yer alıp da, şu ya da bu ölçüde, temelinde felsefenin olmadığı ve felsefe tarafından konu edinilemeyecek hiçbir etkinlik yoktur. Toplumun büyük bir çoğunluğu farkında olmasa da yaptıkları her işte felsefe ve felsefi düşünce, kendi suretlerinden daha yakındır kendilerine.

Bundan dolayı, ona en çok karşı çıkanlar bile kaçınamaz, kaçamaz felsefi düşünmeden ve felsefi düşünceden. Ve bu düşünce, yaşamlarının bir çok anında, karanlıkta yanıp sönen ışık misali parlayıp geçer ansızın. Bazen söze dökülür, kıssadan hisse misali… Örneğin, “Ya göründüğün gibi ol ya olduğun gibi görün”. Kısacık bir cümleciktir. Ama üzerine saatlerce konuşmaya, sayfalar dolusu yazmaya neden olabilecek denli derin ve anlamlıdır. Bir etik, yani ahlak felsefesi; daha da ötesinde bir yaşama felsefesi dile gelir bu sözde. Kaçımız bilmez ki bu sözü? İyi de kaçımız uyar bu sözün hükmüne? Kaçımız düşünür bile isteye bunun üzerine? Ya da “Eline beline diline sahip ol” üzerine kaçımız düşünür, kaçımız uyar hükmüne? Neyse… Daha fazla uzatmayayım.

Felsefi düşünme ve düşünceden kaçınılamayacak olmasının temel nedeni şudur : Felsefenin ve felsefi düşüncenin, insanla anlamlanan, insanla anlamlandırılan ve insanın anlamlandırdığı her yerde ve her tür tümel ve düşünsel etkinlikte, açık ya da örtük, bilinçli ya da bilinçsizce hareket noktası olmasıdır. Örneğin; konumuz bağlamında eğitimi ele alalım ve bir soruyla başlayalım :

Felsefesiz eğitim var mıdır?
Eğitimi insandan insanı eğitimden ayırabilmek mümkün değildir. Çünkü eğitimsiz insan, insansız eğitim yoktur. Bunun temel nedeni, insan yavrusunun toplumsallaşma ve insanlaşma sürecinin eğitimle başlaması, onunla gelişmesi ve genel sistematik eğitim-öğretim-öğrenim eşliğinde de devam etmesidir.

İnsan yavrusunun eğitimi, doğduğu andan itibaren, her ailenin kendi meşrebince, kendi değerleri, alışkanlıkları ve kabulleri temelinde yapılır. Çocuk, kendisine varolanlar evreninin kapısını açan anadilini orada öğrenir. Bundan dolayı hiçbir anadili ve hiçbir dil bir diğerinden ne daha kutsaldır ne de daha değerli. Yeni yeni öğrenmeye başladığı anadiliyle, varolanlar her geçen gün nesneye dönüşmeye başlar çocuk için. Durmadan sorar, “Bu ne? Bu ne? Bu ne? …”. Verdiğiniz yanıtı unutur ve çok geçmeden yeniden sorar aynı şeye ilişkin, “Bu ne?” diye. Küçücük çocuğun, bıktırıcı soruları karşısında, sizinle dalga geçtiği hissine, düşüncesine bile kaptırabilirsiniz kendinizi. Oysa böyle bir niyeti ya da kaygısı yoktur. O, neredeyse her şeyiyle yeni ve yabancısı olduğu, ilk kez karşılaştığı ve ana karnında tanıması ve bilgisine sahip olması olanaksız olanların ne olduğunu merak etmektedir yalnızca. Merakını giderebilecek öğretmen de öncelikle en yakınında bulunanlardır; ailesidir. Ki çocuğun damak tadı, yeme içme alışkanlıkları bile bu ortamda oluşur. Önyargılarının, korkularının, davranış biçimlerinin, iyi-kötü, güzel-çirkin, pis-temiz, günah-sevap, vb. anlayışlarının bile temeli, doğruları ve yanlışlarıyla burada atılır.

Ancak devlet başta olmak üzere, bir toplumda bulunan hiçbir güç odağı için, eğitim yalnızca aileye bırakılabilecek denli önemsiz ve basit değildir. Aile bireylerinin kendisinden öncekilerden gördükleri ve edindikleri bilgiler temelinde gerçekleştirdikleri eğitim, genellikle düzensiz ve sistemsiz olarak görülür. Bundan dolayı belli bir yaştan sonra, çocuğun eğitimini yasal-zorunluluklar temelinde devlet üstlenir. Bunun yanı sıra, tarih boyunca dünyanın her yanında toplumsal olarak iktidar mücadelesi yürüten farklı siyasal, dinsel bazı güç odakları da ailelere sundukları sözüm ona ekonomik avantajlarla (ki bu tarihte genellikle zor yoluyla yapılmıştır), çocuklarının eğitimine talip olurlar; onları köylerinden, kasabalarından toplayıp belli mekanlarda, istedikleri biçimde eğitirler. Hangi sözüm ona kılıflar ve niyetlerle sunulmuş olursa olsun bu nedensiz değildir.

Bunun nedeni, eğitimin, genel sistematik eğitim-öğretimin, üç temel işlevinde saklıdır. Ki eğitimin bu işlevleri, siyasal-ideolojik, kültürel ve ekonomik işlevlerdir. Bunların içinde başat olan, her daim öne çıkan da siyasal-ideolojik olanıdır. Bu eğitim-öğrenim süreci içinde çocuk, her geçen gün yavaş yavaş biçimlendirilir. Çünkü “eğitim”, egemen anlayışa göre genel olarak, “bireye yaşantısı yoluyla kasıtlı ve istendik davranışlar kazandırma sürecidir”. Ne birey olarak öğrencinin kendisi farkındadır bunun ne de ailesi. Çünkü buradaki biçimlenme düşünüş, söyleyiş ve davranış düzeyinde ve zaman içinde kendini gösterip ete kemiğe bürünür. Düşünce, söylem ve davranış boyutunda insanı belirlemeye ve biçimlendirmeye yönelen her eğitim anlayışının temelinde bir felsefe vardır. Öte yandan bu, açık ya da örtük bir toplum mühendisliği yapılmakta olduğunun da göstergesidir.

Bundan dolayı, dünyanın neresinde olursa olsun, “Nasıl bir eğitim?” sorusunun ortaya atıldığı her yerde, aslında asıl tartışılan ya da söylenmek istenen başka bir şeydir. Çünkü “Nasıl bir eğitim?” sorusunun yanıtına temel teşkil eden “Nasıl bir insan?”, “Nasıl bir toplum?” sorularının yanıtlarıdır. Bu üç soru da felsefidir. Var olan, yani mevcut eğitim anlayışı ve onunla biçimlendirilen insan ve onlarla oluşturulan toplum karşısında, çok farklı saiklerle de olsa eleştirel, soran, sorgulayan bir yaklaşımın, anlayışın ifadesidirler. Bu noktada aslında söylenen şudur : Mevcut eğitim anlayışı, bizim istediğimiz insanı ve toplumu oluşturmada yeterli işleve sahip değildir. Dolayısıyla, kendi istediğimiz bir toplum için buna uygun bir eğitim sistemi kurmalı ve yeni nesilleri ona göre yetiştirmeliyiz.

Bu durumda, bir kez daha belirteyim : “Nasıl bir eğitim?” sorusunun altında yatan, dünyanın her yerinde, birilerinin “Nasıl bir insan istiyoruz?”, “Nasıl bir toplum istiyoruz?” sorularına verdiği yanıtlardır. Bu birilerinin kim ya da kimler olduğunu düşünme ve bulma işini sizlere bırakıyorum.

Ancak her iki soru da, bugün sorulmuş ve yanıtlanmış olsa bile, geleceği tasarlamaya, inşa edip biçimlendirmeye dönüktür. Yani en iyi ihtimalle, istenen eğitim anlayışı, modeli ya da programının uygulanmaya başlanmasından on yıl sonra ilk ürünlerini verecektir. Böyle bir yaklaşımın üzerinde yükseldiği ya da yükselmesi gereken üç soru daha vardır : Birincisi, eğitim nedir; ikincisi, insan nedir; üçüncüsü ise toplum nedir, sorularıdır. Ve bunların tümü, temel felsefi sorulardır. Keza yanıtları da felsefidir. Bu yanıtlar, toplumdaki farklı güç ve iktidar odaklarının kendi siyasal, ideolojik, dinsel, hatta bilimsel, vb. kabulleriyle şekillendirildiğinde bile böyledir.

Bir genelleme düzeyinde düşündüğümüzde, hiçbir veli, hiçbir öğrenci ve hatta hiçbir öğretmen –bunların istisnaları elbette vardır-, çocuğun “Nasıl bir toplum?” için, “Nasıl bir insan?” olarak yetiştirildiğini bilmez; sormaz, sorgulamaz. Veli çocuğunu hazırlayıp okula gönderir. Öğretmen elinde programı, planı ve ders araç gereçleriyle işini yapar. Yüzeysel olarak bakıldığında felsefenin zerresi yoktur bu yapılanlarda.

Ne var ki, felsefe, işte tam da, eğitim sürecinde herkesin rutin bir biçimde yaptığı tek tek etkinliklerin ardında, temelindedir. Sormadan, sorgulamadan asla kendini göstermez; parçadan bütüne, bütünden parçaya yönelip kavranmadığı sürece fark edilmez. Sormanın, sorgulamanın arz-ı endam eylemediği yerde ise onu yalnızca, “Nasıl bir insan?”, “Nasıl bir toplum?” sorusuna yanıt verenler bilir. Teknik olarak programları hazırlayanların bile büyük bir bölümü bilmez ya da düşünmez bunu…

Sözün özü : Felsefesiz eğitim yoktur. Felsefe derslerini kaldıran, okutmaktan vazgeçen eğitim sistemlerinin bile temelinde felsefe vardır. “Felsefe ne işimize yarayacak ki? Felsefe dersine ne gerek var?” diyen, hatta ona, en yakışıksız sözleri yakıştıranlar bile, kurtulamaz felsefenin halesinden… Kaçamaz. Kaçtığını sanır. Ama aslında “kaçtığı yer kaçamadığı yerdir” insanın. Ne var ki, farkında olmayınca, düşünüp bilmeye cüret etmeyince, “derya içre olup da / deryayı bilmeyen balıklar misali” yaşayınca insan, kurtulduğunu sanır felsefeden ve felsefi düşünceden… Yanılsama gerçekliğe galebe çalar. Ve gerçeklik sırra kadem basar. Uyku vaktidir artık felsefe değil. Zaten felsefi düşünme de ayık insanların ayık zihinlerle, aklını hiç bir şeyin ipoteğine vermeden, sorarak sorgulayarak, eleştirel ve genel düzeyde, tutarlı bir biçimde gerçekleştirdikleri düşünsel bir etkinliktir. Kurbağa misali, kuyunun dibinde yaşayıp da gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sananların yaptığı bir etkinlik hiç değil... Aralık 2008

1 İlgilisi için not :Bu yazı bir okul dergisi için hazırlanmıştı; malum gerekçelerle yayınlanması uygun görülmedi.. Ben de birkaç sözcük dışında bir değişiklik yapmadan, öylece bıraktım; bir çok şeyi de anımsatmaya devam etsin diye... Malum “unutmak teslim olmaktır”…
* http://www.atalaygirgin.blogspot.com

18 Ocak 2009

Kanla Beslenen Siyonist Devlet

Kanla Beslenen Siyonist Devlet

Fikret Başkaya

Siyonist İsrail devletinin yaptığı her katliamın ardından tepkiler yükseliyor. Gösteriler, yürüyüşler yapılıyor, İsrail ve Amerikan bayrakları yakılıyor. İsrail’in koşulsuz destekçileri ABD ve Avrupa lânetleniyor, insanlar Filistin’de ölenler, yaralananlar, evleri yıkılıp aç, susuz, çaresiz kalanlar için ağlıyor... “Konunun uzmanı” medya yorumcuları ve gazetelerin köşe yazarları siyonizmden, koloniyalizmden, emperyalizmden hiç söz etmeden saatlerce konuşup, sayfalarca yazıyor... Televizyon stüdyolarına davet edilen “seçkin dış politika dehaları” neden sorusunu yok sayıp, nasılla idare ediyor ve derin tahliller yapıyor... Ve İsrail’in saldırıları daha da yoğunlaşarak devam ediyor. Her saldırı, her katliam, her yıkım sanki bir ilkmiş gibi algılanıyor ve öncekileri unutturuyor. Bu tepkiler haklı, insânî ve yerinde lâkin kınamak, lânetlemek, üzüntü duymak, ağlamak, hicâb duymak, Filistin halkının yüzyıllık trajedisine son vermeye yetmiyor, çekilen acılara dermân olmuyor, olması mümkün değil.

Spinoza, gül, ağla ama anla[1] demiştir. Zira, anlamak aşmaktır. Filistin halkının binlerce yıldır üzerinde yaşadığı topraklar neden ve nasıl sömürgeleştirildi? Filistin’in Müslüman-Arap halkı neden topraklarından kovuldu? Neden Filistin’de Ürdün’de Suriye’de, Lübnan’da Mısırda mülteci kamplarında yaşıyor ve neden kesintisiz terör, katliam ve vahşete maruz kalıyor? Siyonist devlet ne menem birşeydir, varlık nedeni ve misyonu nedir? Neden sömürgeci/emperyalist ülkeler [ABD, AB ve uzantıları] İsrail’in katliamlarını sadece desteklemekle kalmıyor üstelik onu özendiriyor? Türkiye’de insanlar siyonist vahşetten büyük utanç ve ızdırap duyar katliamları lânetleyip, mahkum ederken TC ne yaptı, ne yapıyor? Hükümet çevrelerinden yapılan açıklamalar ne anlama geliyor. Türkiye’de kaç kişinin İsrail/ Türkiye arasındaki “stratejik ittifaktan” haberi var? Onyıllardır onuru için mücadele ederken, insanlığın insanlığını da test eden, insanlık suçunu ve ayıbı yüze vuran Filistin halkının dramı nasıl sona erebilir?

Siyonizm, ırkçı/şoven bir ideoloji ve politik bir harekettir. Sanıldığı ve iddia edildiği gibi dinle, Yahudilikle ilgili değildir, dolayısıyla Yahudi çoğunluğunu temsil ve angaje etmiyor. Seçilmiş halk, vaadedilmiş topraklar, vb. gibi bir dizi dinî efsane ve ideolojik söyleme dayanıyor. Kutsal metinlere yapılan gönderme, Hristiyanları ve Yahudileri aldatmayı, onların gözünde koloniyalist/emperyalist yayılmayı, etnik temizliği, katliamları ‘meşrulaştırma’, ‘kabullendirme’ amaçlı ideolojik bir manipülasyondan başka birşey değildir. Irkçı bir ideoloji olan siyonizm, doğası gereği yabancı düşmanlığı üzerine inşa edilmiştir ve başka halklarla bir arada yaşaması bu yüzden mümkün değildir. Filistin halkına yönelik sürekli saldırının, katliamların ve etnik temizliğin gerisinde, siyonizmin bu inkârcı/dışlayıcı/yok sayıcı/yok edici niteliği yatmaktadır. Dünyanın dört-bir yanına dağılmış Yahudileri bir ülkede toplama projesinin gerisinde, başta İngilizler olmak üzere Sömürgeci/emperyalist güçler ve onların çıkarları vardı.

Başka türlü ifade etmek gerekirse, siyonizm, emperyalist amaçlar için araçlaştırılmış, ırkçı/yayılmacı bir politik harekettir. Siyonist rejimin tüm katliamları ‘öz-savunma’, ‘meşru müdafaa’, siyonizme yönelik eleştiri anti-semitizm, siyonizme karşı direniş de terör sayılıyor. Böylece siyonist İdeoloji ve hareket hem bir tür ‘dokunulmazlık’ kazanıyor hem de ideolojik terör estirme olanağı elde ediyor. Siyonizm düşmansız yaşayamaz ve eğer gerekirse mutlaka sanal bir düşman yaratır. Siyonistler Hitlerin iktidara geldiği günden emperyalist savaşın sonuna kadar Nazilerin en büyük müttefiki ve destekçisiydi... Irkçı Nazilerle, ırkçı siyonistlerin çıkar ortaklığı söz konusuydu. Zira, Aryen ırkın temizliğini öncelikli amaç olarak gören ve saf Almanların [âri ırkın] egemen olduğu bir dünya kurmak isteyen Naziler, başta Yadudiler olmak üzere “kirli ırklardan” kurtulmak, Yahudileri Almanya’dan atmak istiyorlardı. Filistin”de bir devlet kurmak isteyen ve kendilerini seçilmiş halk sayan ırkçı siyonistler de Alman Yahudilerinin göçertilmesi için her yolu deniyorlardı. Oysa Hitler iktidara geldiğinde siyonist harekete katılan Alman Yahudilerin oranı sadece %5 civarındaydı... %95’i dinlerine, kültürlerine sahip çıkarak Almanya’da yaşamaktan, orada kalarak sivil hakları için mücadele etmekten yanaydı... Yazar ve gazeteci, siyonizmin önde gelen liderlerinden Theodore Herlz boşuna: “Anti-semitler [Yahudi düşmanları] bizim en iyi müttefiklerimiz olacak” dememişti.

Filistin'de gerçekleştirilen etnik temizlik, sürgün ve sürekli devlet terörü, bir dizi yalan, hurafe ve ideolojik söylemle de desteklendi. Birincisi, Filistinlilerin gönüllü olarak yurtlarını terkettikleri yalanıdır. İkincisi, halksız bir toprak, toprağı olmayan bir halk için sloganıyla ifade edilendir. Üçüncüsü, siyonist İsrail devletinin kuruluşunun uygarlaştırıcı bir girişim olduğu; Dördüncüsü, Filistin halkına yakıştırılan sıfatlarla ilgilidir, buna göre Araplar: “ ilkel, terkedilmiş, yağmacı, talancı, haydut, soyguncu, hileci, yakıp/yıkan, Yahudileri terörize eden, vb. bir topluluktur... Kendi dışındakini bu şekilde tanımlamak her zaman sömürgeciliğin vazgeçilmez/değişmez kuralıdır... İşte bu yüzden Filistinliler mutlaka Filistin'den atılmalıydılar... Beşincisi de, siyonist devletin Yahudilerin Arap tehdidine karşı yürüttükleri soylu bir kurtuluş savaşı sonucu kurulduğu safsatasıdır. Filistinlilerin gönüllü olarak yurtlarını terkettikleri iddiası siyonistlerin bir uydurmasıydı, dolayısıyla üzerinde durmaya gerek yok. Halksız bir toprak... söylemine gelince, Filistin toprakları siyonistler tarafından sömürgeleştirilmediği dönemde, bölge Osmanlı İmparatorluğundan koparılıp, İngiltere’nin mandası altına girdiği 1917 yılında orada %98’i Müslüman olmak üzere 1 milyondan fazla insan yaşamaktaydı. Geri kalan %2’yi de Hristiyan ve Yahudi azınlıklar oluşturuyordu. Görece refah içinde yaşayan bir halk söz konusuydu. Şimdilerde Lübnan, Suriye, Ürdün, Gazze ve Batı Şeria’daki kamplarda yaşayan mülteci nüfus 4 milyon civarındadır. Mülteci kamplarındaki bu 4 milyonluk nüfus, Siyonist devletin kuruluşunun ilan edildiği 14 Mayıs 1948 öncesi ve hemen sonrasında yurtlarından kovulan 800 bin Filistinlinin çocuklarıdır... Fakat İsrailli siyonist resmi tarihçilere göre, söz konusu 800 bin nüfus, Arap devletlerinin çağrısı üzerine ülkelerini terkettiler... Siz hiç davet üzerine öz-yurdunu terkeden bir halk biliyor musunuz? Oysa tam tersi söz konusuydu, Filistinliler kendilerine dayatılan savaşın ve katliamların sonucunda vatanlarından sürüldüler... Filistin devletinin bir “ulusal kurtuluş savaşı” sonucu kurulduğu yakıştırmasına gelince: Böyle iddia her halde kara mizah alanını ilgilendirebilir...

Sömürgeci/emperyalist Avrupalılar tarafından ‘Orta-Doğu’ denilen bölge, koloniyalist dönemde hep jeostratejik bir öneme sahip oldu. Fakat sadece koloniyalist kapitalist dönemde değil, tarih boyunca da hegemonya emelleri olan tüm güçlerin gözlerini bu bölgeye dikmeleri boşuna değildir. İngilizlerin Orta-Doğu’da bir Avrupa devleti kurma projesi, daha 1840’lı yıllarda kimi İngiliz dergilerinde yazılmaktaydı. Siyonizmin ‘ruhanî babası” sayılan Theodore Herzl [1860–1904]. Ünlü İngiliz sömürgecilik teorisyeni ve mimarı Cecil Rhodes’a sunduğu siyonist programıyla ilgili olarak: “ Mâlum olduğu üzere, benim programım sömürgeci [colonial] bir programdır. Sizden siyonist projeyi desteklemek üzere ağırlığınızı koymanızı istiyorum.” diyordu. 1895 de yayınlanan Yahudi Devleti adlı kitabında da: “orada [Filistin– F.B.] Asya’ya karşı Avrupa için bir siper oluşturacağız, orada barbarlığa karşı uygarlığın ileri karakolu olacağız.” diyor. Aslında Siyonist devlet demek, Orta-Doğu’daki ‘Batı devleti’ demektir. Başka türlü ifade edersek, Müslüman-Arap toprağındaki Siyonist İsrail, emperyalizmin/koloniyalizmin o bölgeye taşmış bir uzantısıdır. Siyonist İsrail Devleti demek, Orta-Doğu’daki ABD, AB ve uzantıları demektir. Siyonist rejim emperyalist çıkarlar için vazgeçilmez olduğu için koşulsuz destekleniyor.

Bu gerçeği yok sayarak yapılan tahliller, ancak o tahlilleri yapanları ve ahmakları aldatmaya yarayabilir. Koloniyalizm ve emperyalizm kavramları kullanılmadan yapılan ve yapılacak tahlillerin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. Siyonist rejim sürekli bir çatışma, savaş, terör ve şiddet sarmalı yaratarak, Arap Birliğinin gerçekleşmesini engelliyor, bölge haklarının kendi ayakları üstünde durmasına imkân vermiyor, demokratikleşmenin önünü kapatıyor, bu arada çürümüş, emperyalizmin uşağı otokratik Arap rejimlerinin iktidarına süreklilik kazandırıyor ve bölgeyi saldırıya açık hale getiriyor, vb. Statu quo bu şekilde devam ettikçe emperyalizmin bölgenin kaynaklarını hoyratça yağmalaması mümkün oluyor. Bu yüzden Başta ABD olmak üzere, Avrupa ve uzantılarının Siyonist rejime verdiği desteği, sadece Siyonist lobilerin marifeti saymak büyük bir yanılgıdır. Son tahlilde Siyonist lobilerin varlığı emperyalizmden bağımsız değil. Siyonist devletin destekçileriyle Siyonist lobilerin gerisindekiler aynı odaklar. Eğer herhangi bir şekilde Siyonist İsrail Devleti emperyalizmin çıkarları açısından zararlı hale gelirse, kendisinden bekleneni veremez hale gelirse, anında siyonist lobilerin esamesi de okunmaz hale gelir.

Bu yüzden Siyonist devletin varlığı, sürekli çatışma, savaş, şiddet, etnik temizlik, koloniyal yayılma olmadan mümkün değil. [Zira, efsanede Nil’den Fırat’a uzanan bölgenin vaadedilmiş topraklar olduğu söyleniyor ki, bu daha fethedilecek çok toprak var demek...]. İşte bu yüzden Siyonist rejim kanla beslenen bir rejimdir. Varlık nedenini her seferinde daha çok öldürmeye, kan dökmeye, yakıp/yıkmaya, tahrip etmeye, ortalığa terör ve korku salmaya borçlu tuhaf bir rejimdir. Canlıların su ile beslendikleri bilinir, sanki Siyonist rejim bir istisna ve kanla besleniyor. Velhasıl Tuhaf bir ölme/öldürme sarmalı...

Durum böyleyken soruyu sorulması gerektiği gibi sormak gerekir. Naif, hanyayı/konyayı bilmekten aciz kimileri, neden ABD, Avrupa ve Birleşmiş Milletler [BM] Siyonist rejimi durdurmak için harekete geçmiyor diye yakınıyor, hayıflanıyor... Eğer siyonist İsrail devletinin ABD ve Avrupa olduğunu bilselerdi, bu tür hezeyanlara ve kuruntulara da kapılmazlardı. Siyonist rejimin neden teknoloji harikası yeni silahları Filistinli kadınlar ve çocuklar üzerinde denediğini de bilirlerdi... BM’ye gelince, söz konusu örgüt İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında oluşturulan emperyalist statu quo yu sürdürmek üzere başta ABD olmak üzere emperyalist güçler tarafından oluşturulmuş bir örgüttür.

Birleşmiş Milletlerin Misyonu

Bu örgütün asıl misyonu, kimi soylu, evrensel, hümanist kavramlara gönderme yaparak ve bazı insancıl denilen [sözde uluslararası] örgütleri de [işte FAO, WHO, UNICEF, UNESCO, vb] araçlaştırarak, ideolojik mistifikasyon yaratmak, ortalama insanı aldatmaktır. Emperyalizmin çıkarlarının bekçiliğini yapmak, yanılsama yaratmak üzere oluşturulmuş bir örgütten Filistin halkı lehine birşeyler beklemek birşeyi olmadığı yerde aramak değil midir? Bir de hayli zamandır dillendirilen bir uluslararası toplum söylemi var. Şu uluslararası toplum denilen ne menem birşey ve kimlerden oluşuyor? Bu ‘topluma’ kimler dahil dersiniz? Mesela Nijerya, Suriye, Kolombiya, Tayland, v.b. de dahil mi? Aslında uluslararası toplum denilen kolektif emperyalizmin öteki adı, şu bildik ABD, Batı Avrupa ve uzantılarından başkası değil... Bu söylemin de ideolojik bulanıklık yaratmak üzere peydahlandığında şüphe yok...

Türkiye kuruluşunun hemen ardından Siyonist devleti tanıyan [28 Mart 1949] ilk Müslüman ülkeydi. O zamandan beri ne zaman Müslüman-Araplarla emperyalistler arasında bir çatışma çıksa, hep Batılıların safında yer aldı. Sırtını Arap ulusuna, yüzünü emperyalizme çevirdi. Hem bir Batı uydusu ve NATO müttefiki olup, hem de bu tür çatışmalarda emperyalizm karşıtı bir politik duruş sergilemek zaten mümkün değildir. ABD’den “yardım” almak, ancak siyonist rejimle iyi geçinmekle mümkündür. Aradan geçen 60 yılda ‘garp cephesinde yeni birşey yok’... Emperyalizme karşı çıkmadan Siyonist rejimin vahşetine ve aşırılıklarına karşı çıkılamayacağına göre! Üstelik bu utanç verici ‘tercihi’ Türkiye’nin ‘milli çıkarları’ gerekçesinin arkasına gizlenerek savunuyorlar ve bir ‘diplomatik başarı’ olarak da sunmaya çalışıyorlar...

Bu yazıda ‘milli çıkar’ denilen safsataya dair açılım yapmamız mümkün değil. Sadece sınıflı bir toplumda “milli çıkar’ diye birşeyin mümkün olmadığını, olamayacağını, bu tür söylemlerin birer egemen ideoloji kategorisi olduğunu söylemekle yetinelim. Öyle bir “Türkiye’nin ulusal çıkarı” ki, vahşet, etnik temizlik, katliamlar karşısında sessiz ve tepkisiz kalmayı haklı çıkarıyor... Sanki Filistin halkıyla İsrail arasında bir savaş varmış da, kalıcı bir barışla sorun çözülecekmiş gibi maalesef yaygın bir izlenim de yaratılmış durumdu... Oysa oradaki durum “barış” kavramıyla ifade edilebilir değil. Barış, iki devlet veya iki taraf arasındaki savaşın sonundaki bir ‘uzlaşma’ durumunu ifade eder. Filistin söz konusu olduğunda “barış” kavramı uygun değil. Orada koloniyalist/emperyalist bir işgal, kuşatma ve topraklarından sürülmüşlük durumu var, dolayısıyla sorunun çözümü ancak sömürgeci/emperyalist gücün oradan atılmasıyla mümkün. Velhasıl durum ancak ‘ulusal kurtuluş’ kelimeleriyle ifade edilebilir... Bu tür ideolojik manipülasyonlar, saldıranla saldırıya uğrayanı ‘eşit statüde’ görmek veya aynı zemin üzerinde saymakla ilgili... Biri sizin boğazınızı sıkmaya çalışırken korunma refleksiyle yaptıklarınız şiddet, terör gibi kelimelerle ifade edilebilir mi? Barışla ilgili olarak Romalı tarihçi Tacit, haklı olarak bir çöl yaratıyorlar sonra da ona barış diyorlar[2] [2] demişti...

Siyonist rejimin son saldırısı ve vahşet görüntüleri, insanların vicdanını yaralıyor ve haklı tepkilere neden oluyor. Elbette acil yardımları gerektiren acil bir durum söz konusu ve olabildiğince çok yardım için acilen seferber olmak öncelikli ve gerekli ama yeterli değil. Eğer sizin devletiniz Siyonist rejimin en büyük destekçilerinden biriyse, o zaman acil yardımdan başka şeyler de yapmanız gerekecektir. Eğer ağlamak, sızlamak, lânetlemek, vb. bir işe yarasaydı, [daha öncesi de olmakla birlikte] 61 yıllık işgalin, kıyımın ve barbarlığın sonunun çoktan gelmesi gerekmez miydi? Türkiye İsrail’in “stratejik müttefiki”, velhasıl ikisi arasında ‘derin bir uyuşma var. İttifak’ın anlamlarından biri de uyuşmadır ve ancak birbirlerine benzeyenler uyuşabilir...

Türkiye İsrail’in en büyük silah müşterisi, İsrail’in hava kuvvetlerinin eğitiminin bir kısmı Türkiye’de gerçekleşiyor. Vücutları bombalarla paramparça olan çocukları, kadınları, Filistinli savaşçıları, her yaştan insanları öldürenlere, topraklarınızda katliam antrenmanları yapmasına karşı çıkmıyorsanız, döktüğünüz gözyaşları ne demeye gelir? Timsah gözyaşları ikiyüzlülüğü ve sahtekârlığı gizlemek için değil mi? Türkiye ile İsrail arasındaki “Güvenlik ve Gizlilik Anlaşması” ne için ve kime karşı? Fakat iki devlet arasındaki anlaşmalar sadece “Stratejik İttifak‘, ‘Güvenlik ve Gizlilik Anlaşması” “Askerî Eğitim ve İşbirliği Anlaşmasından” ibaret değil. Onlarca alanda yapılmış onlarca anlaşma var: Turizmden telekomünikasyona, Serbest Ticaret Anlaşmasından, Savunma Sanayii İşbirliği Anlaşmasına, vb...

Filistin halkının maruz kaldığı yüzyıllık şiddet ve vahşetten kurtulması, topraklarında onuruyla, bağımsız ve özgür yaşaması, başta Müslüman/ Arap halkları olmak üzere, Türkiye de dahil, tüm Orta-Doğu halklarının ortak yürüteceği, tutarlı, kararlı bir anti-kapitalist, anti-koloniyal, anti-emperyalist mücadeleyle mümkün. Fakat Filistin halkının kurtuluşu sadece onun kendi kurtuluşu da olmayacak, Filistin halkının gerçek anlamda kurtuluşu, aynı zamanda tüm bölge halklarının kurtuluşu da olacaktır. Bu yüzden enternasyonalist dayanışma ve işbirliği vazgeçilmezdir. Bunun için de işe öncelikle bölgenin emperyalizm tarafından araçlaştırılan, çürümüş otokratik Arap rejimlerinin iktidarına son vererek başlamak gerekiyor. Zira altedilmesi gereken düşman sadece emperyalizm değil, kaldı ki, emperyalizm iç-uzantılar olmadan hükmedemez... Velhasıl dış düşman -içdüşman özdeşliği söz konusu. Bunun için de enternasyonalist dayanışmayı ve işbirliğini bir söylem olmaktan çıkarıp, ete-kemiğe büründürmek gerekiyor. Velhasıl radikal olmak gerekiyor ki, radikal olmak demek, sorunları kökeninden ele almaktır denmiştir. Aksi halde oradaki vahşetten hepimiz sorumlu olmaktan kurtulamayız. Bu yazıyı Filistinde öldürülen çocukların anısına Hanoch Levin’den[3] bir dörtlükle bitirmek uygun düşüyor...

Sevgili baba, mezarımın üstünde durduğunda
Yaşlı ve yorgun ve çok yalnız,
Ve beni bu toprağa nasıl gömdüklerini gördüğünde
Benden seni affetmemi iste baba.
[1] Baruch Spinoza [1632-1677] 17. Yüzyılın önde gelen Hollandalı Filozof
[2] Publius Cornelius Tacitus, [MS: 55-120] Tarihçi-Filozof.
[3] Hanoch Levin [1943-1999] İsrailli şair, yazar, oyun yazarı, tiyatro yönetmeni. dramaturg.

10 Ocak 2009

Tarih Dersi ve Felsefe

TARİH DERSİ VE FELSEFE

Atalay GİRGİN*

Tarih, tarihçinin seçtiklerinden hareketle, geçmişin yeniden yapılmasıdır; bir imalattır yani. Okullarda okutulan tarih de seçilenlerle imal edilmiş ya da imal ettirilmiş bir tarihtir. Neyin, nasıl ve ne kadar bilinmesi isteniyorsa, o kadarıyla sınırlanmış ve belirlenmiş bir tarih. Özel olarak öğrenciler için bir yeniden yapımdır.

Tam da bu nedenle, genel olarak tarih ve konumuz açısından ise özel olarak tarih dersi nesnel değildir. Bilimin ve bilimsel bilginin en önemli ilkelerinden birisi olduğu belirtilen, “Nesnellik” kriterinden yoksundur. Tarihçinin olgu dediklerinin, bugünden geriye doğru, onun inancı, ideolojisi, en genel haliyle dünya görüşü temelinde anlamlandırılıp, kronolojik olarak, ortaya konulmasından ibarettir.

Bundan dolayıdır ki, bir değil, birden çok tarih vardır. Bu “tarih”ler, tarihçinin (ister akademisyen, ister öğretmen olsun), siyasal ve ideolojik görüşü doğrultusunda, nereden, nasıl, nereye ve hangi amaçla baktığına bağlı olarak biçimlendirilir. Sonra da öğrencinin önüne “Bu oldu” diye sürülür. “Gerçekten ne oldu?” sorusunun yanıtı verilmez. Bu, bilinçli bir tercihtir. Neden?

Bir düşünür, “bir tarihçinin yazdıklarını okumadan, anlattıklarını dinlemeden önce, onun siyasal, ideolojik düşüncelerine bakın”(Carr) der. Bu rastgele söylenmiş bir söz değildir. Çünkü tarihçi, olayları ve olguları, elde ettiği belgeleri, bugünden geriye doğru anlamlandırıp yorumlar. Olayın, olgunun, belgenin varlığı, akademik bir biçim altında sunulan anlamlandırma ve yorumun “nesnel”liğine ve “bilimsel”liğine kanıt olarak gösterilir. Ve o andan itibaren “bu tarihçi”nin düşünceleri “bilimsel” ve “nesnel” sıfatlarıyla bezenmiş olarak, sunulur insanların önüne. Daha doğrusu öğrencinin önüne. Bir kez daha karşımıza çıkar aynı soru: Neden?

Oysa tarih alanında bir belgenin varlığı, kendi başına fazla bir şey ifade etmez. O belgenin öncelikle, çok yönlü bir biçimde sorgulanması, alana ve döneme ilişkin karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesi gerek. Tarih toplumsaldır. Belgeler de şu veya bu biçimde yaşanan toplumsal olay ve olgulara ilişkindir. Bir madalyonun bile en az iki yüzünün olduğu bilinirken, tarihsel ya da güncel ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel v.b. olay ve olguların daha da çok yüzlü, çok boyutlu olduğu hem gerçek, hem de bir hakikattir. Bu durumda genel olarak, bir bilim anlamında tarihin ve özel olarak tarih dersinin buna uygun olması gerek.

Ne var ki varolan bunun tam tersidir; tarih dersi ve tarihçi (istisnaları dışında), öğrencinin düşünmesi, sorması ve sorgulamasını amaçlamaz. Aksine amaç, ona “at gözlükleri” takmak, tek boyutlu düşünmesini sağlamaktır. Bu haliyle tarihçi(yine istisnaları dışında) , bir beyin yıkayıcı olarak çıkar öğrencinin karşısına. Bu onun işidir. Tıpkı ölü yıkayıcılığı gibi... Ölenler olduğu sürece, ölü yıkayıcıları; beyinleri yıkanacaklar ya da beyinlerinin yıkanmasına sessizce boyun eğenler varolduğu sürece de beyin yıkayıcıları hep var olacaktır.

Oysa unutulmamalıdır ki, “Beyin yıkayan kimsenin, kendi beyni de yıkanmıştır”(Carr). Onların, hem kendi konumlarını, durumlarını fark etmelerini sağlamanın, hem de beyin yıkamalarına izin vermemenin yolu ise, öğrencinin bilerek, öğrenerek, geçmişte ve bugün varolana çok yönlü ve eleştirel bakarak, düşünerek, itirazlarını herşeye rağmen dile getirmesinden geçer.

Gerçeği bilme isteğinin ve merakın, not kaygısı dahil, herşeyin önüne geçmesini gerektirir bu. En genel haliyle, felsefeyle bakmayı gerektirir. İster düne olsun, isterse bugüne... Parça bütün ilişkisi temelinde, parçayı bütüne, bütünü parçaya feda etmeden, varolan ya da tarihçinin seçmeci bir tarzda sundukları karşısında akla dayalı, eleştirel, soran, sorgulayan ve hazır basmakalıp yanıtlarla yetinmeyen düşünsel bir tutum alabilmeyi gerektirir. Bu ise, tarih başta olmak üzere, her şeye, ideolojiyle, inançla değil; felsefeyle bakmak, felsefeyle anlamakla olanaklıdır.

Hangi Tarih?

Sorunun kendisi, birden çok tarih olduğunu ifşa ediyor. Tarihçinin nereden, nasıl, nereye baktığına ve neyi gördüğüne, göstermek istediğine bağlı olarak, “tarih”ler çıkıyor karşısına insanın.

O zaman sormak gerekiyor: Anlatılan ve öğretilmek istenen hangi tarihtir? Kimin tarihidir? Tarihte sadece tarih kitaplarının içerisinde yazılanlar mı olmuştur? Anlatılanlar, “Bu oldu” denilenlerin doğru bilgisi midir? Sahi, yeri gelmişken soralım: Doğru bilgi nedir? Okuduklarınızın ya da anlatılanların doğru olduğunu nereden, nasıl biliyorsunuz?

Doğruluk bilgiye ilişkin bir değerdir. Gerçeklik ise bilincimizden bağımsız olarak varolan varlığa ilişkin, belirli bir zamana ve mekana bağlı bir durumdur. Doğru bilgi, nesnesine uygun olan bilgidir. Ki bu uygunluğun da hangi açıdan, hangi koşullarda ve ne kadar olduğu da sorgulamayı gerektirir. İçerisinde yaşadığımız ve bizim de bir parçası olduğumuz varlık, sürekli bir değişim içerisindedir. Değişimin sürekliliği koşulunda, varlığın, mutlak doğru bilgisinden değil; bilgisinin göreli doğruluğundan söz edilebilir.

Tarih, bütünsel anlamıyla bu varlığın, insanla anlamlanan, insanla anlamlandırılan ve insanın anlamlandırdığı, mekanın ve zamanın dünkü, geçmiş boyutunda kalanları kendisine konu edinir. Bu anlamıyla tarihin konusu, olup bitmiş gerçekliklerdir. Bunlar ya vardır ya da yoktur; her iki durumda da “hükmü tarih”tir.

Bu gerçeklikler, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, v.b. boyutuyla, olup bitmiş, insan eylemlerine dayanır. Sadece eylemin kendisi değil, eylemin koşullarıyla birlikte, eylemin özneleri de yoktur artık. Bu koşullarda, tarihe ait gerçekliklerin ne mahkemeye çıkarılabilmesi, ne de yargılanıp mahkum edilebilmesi ya da aklanabilmesi söz konusudur. Yargılamak ve aklamak, insan eylemlerinin yaşanan mekanın şimdiki zaman boyutunda olanları için geçerlidir.

Öte yandan, tarihsel gerçekliklerin seçmeci ve onların bilgisinin de bağlamından koparılmış olarak bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş olan da bir tarih değildir. Tarihte olmuş olanları yargılamaya çalışmak ne kadar yanlış ise, onların doğru bilgisini gizleyip saklamaya çalışmak da o kadar yanlıştır. Bugün yapılmaya çalışılan ne yazık ki, budur.

Her iki yaklaşım da tarihten, günümüzde, ideolojik olarak yanılsamalı bir bilinç halini inşa etmek ve bununla genelde toplumu, özelde ise gençliği biçimlendirmek için malzeme arayışındadır. Bunlar için, “tarih, her türlü refah endişesi dışında, insanlığın entelektüel açlığını giderme hakkının bir parçası”(Bloch) değildir. Aksine, kendi siyasal ve ideolojik tercihlerinin malzeme ambarıdır. Bunlar geçmişe dair belge ve bulgular arasında, tıpkı kilerde ya da ambarda yiyecek arayan fareler gibi dolaşırlar...

Tarihe, bütünselliği temelinde yaklaşmayan tarihçilerin imal ettiği tarih ve bunun ürünü olan her türlü tarih kitabı, işte bundan dolayıdır ki, bilimin nesnellik kriterinden uzaktır. Tarihsel gerçeklikleri bilme merakı ve arzusundan çok, bunlardan bir ideoloji inşa etmeye ve bununla birilerini biçimlendirmeye yönelen her tarihçi, adının önünde prof., doç., dr., öğretmen v.b. hangi sıfatı taşıyor olursa olsun, suçludur: Gerçeğin bilgisini gizlemekten, o bilgiyi çarpıtmaktan, insanların, hem de taammüden, yanlış bilgilendirilmesinden, v.b.

Tarihçinin bu türü, film setindeki ya da bir tiyatro oyunundaki ışıkçı gibidir. Işıkçı, yönetmenin görülmesini istediği ya da özel olarak göstermek istediği nesnenin, olayın üstüne yoğunlaştırır ışığı. İzleyici onu görmelidir; onun dışındakileri değil. İşte böylesi tarihçiler de, karşılarındakini ideolojik olarak biçimlendirme, onların beynini yıkama kaygısı ve amacıyla, eklektik bir biçimde bir araya getirilmiş olay ve olguların, bağlamından koparılmış bilgilerini, yorumlarını verirler, aktarırlar.

Aktarılan, imal edilmiş bu tarih yenenlerin tarihidir. “Yenenler, yenilenlerin ak mintanlarında silmişlerdir kılıçlarının kanını.” Ama onlara, ne kanlı ne de kansız mintanlarıyla yer verilir bu tarihte. Çünkü onlar ve onların da yer aldığı olaylar ve bunların bilgileri aktarılmaya başlanırsa bir kez, beyinler kolay yıkanamaz; düşünmeye, sormaya, yanıtlar üretmeye başlar insanlar. O zaman, bir küp, bir kutu gibi dolduramazsınız öğrenciyi, itiraz etmeye başlarlar. İtiraz, tüm beyin yıkayıcıların kabusudur.

Öğrenci merkezli eğitim ve öğretim etkinliğinin öne çıkarması gereken temel unsurun da şu olması gerek: itiraz edebilen, sürü bilincinden kurtulabilen insan; soran, sorgulayan, çok yönlü bakabilen ve görebilen insan.

Bu ise, öğrencinin eleştirel düşünebilmesi, karşılaştırmalar yaparak sorgulayabilmesi, engellenmeksizin kendini ifade edebilmesi koşullarında ve çok yönlü bilgilendirilmesiyle olanaklıdır. Dahası öğrencinin de, bir insan, bir birey olarak, “gerçeği bilme ve bilgilenme hakkı”nın kabul edilmesini ve bunun hiçbir kişi, mercii ve kurum tarafından engellenmemesini gerektirir.

Biliyorum ki, bu, beyin yıkayıcıların itirazla başlayan kabusunu, karabasana dönüştürmektir. Bir başka yönüyle de hidayete erdiklerini sandıkları bataklıktan kurtulmaları için, aslında bir sopa uzatmaktır onlara... Tutunup çıkabilsinler diye... İpotek altındaki fikirlerini, irfanlarını, vicdanlarını kurtarabilsinler diye... Başka beyin yıkayıcılarının, beyinlerine taktıkları “at gözlükleri”ni çıkarıp atabilsinler diye...

Böyleleri belki o zaman vazgeçebilirler, ikiyüzlülük ve riyakarlıkla, çifte standartlı bir yaklaşımla, geçmişe ait olmuş bitmiş olayların bilgisini çarpıtmaktan, geçmişi bugüne, bugünü geçmişe taşıma yanılsamasından...

İşte O Zaman...

Çok yönlü bilgilendirme başladığında, sorma, sorgulama, eleştirel düşünme ve bu doğrultuda kendini ifade etme temelinde, bugün için lafzi ve kitabi olarak genelgelerde kalan, “öğrenci merkezli” ve öğrencinin de özne olduğu eğitim öğrenim süreci kuvveden fiile dönüşmeye başlar. (Ne yazık ki bu her yeni gelen iktidarca ötelenmektedir.)

İşte o zaman, kayıtsız şartsız, “Osmanlı bir Türk devletidir” önermesini çakamazsınız öğrencinin kafasına. Nedenleri, nasıllarıyla, “Osmanlı devleti, bir Türk devleti değildir; ‘Türk’ onun imparatorluğuna dahil bir alay reayadan bir tanesidir”(Berkes) önermesi de, gerçekliğin bir ifadesi olarak, düşecektir sınıfın orta yerine...

Sadece bu mu? Hayır!.. İşte halen yapılanlardan birkaç örnek: Bugün sorgulamayı değil, ezberletmeyi maharet sananlar, bir hap gibi sundukları, “Osmanlı devleti 1299’da kurulmuştur. Bir kişi hükümdar ya da padişah olarak tahta çıktığında, onun adına hutbe okunur ve sikke bastırılır. İlk Osmanlı sikkesi Orhan Bey zamanında 1327’de bastırılmıştır” önermelerini, bıkmadan usanmadan ve kendilerine hiçbir itiraz gelmeden öğrenciye yuttururlar. Elbette bunları, burada yapıldığı gibi ardarda dizmezler. Çünkü o zaman düşünür ya da fark eder, itiraz eder birileri. Bundan dolayı arada mizansenler vardır ve biraz sulandırılır ki yutulması kolay olsun. İlk öğretimden itibaren aynı ‘hap’lar verilir öğrenciye... Çünkü amaç onların düşünmesi, sorması, sorgulaması değildir; aksine, doğruluğunu ya da yanlışlığını düşünmeden “bilmeleri ve itaat etmeleri”dir. Oysa bu önermeler, birbirini yadsır; çelişiktir.

Osmanlının “Türk birliği” ve İslam için at koşturduğu ve hoşgörüsü anlatılır hala ve buna İspanya’dan sürülen Musevilerin Osmanlı ülkesine kabulü örnek verilir sık sık. Doğru mudur? Öğrenciye sorarsanız bu soruyu, alacağınız iki yanıt vardır: Birincisi, yıllardır aynı bilgi ezberletildiği için, “elbette doğrudur”. İkincisi ise “öğretmenler öyle söylüyor”. Bu durumda, soruyu şu hale dönüştürebiliriz: Öğretmenlerin her söylediği doğru mudur? Hele hele tarihçilerin?.. Yanıtı olan var mı?... Soruyu bir yana bırakıp, dönelim tarih dersinin vecizelerine:

Eğer Osmanlı Türk birliği için kılıç sallıyorduysa, Timur’la yapılan savaşta, neden, sadece Sırplar kalmıştır Yıldırım Beyazıt’ın yanında? Türkler bu savaşta neden terk etmiştir Osmanlı’yı? Yoksa onlar, güzide ve alemi aptal kendilerini akıllı addeden bazı aklı evvel tarihçilerimizin Osmanlıya atfettikleri, Türk birliğini gerçekleştirmek gibi ‘yüce” bir amacı, “Etrak-ı bi idrak” olduklarından dolayı, hiçbir zaman anlayamadıkları ve kavrayamadıkları için mi terk ettiler Osmanlı’yı?

Türkçe’yi, resmi devlet dili olarak kabul eden ve kullanan ilk devlet Karamanoğulları’dır. Ama ideolog tarihçilerimizin, Türk birliğini gerçekleştirme amacı yükledikleri Osmanlının gazabından kurtulamaz Karaman devleti de. “Öç seferini bizzat Sultan Murat, ulemadan aldığı fetvalara istinaden Karaman ülkesine pek fena tahribat yaptırdı. Yapılan tahribat, o zamana kadar görülmemiş bir şekil ve derecedeydi. Türklerin şimdiye değin Hıristiyan ülkelerinde dahi kadınlara tecavüzlerine rastlanmamışken, yağma ve tahripten başka, Karamanoğlu’nun yaptıklarına, bu neviden çirkin şeylerle mukabele edildi”(Mufassal Osmanlı Tarihi, I.Cilt, s.315). O devri yaşamış olan Aşıkpaşazade ise, kaleme aldığı meşhur tarihinde, bu tecavüz senesinde gebe kalan kadınların doğurduğu çocuklardan söz eder(aynı yer).

Bunları ne söz konusu tarihçilerden duyabilirsiniz, ne de tarih dersinde öğrenebilirsiniz.

Ya İslam ve hoşgörü?... Museviler örneği, kimi tarihçilerin ağzında gevelenmekten çürümüş bir sakızdır. Ama bunun yanı başında, onların ısrarla gizledikleri ve görmezlikten gelmeye çalıştıkları taş gibi sert ve soğuk bir gerçek vardır: İspanya’dan sürülen ya da İspanya’yı terk etmek zorunda kalan sadece Museviler değildir; bir de Müslümanlar vardır. Hem Musevilere hem de Müslümanlara, ya Hıristiyanlığa geçin ya da İspanya’yı terk edin denir. Her iki dine mensup olanlardan da bu öneriyi kabul etmeyenler, terk eder İspanya’yı. Museviler genellikle eğitimli ve vasıflı insanlardır. Onların sığınma isteğini, Avrupa’da bazı devletler ve Osmanlı kabul eder. Ya Müslümanlar?... Onlara ne olmuştur? Nereye gitmiştir onlar? İslam için kılıç sallayan Osmanlı Müslümanları da kabul etmiş midir?

Müslümanları kabul etmemiştir Osmanlı. Hoşgörülü Osmanlı’nın, anlatıla anlatıla bitirilemeyen hoşgörüsünden bu Müslümanlara, zerre kadar pay düşmemiştir. Onlar günlerce aç ve susuz, denizde dolaşıp sığınacak yer aramışlardır kendilerine. Ama sonunda çaresizlik içerisinde, geri dönmüşlerdir İspanya’ya. Elbette bir bedeli vardır bunun: Din değiştirmek; Hıristiyan olmak. Ve bedel ödenmiştir.

Tarihten kendi ideolojileri doğrultusunda malzeme çıkarmaya çalışanların karakteristik özelliğidir seçmecilik. Onların önermeleri tarihte olup bitenlere uymasa ve tarihsel gerçeklikler tarafından yalanlansa da, onlar tarihte olup bitenleri önermelerine uygun bir hale getirmekte mahirdirler. Çünkü onlar, kargadan başka kuş, kendi önermelerinden başka doğru bilmezler.

Bunlardan bazıları, dini kisveli, siyasi ve ideolojik bir kurum olan halifelik özlemiyle yanıp tutuşur. Cumhuriyetin siyasi ve ideolojik bir kuruma son verdiğini anlatmazlar. Yapılan dine karşıdır. Bu işlenir. Ellerinde ilk meclisin mebusan fotoğrafları ile derse girip, çadırda Kaddafi’den fırça yiyen, nasihat dinleyen bir başbakanın yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışırlar. O başbakan ki, tarikatların sarıklı, cübbeli şıhları, şeyhleri ve ileri gelenleri ile başbakanlık konutunda buluşmuştur. Savunmaya çalıştıkları budur. Kendilerince, birçok mebusanın sarıklı, şalvarlı ve cübbeli fotoğraflarıyla, l997’de olan arasında bağ kurarak propaganda yapmaktadırlar. Keza İstanbul’un fethini temsilen çizilen resimlerde, burçlara üç hilalli bayrak dikmek de vaka-i adiyedendir zaten.

Bunlar, tarihin ve tarih dersinin öğrenciyi ideolojik olarak biçimlendirmek, tek boyutlu düşünmeye yöneltmek için kullanıldığının ilk akla gelen birkaç örneğidir. Bunları daha çoğaltmak ve açmak, ayrıntılandırmak mümkündür. Ama şimdilik gereği yok...

Öğrencinin de özne olduğu, çok yönlü bilgilendirme temelinde, eleştirel düşünme, sorma ve sorgulama alışkanlığını kazandırmaya yönelen bir eğitim öğretim ve öğrenim etkinliği, sürecin diyalektiği gereği, ideolojik cendereyi kıracaktır. İşte o zaman, eğitenlerin de eğitilmesi, bir gereklilik olmaktan çıkıp, bir zorunluluğa dönüşecektir. Çünkü bugünkülerin büyük bir çoğunluğu ve sahip oldukları anlayışla yürütülemez, yaşanamaz o süreç.

Öncelikle felsefeyle tanışmaları gerek bugünkülerin. Tarihe bir ideolojiyle değil, felsefeyle bakmayı öğrenmeleri için. Bunun da yolu tüm tarihçilerin, felsefeye giriş ve tarih felsefesi dersleri başta olmak üzere, en az bir yıl felsefe eğitimine tabi tutulmalarından geçmektedir. Yeni yetişenlere ise bu zorunlu kılınmalıdır zaten.

Bitirirken...

Bugün yaşamakta olan aklı selim hiçbir insan, istese de istemese de tarihe ait olay ve olguların, yaşanmış gerçekliklerin, karşısında ya da yanında yer alamaz ve bunu da bilir. Ki tarihin de buna ihtiyacı yoktur zaten. Bir başka şeyi daha bilir bu insan: Geçmişin bugüne, bugünün de geçmişe taşınamayacağını. Yaşayan insanın aslında nesnellikle yaklaşabileceği, üzerinde düşünüp sorgulayabileceği alanlardan biridir tarih.

Ama ne var ki, ikiyüzlülüğü ve riyakarlığı bir bilinç hali kılan siyasal ve ideolojik anlayışlar, yaklaşımlar ve bunların ‘tarih öğretmeni’ sıfatını taşıyan temsilcileri, tarihi gerçeklikleri bile amaçlarına alet edebilmek için her yolu denemektedirler. Dahası, tarihi olayların ve gerçekliklerin bilgisini gizleyip çarpıtmanın yanı sıra, bu bilgiyi öğrencileri biçimlendirmenin aracı kılarak, onları da kendileri gibi ikiyüzlülüğün ve riyakarlığın bataklığına çekmeye çalışmaktadırlar. Ama onların açmazı da buradadır. Çünkü tarihten beslenmeye çalıştıkları kadar, tarihin, tarihsel olay ve gerçekliklerin bütünsel bilgisinden de “öcü” gibi korkarlar. Bundan dolayıdır ki, sormaya, sorgulamaya, eleştiriye ve farklı yaklaşımlara dayanamaz ve tahammül edemezler.

Felsefeden korkmalarının nedeni de burada gizlidir. Çünkü felsefe, soran, sorgulayan, varolana ya da sunulana eleştirel ve bütünsel yaklaşan bir düşünme etkinliğidir. Felsefi düşünen insan, parça-bütün ilişkileri temelinde bilmeye ve anlamaya çalışır. Varolanın ya da tarihsel olay ve gerçekliklerin sadece kendisine sunulan bilgisiyle yetinmez. Kabulü de reddiyesi de bunun üzerine bina olur. Çünkü, bilmediğiniz ve anlamadığınız bir şeyi ne savunabilir ne de eleştirebilirsiniz.

Felsefi düşünen, soran, sorgulayan, araştıran insanları, sürü gibi güdemezsiniz. İşte bu yüzden, sürüye ihtiyacı olan ve insanları sürüye katmak isteyenler sık sık şöyle der: Sürüden ayrılanı kurt kapar. Felsefi düşünen de bilir ki, sürünün nihai olarak bir tek adresi vardır: Mezbaha!..
Kasım 2002
*Felsefe Öğretmeni; http://www.atalaygirgin.blogspot.com

Konuya ilişkin okuma önerileri:
1- Tarih Nedir? /E. H. Carr / Birikim Yayınları
2- Tarihin Savunusu Ya Da Tarihçilik Mesleği / Marc Bloch / Gece Yayınları
3- Doğunun Devleti Batının Cumhuriyeti /Mehmet Ali Kılıçbay/ Gece Yayınları
4- Benim Polemiklerim / Mehmet Ali Kılıçbay / İmge Yayınları
5- İktidar Ve Tarih / Büşra Ersanlı Behar / Afa Yayınları
6- 100 Soruda Türkiye İktisat Tarihi I-II / Niyazi Berkes / Gerçek Yayınları
7- Yediyüz / Fikret Başkaya / Ütopya Yayınları
8- Fatih ve Fetih / Erdoğan Aydın / Doruk Yayınları
9- Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler / C. Cohen / E Yayınları
10-Nasıl Müslüman Olduk? / Erdoğan Aydın / Doruk yayınları
11-Türkiye’de Devlet ve Sınıflar / Çağlar Keyder / İletişim Yayınları

03 Ocak 2009

Radikal Eleştiri Zamanı

Radikal Eleştiri Zamanı

Fikret Başkaya






1. Yaklaşık son otuz yılda kendinden menkul, ‘kendi kendini düzenleyen piyasa ekonomisi’, sadece en rasyonel değil, aynı zamanda alternatifsiz, insan doğasına en uygun sistem, velhasıl insanlığın yegâne ufku olarak sunulmak istendi. O kadar ki, hızlarını alamayıp ‘tarihin sonunu’ ilân edecek kadar ölçüyü kaçırdılar... Bu amaçla ısmarlama üzerine oluşturulan neoliberal ideolojik tezler devreye sokuldu. Oysa, insanlık tarihi hiçbir dönemde, piyasaya dayalı kapitalist sistem kadar irrasyonel, akıl dışı, akla, mantığa, sağduyuya ve iz’âna aykırı bir toplum düzenine şahit olmadı. Rasyonel [aklî] olmak şurada dursun, piyasaya dayalı kapitalizm, kendi kendini yok edecek virüsü bünyesinde barındırıyor.

Zira, kapitalist sistemde tam bir araç/amaç tersliği söz konusu veya öküz arabanın arkasına koşulmuş durumdadır. Şu basit nedenden ötürü ki, kapitalist sistemde üretimin birincil [öncelikli] amacı insan ihtiyaçlarını tatmin etmek değil, kâr etmektir. Kullanım değeri değil, değişim değeri üretmektir. Her kapitalist kâr etmek, pazarda satmak üzere mal ve hizmet [meta] üretiyor, dolayısıyla kapitalist sistemde kullanım değeri, değişim değerine tâbi veya onun bir tür türevi durumundadır.

Birincisi, üretimin asıl amacı kâr etmektir; ikincisi, elde edilen kârın en büyük bölümü de vahşi rekabetten ötürü yeniden yatırılmak, sermayeye dönüştürülmek durumundadır. Bu da, kâr amacıyla üretimin, üretim için üretim biçimini alması demektir. İşte, araç/amaç tersliği veya öküzün arabanın arkasına koşulmuşluğu durumu dediğimiz bununla ilgilidir. Netice itibariyle her seferinde daha çok üretmek zorunluluğu var ama üretilenin de tüketilmesi şartıyla... Genişletilmiş ölçekte yeniden üretim veya aynı anlama gelmek üzere, her seferinde daha çok üretim ve tüketim sarmalına hapsolmuş bir sistemin bir geleceği olması mümkün değildir.

Kapitalizm durmayı, kendi kendini sınırlamayı beceremediği için, insanlığı ve uygarlığı yıkıma sürüklüyor. Böylesi bir sistemin insanı insanlıktan çıkarmadan, doğa tahribatı yaratmadan, insanlığı ve uygarlığı tehlikeye atmadan yol alması mümkün değildir? Bu tehlikeli gidiş pek kaygı konusu yapılmıyor zira yıkım, sistemin yükseklerinde yer alan ve yıkımın sorumlusu olan küresel oligarşi tarafından şimdilik pek hissedilmiyor...

Fatura yeryüzünün lânetlilerine kesiliyor. Lâkin belirli bir eşik aşıldığında, faturayı herkesin ödemesi gerektiğinde, yıkım sistemin yükseklerinde de hissedilir duruma geldiğinde, artık çok geç olabilir ve geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir...

2. Şimdilerde reel ekonomide deprem yaratan finansal kriz tartışılıyor ama insanlar krizin ne olduğunu şirketlerin baş ekonomistleriyle, egemen medyanın köşe yazarlarından ve kapitalizm hakkında fikir sahibi olmayan iktisat profesörlerinden öğreniyor. Kapitalizmin ne menem bir şey olduğundan habersiz olanların kapitalizmin krizine dair söyleyecek sözü olabilir mi? Aslında söz konusu olan ne sadece finansal krizdir, ne de bir resesyondan [durgunluktan] ibarettir, söz konusu olan kavramın gerçek anlamında depresyondur.

Otuz yıldır kendinden menkûl, kendi kendini düzenlediği tevatür edilen piyasanın her türlü sorunu çözeceğini ileri sürenler, şimdilerde tam bir pişkinlikle tam tersini söylüyorlar... Söyleyene değil söyletene bak denmiştir... Egemen çevrelerde dillendirilen özetle şöyle: sermaye piyasalarının kendi kendini düzenlemede yetersiz kaldığı; finansal akışkanlığın ölçüyü kaçırdığı, işadamları cenahının gözü doymazlığı ve ahlâk zaafı... Gelir dağılımı bu ölçüde bozulur, emekçi halk çoğunluğunun satın alma gücü bastırılırsa, insanların kapitalizmin ürettiği mal ve hizmetleri satın alamaz duruma gelmelerinde şaşılacak ne var?

Aslında başlangıçta söz konusu olan [subprime, morgage veya ipotek krizi] bir borç krizidir ve satın alamaz durumda olanları borçlandırmakla ilgiliydi. Kapitalistlerin yoksullaştırdıkları insanlara söyledikleri şu idi: satın alamıyorsan kredi al, borçlan... Ellerinde o kadar büyük finansal sermaye birikmişti ki, mutlaka satmaları, değerlendirmeleri gerekiyordu, zira değerlendiremezlerse sermaye değersizleşecekti... Bu yüzden ödeme gücü olmayanlar borçlandırıldı.

O halde sanal ekonomi [économie virtuelle] denilenin gerçek dünyadaki [reel ekonomi] karşılığı, tüm dünyadaki satın alma gücünden başka bir şey değildir. Aradaki fark şimdilerde olduğu gibi devasa boyutlara ulaştığında, bir düzeltme operasyonu kaçınılmazdı ve şu anda yaşanan odur ama düzeltmenin faturasını işçiler, daha geniş anlamda emekçiler, velhasıl yeryüzünün lânetlileri ödemek koşuluyla.

Elbette emekçi halk sınıflarının, ortaya çıkmasında hiçbir sorumlulukları olmayanların, krizin faturasını ödemeleri bir zorunluluk değil... Faturayı sahibine iade etmek de mümkün. Bunun için kapitalist sınıfın üretim araçları üzerindeki mülkiyet tekeline son vermek üzere sahaya çıkmak gerekiyor. Bir kutupta zenginlik yaratabilmesi, karşı kutupta yoksulluk ve sefalet yaratmaya bağlı olan kapitalizmin dışına çıkmaya cüret ve cesaret edildiğinde, velhasıl paradigma değiştiğinde, artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Bunun için asıl tartışılması gerekeni gerektiği gibi tartışabilmek yeterli bir başlangıç olabilir...

3. Bu vesileyle şu soru akla gelir: neden hiç kimsenin istemediği, arzu etmediği ama bedelini emekçi sınıfların ödemek zorunda kaldığı krizler ortaya çıkıyor?

Bu sorunun cevabı, kapitalist üretim tarzının mantığında, temel hareket yasalarında, Marx’ın kapitalist birikimin temel yasası dediğinde saklıdır. Zira orada yine Marx’ın tam bir açıklıkla ifade ettiği gibi, sosyal üretim koşullarının kapitalist sınıfın özel mülkiyetinde olduğu durumda, üretimi artırmayı amaçlayan tüm araçlar, üretici [sınıf] üzerinde birer sömürü ve baskı aracına dönüşüyor.

Dolayısıyla, şimdilerde dillendirildiği gibi kapitalistleri insafa ve sorumlu davranmaya davet ederek, sorunun üstesinden gelinebileceğini düşünmek, bir şeyi olmadığı yerde aramaktır. Zira, kapitalizm ahlâk, merhamet gibi kavramlara yabancıdır, bu tür kavramlar ve kaygılarla ilgili değildir. Daha da ötede, her bir tekil kapitalistin süreci etkilemesinin mümkün olmadığı bir durum söz konusudur. Tekil olarak her bir kapitalistin bireysel iradesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Yıkıcı, vahşi bir rekabet ortamında faaliyet gösteren her kapitalist, her türlü yola başvurarak toplam artı-değerden daha büyük pay almak, sermayesini büyütmek üzere, hiç durmadan ileriye doğru kaçmak zorundadır. O, kör gidişin bir unsurundan başka bir şey değildir. Başka türlü ifade edersek, yok olmamak için büyümek zorunda olan biridir...

Marx, Kapital’in Almanca birinci baskısı için yazdığı önsözde bu duruma açıklık getiriyor: “Olası bir yanlış anlamayı önlemek için bir noktayı belirtmek isterim. Kapitalisti ve toprak sahibi soyluyu, hiç bir şekilde pembeye boyamadım. Ama burada kişiler, ekonomik kategorilerin temsilcileri oldukları, belirli sınıf ilişkilerini ve sınıf çıkarlarını kişiliklerinde topladıkları ölçüde ele alınıp incelenirler. Toplumun iktisadî biçimlenişinin evrimini doğal tarihin bir süreci sayan bana göre, bireyi, o kendini öznel olarak bu ilişkilerin üzerine ne denli çok çıkarırsa çıkarsın, toplumsal olarak yaratığı kaldığı bu ilişkilerden... sorumlu tutulamaz.”[1] Bu yüzden kapitalistlerden ahlâkî bir davranış beklemek, olsa olsa kara mizah alanını ilgilendirebilir... Gayet açık bir nedenden ötürü ki, orada değeri, ‘zenginliği’ yaratan insan faaliyeti meta kategorisine indirgenmiş durumdadır... Bir amaç değil araçtır... Eğer bir gayri ahlâkilik söz konusuysa, o zaman yapılacak şey, soruyu gerektiği gibi sormaktır: Onu ahlakî olmaktan çıkaran nedir? Üretim ilişkilerini, üretici sınıfın [işçi sınıfının] üretim araçlarına yabancılaşmışlığı durumunu atlayarak, yok sayarak, sorunların çözülebileceğini ileri sürmek, en iyi koşullarda ahmakları aldatmaya yarayan ideolojik bir manipülasyondur. Zira işçi, başkası için mal üretirken insanlığından oluyor, hayatını kazanırken kaybediyor...

Kapitalistleri, son otuz yıldır lânetlenen devlet müdahaleleri, devlet düzenlemeleri mi insafa getirecek? Kapitalizm hakkında asgarî bilgi sahibi olan biri için bu sorunun cevabı asla olabilir. Zira, söz konusu olan bir üretim tarzıdır ve kapitalist üretim tarzı ekonomik, politik, ideolojik... kertelerin veya belirleyiciliklerin diyalektik bir bütünüdür. Dolayısıyla ne devletten ayrı, devletten bağımsız bir ekonomi [ekonomik sistem] söz konusudur, ne de ekonomi dışında bir devlet mümkündür. Başka türlü ifade edersek, devlet kapitalizmdir, kapitalizm de devlettir... Eğer öyleyse devleti kim düzenleyecek?

Devletin niteliği burjuva olarak kalmaya devam ettikçe, yapılan tüm düzenlemeler, sistemin mantığının ve işleyişinin bir gereği olarak, kapitalist sınıfın çıkarını gözetmek durumundadır. Bu yüzden son dönemde peş peşe açılan ekonomi paketleri, sadece sermayenin imdadına yetişmeyi, sıkışan sermayeye nefes aldırmayı, emekçi sınıflar aleyhine olmak üzere sermayeye yeni değerlenme alanları açmayı amaçlıyor. Gerçek durum öyledir ama söylem farklıdır. Sık sık, herkes elini taşın altına koysun, koymalı... deniyor. Taşın altındaki el her zaman aynı el değil mi? Başka türlü olabilir mi? İşte işsizliği önlemek, istihdamı artırmak için programlar, paketler gündemde...

Aslında bütün bu paketlerin, programların birincil amacı, sermayenin kârını güvence altına almaktır. Sermayenin ürettiği mal ve hizmetlere talep yaratmaktır... Söz konusu paketlerin hazırlanmasında krizin yükünü taşımak durumunda olan emekçi halk çoğunluğunun bir dahli var mı? Kapitalizm reforme edilebilir değildir. Hep ekonomik büyümeden, ekonomik büyüme oranlarını yükseltmekten söz ediliyor. O kadar zamanda ‘yüksek büyüme oranları’ insanlığın hangi temel sorununu çözdü? Toplumsal ve ekolojik kötülüklerin gerisinde kârı azamileştirmek dışında hiçbir amaç taşımayan ekonomik büyüme yok mu? Hastalığı müzminleştiren ilaç hâlâ neden derdin şifası gibi sunulabiliyor? Kapitalizmin insanlığın ihtiyacı olmayan şeyleri yanlış yöntemlerle ürettiği artık ortada değil mi?

4. Fakat ‘büyük insanlığın’ yüzleşmek durumunda olduğu kötülük sadece ekonomik krizden kaynaklanan sosyal nitelikteki kötülükler değil. İnsan ve toplum yaşamının tüm veçhelerinde görüntü giderek kararmakta, ekonomik krize ekolojik kriz, enerji krizi, gıda maddeleri krizi, iklim krizi, atmosfer krizi, vb. de eşlik ediyor ve tüm bu krizler karşılıklı olarak birbirini derinleştiriyor. Elbette yeryüzünün doğal ve beşeri zenginliğinin %85’nin dünyanın ayrıcalıklı %15 tarafından sahiplenildiği bir dünyada, neoliberal efendilerin vaat ettiği demokrasi, barış ve insan hakları sadece bir retorik olarak kalmaya mahkûm.

Böyle bir dünyada barıştan ve demokrasiden söz etmek abestir ama savaş istisna değil kuraldır. Zira % 15’in ayrıcalıklı konumunu ve statüsünü devam ettirebilmesi, % 85’i sofradan uzak tutmakla mümkündür. Bunun da yolu savaştan geçiyor. Dünya nüfusunun %85’ini oluşturdukları halde kaynakların ancak %15’ine sahip olanlar, sahip oldukları kaynakları kendi refahları için kullanma iradesini ortaya koyduklarında, emperyalizmle çatışmayı da göze almak durumundalar. Nitekim dünyanın birçok bölgesindeki savaşlar ve çatışmalar doğrudan bu durumla ilgili. İşte Afganistan, Irak, Afrika’daki çok sayıda savaş ve çatışma yeryüzünün lânetlilerini sofradan uzak tutmak için çıkarılan savaşlar ve o amaç için peydahlanan çatışmalar.

Demokrasiye gelince, ekonomik planda özerk olmayan birinin politik planda özerk olması mümkün değildir. Nüfusun %1’nin zenginliğin %25’ine, nüfusun %20’sinin gelirin %85’ine el koyduğu bir ülkede ve bir kişinin 58 milyar dolarlık servete sahip olduğu bir dünyada demokrasi, barış ve insan hakları ancak bir retorik olarak mümkündür...

5. Artık XXI’inci yüzyılın başında insanlığın ve uygarlığın kritik bir eşiği aşmakta olduğunu söylemek, karamsarlık tohumları ekmek, felâket tellâllığı yapmak değildir. Söz konusu olan kritik bir kavşaktır ve kavşaklar durulan değil, istikâmet değiştirilen yerlerdir. Zaten fazla seçenek de yok, seçenekler ikiye inmiş durumda: ya mevcut yıkıcı, akıl dışı eğilimler ve süreçler, velhasıl kör gidiş kaldığı yerden pupa yelken yol almaya devam edecek bu sağa viraj almak demektir ki, kâbusun büyümesi, yıkımın derinleşmesi ve hızlanması anlamına gelecektir: açlık, sefalet, boğazlaşmalar, devlet terörü, savaşlar, ekolojik yıkımın derinleşmesi... ; ya da aracın direksiyonunu sola çevirmek...

Ufukta bu ikisi dışında bir ara yol, üçüncü bir seçenek yok. Fakat kör gidişi durdurup aracın direksiyonunu sola çevirmek de yeterli olmayacak. Dolayısıyla üç düzeyde radikal dönüşüm gerekiyor:

1. Araç değişmek durumunda; 2. Aracın istikâmeti değişmek durumunda; 3. Direksiyondakiler değişmek zorunda. Velhasıl insanlığın sosyalizm dışında bir seçeneği yok. Bu aşamada sosyalist deneylerin iflasından hareketle bu seçeneğin de gündem dışı olduğu söylenebilir, söyleniyor ve söylenecektir.

Oysa ortada tam bir yanlış değerlendirme ve yanlış anlama var: iflas eden XX. yüzyıl ‘sosyalizmleri’, sosyalizmin karikatürü bile değildi. Dolayısıyla biz geleceğin sosyalizminden, XXI. yüzyıl sosyalizminden söz ediyoruz. Geleceğin sosyalizmi XX. yüzyıldakiler gibi olmayacak, reel sosyalizm denilene benzemeyecek, benzememesi gerekiyor... Söz konusu deneyler iflas etti zira, kapitalizmin mantığından radikal bir kopuş söz konusu değildi. Kapitalizmin üretim ve tüketim modelini taklit ederek, onu yeni bir söylemle [sosyalist] yeniden üreterek, yeni, farklı, orijinal bir toplum düzeni kurulamazdı... Kapitalizmin mantığından radikal bir kopuşun söz konusu olmadığı koşularda, çelişik olarak kapitalist anlamda bile ekonomik etkinliği gerçekleştiremediler, demokrasiyi ihmal ettiler. Politik planda da anti-demokratik ve totaliter rejimler olmaktan kurtulamadılar. Velhasıl hiçbir zaman paradigmatik bir kopuş söz konusu olmadı. Sadece temel üretim araçlarını devletleştirmek ve merkezi plan, sosyalizm yolunda ilerlemek için yeterli değildi. Zira, devletleştirmek sosyalleştirmek değildir.

Elbette üretim araçlarının mülkiyetinin kapitalist [burjuva] sınıfının elinden alınması sosyalizm için olmazsa olmaz koşuldur ama kapitalist sınıfın mülksüzleştirilmesi zorunlu ve otomatik olarak mülkiyet sorununun çözüldüğü anlamına gelmiyor. Bu vesileyle mülkiyet kavramıyla ilgili bir hatırlatma yapmak uygun düşüyor, zira mülkiyet kavramıyla ilgili tam bir yanlış anlama veya kafa karışıklığı geçerli. O kadar ki, mülkiyet nerdeyse tabu mertebesine çıkarılmış durumda... Mülkiyet demek, başkasının emeğini sömürmeye imkân veren üretim araçlarına sahip olmak demektir. Yoksa şahsi veya ailevî kullanım için sahip olunan şeyler mülkiyet kavramının dışındadır. Bir insanın özel kullanımı için gerekli araçlar: bir çiftçinin iki öküzü, traktörü, kendine yetecek kadar toprağı, kap/kacak, halı/kilim, buzdolabı, çamaşır makinası, ev, araba, vb. mülkiyet değildir. Mülkiyet sahibi olmak bulaşık makinasına sahip olmak değil, bulaşık makinası fabrikasına sahip olmaktır. Sınır, başkasının emeğinin sömürüldüğü yerde başlıyor...

Reel sosyalizmler denilen sosyal formasyonlarda geçerli olan, nihai amacı emperyalist Batı’nın üretim ve tüketim düzeyini yakalamayı amaçlayan bir tür kalkınmacılıktı. Oysa, Batılı sömürgeci/emperyalist devletlerin daha önce yaptığını yapmak, onları aynı temel üzerinde taklit etmek hem mümkün değildi, hem de arzulanır bir şey değildir. Böylesi bir yönelimle yeni, farklı, orijinal, daha güzel bir dünya [un monde meilleur] kurulabilir miydi? Böylesi bir projeden hareketle her türlü yabancılaşmadan arınmış, kadınların ve erkeklerin emansipe [özgürleştiği] olduğu, her türlü ayrımcılığın, hiyerarşinin ve sosyal eşitsizliğin ortadan kalktığı, sömürü ve baskıdan arınmış bir insan toplumuna giden yol aralanabilir miydi?

Elbette bununla bu işin kolay olduğu söylenmek istenmiyor, zira orada söz konusu olan, kökleri binlerce yıl gerilere giden bir sınıflı toplumun yerine yenisini sınıfsız toplumu kurma teşebbüsüyle ilgilidir, dolayısıyla söylenmek istenen rotayı şaşırmamak gerektiğidir... Kaldı ki, kapitalizm koşullarında zaten kalkınma diye bir şey yok ve mümkün de değildir. Orada söz konusu olan sermayenin büyümesi, sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesinden başka bir şey değildir. Bu yüzden mevcut haliyle ekonomik büyüme denilen bırakın arzulanır bir şey olmayı, tüm kötülüklerin kaynağıdır...

6. Sosyalizm, klasik liberalizmin vaatlerinin bir yanılsama olduğunun anlaşılması üzerine, liberalizme radikal bir eleştiri olarak sahneye çıktı. Zira, bir politik felsefe ve bir ekonomik doktrin olan liberalizm, insan özgürlüğü [emansipasyon] sorununu veya bireyin özgürleşmesini bir amaç [finalité] olarak değil, bir araç olarak görüyordu. Adalet ve genel toplum çıkarını gerçekleşmeyi vaat ediyordu ama ona ulaşmak için, Eski Rejim döneminde gelenek, despot ve Kilise [din] tarafından bastırılmış, boğulmuş kişisel [bireysel] aklı özgürleştirmeyi ve bireysel girişimin önünü açmayı yeterli koşul sayıyordu... Dolayısıyla geleneksel [eski] bağımlılıklardan kurtulduğu söylenen bireyin neyin içine düştüğü gerçeğini, bireyin nasıl yalnızlaştığı/çaresizleştiği, ne tür bir can pazarına düştüğü gerçeğini, kapitalist sistemin dayattığı vahşi sömürüyü, baskıyı ve yabancılaşmayı yok sayıyordu.

İşte sosyalizm kapitalizmin yeni dönemin ‘modern barbarlığını’ aşmayı amaçlayan, son tahlilde bir ücretli kölelik düzeni olan kapitalizmin ötesine geçme perspektifine sahip bir özgürleşme [emansipasyon] felsefesi olarak ortaya çıktı. Fakat sosyalist örgütler ve reel sosyalizmler tuhaf bir şekilde çocuğu leğendeki kirli su ile atmak gibi bir yanlışa düştüler. Demokrasiyi ve özgürlüğü hafife aldılar veya savsaklamakta bir sakınca görmediler. Oysa, bireysel özgürlüğü ve gerçek demokrasiyi hafife alan, önemsemeyen bir sosyalizm mümkün değildir.

Büyük Fransız Devrimi’nin sloganları olan özgürlük, eşitlik, kardeşlik insanlığın önünde hâlâ gerçekleşmesi gereken başlıca amaç olarak duruyor. Velhasıl insanın yabancılaşmadan kurtuluşu sorunu, insanlığın çözmek durumunda olduğu temel sorun olmaya devam ediyor. Lâkin, kapitalizmin neden olduğu kötülükler sadece sosyal ve insânî mahiyette değil. Şimdilerde ekolojik yıkım, insanlığı ve uygarlığı yok oluşun eşiğine taşımış durumda. İşte böylesi bir dönemde radikal eleştiri hayati önem arz ediyor. Teorik radikal eleştiriye eşlik eden pratik radikal eleştiri vakitlice gerçekleşmezse, insanlığın geleceği ilelebet kararabilir... Bu derecede teknik gelişmişlik düzeyine ulaşmış bir insanlığın kendi kendini yok etmekte olduğunu iddia etmek saçma görünebilir. Kapitalizm koşullarında bilimin ve teknolojinin kâr etmenin, yok etmenin hizmetinde olduğu hatırlanırsa, telaşın ve kaygının haklılığı anlaşılacaktır.

Demek ki, önümüzdeki dönemde politik mücadele iki amacın gerçekleşmesi perspektifine sahip olmak durumunda: 1. İnsanı yabancılaşmadan kurtarmak, özgürleştirmek; 2. Tam bir varoluş [existencielle], yok oluş sorunu haline gelen insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmak.

Böyle bir hayati misyonu omuzlayacak muhtemel aktörler ne yazık ki, henüz ortada görünmüyor. Burjuva partileri iddia edildiği gibi ‘kamu çıkarını gerçekleştirmeyi amaçlayan politik formasyonlardan çok parti başkanlarının şirketi durumunda. Burjuva politikacıları da politikacıdan çok profesyonel futbolculara benziyor. Türkiye’deki durumu anlamak için bir adım ileri gitmek gerekiyor zira bizde siyasi partiler sadece şirkete benzemiyor, aynı zamanda asıl devlet partisinin taşeronu olmaktan kaynaklanan bir zaafla da mâlûller... Bizde siyasi partiler profesyonel politikacıları ve yakın çevrelerini zenginleştirmek, bu amaçla bütçeyi ve hazineyi yağmalamak için var...

Sosyalist muhalefet, sosyalist ve komünist partiler başlangıçtaki radikal perspektife ihanet ettiler, ücretli kölelik rejimi olan kapitalizmi yıkıp, komünist toplumun yolunu aralama perspektifini bir yana bırakıp, burjuva düzeninin birer unsuru, bileşeni haline geldiler. Söylemleri farklı olsa da kapitalist sömürüyü, bir bütün olarak kapitalizmi ve emperyalizmi meşrulaştırmanın araçları haline geldiler. Bu örgütlerin teşhir ve mahkûm edilmeleri gerekiyor. Zira, ideolojik bulanıklık yaratarak, muhtemel radikal oluşumların önünü kesiyorlar, değilse zorlaştırıyorlar.

7. Mevcut gidişin, geçerli süreçlerin ve eğilimlerin sürdürülemez, kabul edilemez, katlanılamaz, abes, vb. olduğunu söylediğinizde tuhaf bir ‘tepkiyle’ karşılaşıyorsunuz... Bu durum değişmelidir, hem de bu vakitlice gerçekleşmelidir dediğinizde, cevap hazır: insan bencildir, insanı değiştiremezsin, vb. Bu tavır, kökleri çok gerilere giden egemen ideolojinin neden olduğu ideolojik köleliğin bir sonucu.

Her şeyin değiştiği, değişmek durumunda olduğu bir dünyada, insan bundan neden muaf olsun? Kaldı ki, kapitalist çağın ‘modern’ insanı kadar değişmiş başka bir canlı türü var mıdır? Şu anın insanı onun değişmiş hâli değil mi? Neden başka türlü de değişmesin? Farklı bir toplumsal düzen, farklı bir yaşam tarzı düşüncesi, kavramın olumsuz, [pejoratif] anlamında ütopik sayılıyor. Doğal kaynaklar ve üretim araçları toplumun ortak malıdır, dolayısıyla ortak kullanımına sunulmalıdır dediğinizde bir elin beş parmağı aynı mı? deniyor... Bunu diyenle dedirten arasındaki ayrımı gözden uzak tutmamak gerekir...

Oysa sadece kendi çıkarını düşünen, kendi çıkarının peşine koşan insan [homo economicus] burjuva filozoflarının bir uydurmasıydı. Bu gün bu görüş yaşanan süreç tarafından tam bir kesinlikle yalanlanmış durumda. Üstelik genetik alanındaki gelişmeler tarafından da yalanlanmış durumda.

Bir yalanlama da Marx tarafından Feuerbach Üzerine Tezler’in altıncısında mevcut: “... Ama insan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında, toplumsal ilişkiler bütünüdür.”[2] . Velhasıl başka bir dünya, başka bir toplum, başka bir insan hem mümkün hem de arzulanır bir şey. O zaman geriye potansiyeli gerçekleştirmek için sahneye çıkmak kalıyor... İnsanın rüştünü ispatlamasının başkaca bir yolu da yok...

[1] Le Capital, livre I, p. 6.
[2] K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], Sol yayınları 5. baskı, Ankara, 2004, s. 23.

06 Aralık 2008

Melih Cevdet Anday'ın "Defne Ormanı" eşliğinde "felsefi şiir" ve felsefenin işlevi üzerine

M. C. Anday’ın “Defne Ormanı” eşliğinde
“felsefi şiir” ve felsefenin işlevi üzerine

Atalay GİRGİN
*

Defne Ormanı


Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
İçin felsefe yapıyorlardı, çünkü
Ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için
Felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini
Köle sahipleri veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.


Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.


Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin
Felsefesi. Ve sahipsiz felsefenin
Ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi.
Ekmeğin sahipsiz felsefesini
Felsefenin sahipsiz ekmeği.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Hâlâ yeşil bir defne ormanı altında.(Sözcükler, sy. 220, Everest yay.)

Melih Cevdet ANDAY

28 Kasım 2002 tarihinde aramızdan ayrılan Melih Cevdet Anday, bir söyleşisinde, “Şiir” der, “felsefeye bitişir”1. “Defne Ormanı” da bu şiirlerden biridir. Her “şiir (…) felsefeye bitiş”mese de, bu “şiir (…) felsefeye bitiş”iktir.

Son yıllarda Yücel Kayıran’ın dillendirip yazıya döktüğü “Felsefi Şiir” yaklaşımı ve söylemi açısından da değerlendirilmesi gerektiğini düşündüğüm Melih Cevdet Anday’ın 1970 yılında yayımlanan “Göçebe Denizin Üstünde” adlı yapıtında yer alan “Defne Ormanı”nı, ilk kez, Yıldız Silier’in “Özgürlük Yanılsaması”2nda okumuştum. Okuduğum an da bende yarattığı ilk çağrışımı, Althusser’i anımsatmak oldu. Althusser ki, felsefenin, “teorideki sınıf savaşı” olduğunu belirten düşünürdür. Belirli bir yer ve zaman koşullarında ortaya konan ve “şu” diye gösterebildiğimiz her felsefi düşünce ve felsefi sistem, açık ya da örtük bir biçimde bu niteliğe sahiptir.

İşte Anday, “Defne Ormanı” şiiriyle, günümüzde bile bunu kavramayan ya da unutan ve bundan dolayı kendinde bir şey olarak felsefeden veyahut da belli bir felsefe dalından kıymet-i harbiyesi kendinden menkul beklentiler içerisine giren felsefecilerin aksine, bu hakikatin altını çizer. Ki “Defne Ormanı” şiiri, edebi değerinin ne olup olmadığı bir yana, salt bu açıdan bile değerli ve önemlidir.

Bundan dolayı bu şiir, yalnızca “felsefi şiir” tartışmaları açısından değil, aynı zamanda felsefenin işlevini düşünmek ve sorgulamak açısından da değerlendirilmeyi gerektiriyor.

Felsefenin amacı yoktur

Amacım, bu yazı bağlamında hem kısaca felsefenin işlevine hem de “felsefi şiir” açısından birkaç noktaya değinmekle sınırlı. Özel olarak Silier ve Kayıran’la (ki Kayıran’a ilişkin daha geniş bir eleştirel değerlendirme yapmış olsam da) polemik ya da tartışma değil elbette (Böylesi bir polemik, en azından benim için, salt o konuya ve soruna hasredilmiş bir yazıyı gerektirir çünkü. Bunu yazıyor olmam da, ileri sürdüğüm düşünceleri savunmayacağım, bunların ardında durmayacağım anlamına gelmiyor yine de.).

Buradan hareketle; öncelikle, “ideolojinin örtüsünü kaldırıp toplumsal gerçekliği anlamamızı sağlayacak kavramsal araçları geliştirmek, çağımız sosyal ve politik felsefesinin en temel görevlerinden biri.”3 dedikten sonra, “Son sözü Melih Cevdet Anday’a bırakıyorum.” diyerek, sanki söylediklerine bir dayanakmışçasına, hemen ardı sıra “Defne Ormanı” şiirini aktaran Silier’in, bu şiiri yanlış anladığını düşündüğümü de belirtmeden geçmemem gerek. Çünkü yukarıdaki alıntıda Silier’in “sosyal ve politik felsefe”ye biçtiği ne görev ne de “görevlerden biri” ile Anday’ın şiirine içselleştirdiği, belli bir yer ve zamanda felsefi düşünenin düşünce ve söyleminin ürünü olan felsefenin işlevi, görevi ve amacı arasında uzaktan yakından bir ilişki vardır. Dahası, felsefenin kendinde bir şey olarak herhangi bir amacı, işlevi ve görevi de yoktur.

O, yani felsefe, belli kabuller temelinde yapılan düşünme, söyleme ve hatta bunlara bağlı bir biçimde eyleme etkinliklerinin genel adıdır. Bu kabullerin başında da, akla dayalı olmak gelir. Ardı sıra sormaya, sorgulamaya dayalı, eleştirel ve tutarlı bir biçimde genel ve öznel olma, vb. kabuller yer alır. Bu kabuller toplamının, kendinde bir şey olarak bir ya da birden fazla amacı, işlevi ve görevi olduğunu düşünmek, nelik ve gerçeklik ilişkisini unutup yanılsamalı bir kavrayışla hareket etmekten öte bir anlam taşımaz. Çünkü böylesi bir kavrayış, belli bir yer ve zamanda, içerisinde yaşadığı toplumsal ve tarihsel koşullarda, bireysel ve toplumsal/sınıfsal/dinsel/siyasal tercihlerini, olanakları ve olanaksızlıklarını, özlemleri ve isteklerini, kaygıları ve korkularını içeren yaşanmışlıkları eşliğinde felsefi düşünen, söyleyen ve eyleyen insanın, bu etkinliklerinde açık ya da örtük bir biçimde varolan amaç ve işlevi genellikle görmezlikten gelmeye neden olduğu gibi, bazen de yanılsamalı bir biçimde onu felsefenin amacı, işlevi ve görevi olarak algılamaya ve algılatmaya neden olur.

Ne var ki, bu yanılsamalı durum ya da yanılsamalı bilinç hali, yalnızca felsefe ve felsefeciler arasında değil, bir çok etkinlik alanında da hükmünü sürdürmektedir. Edebiyat üzerine düşünen, yazan ya da edebiyatçı sıfatını taşıyan bir çok insan, kendinde bir şey olarak, genel olarak edebiyatın amacı ve işlevi olduğunu düşünür. Tıpkı bunun gibi, bir çok din adamı ya da dindar, dinin amacı olduğunu, siyasetçi siyasetin; bilim adamı bilimin; felsefeci felsefenin amacı olduğunu düşünür, söyler ve yazar. Oysa bu doğru değildir. Çünkü amaç ve işlev, hatta görev ne denli genellik hükmüne büründürülürse büründürülsün, belli bir yerde ve zamanda yaşayan, eyleyen ve söyleyen “şu” diye gösterebildiğimiz insan ya da benzer etkinlikleri benzer düşünce ve kaygılarla gerçekleştiren insan toplulukları ve onların ortaya koydukları ürünler için geçerlidir. Ki bu da çağdan çağa, toplumdan topluma, hatta aynı toplum içerisinde bile, aynı genel etkinliğin şemsiyesi altında sayılan, konumlandırılan/konumlanan kişiden kişiye değişir. Daha ötesi değil… Bundan dolayı, bir genelleme düzeyinde, kendinde bir şey olarak ne edebiyatın ne felsefenin, ne de aşkın ve değişmez kutsallık atfedilmiş, düşsel/düşünsel bir varlıkla temellendirilmiş olan dinin, ne de bilimin, vb. genel etkinlik alanlarının ve adlandırmalarının, aşkın ve değişmez bir amacı, işlevi ve görevi vardır.

Kendini dinamitleyen bir "peotik tasarım" : “Felsefi şiir”

“Felsefi şiir” olur mu olmaz mı tartışmasının, bu tartışma sırasında üretilen, ileri sürülen düşüncelerin değeri ve önemi ne olursa olsun, abesle iştigâl bir tartışma olmaktan öte bir değerinin olmadığını daha baştan belirtmek gerek. Çünkü siyasi, dini ya da ideolojik, vb. şiir ne denli olanaklıysa felsefi şiir de o denli olanaklıdır. Felsefeyi, şiiri, dahası felsefe şiir ilişkisini, hatta edebiyata içselleşen/içselleştirilen felsefeyi ve bunun yanı sıra dışlayıp ötelediklerinizi ne olarak gördüğünüze, nasıl anlamlandırıp nitelediğinize ve tanımladığınıza bağlı bir biçimde olanaklı ya da olanaksız olduğunu, öznel/bireysel düzeyde söyleyebilirsiniz, “felsefi şiir”in. “Olabilirlik ya da olamazlık” tartışmasını gerektirmeyecek kadar basittir bu.

Ne var ki, Kayıran’ın “Felsefi şiir” söylemi için, sorun bu denli basit değildir. Bunun temel nedeni, Kayıran’ın, salt bir “felsefi şiir”, “Olabilir. Olur. Dahası böyle bir şiir var. Hem de, dünya görüşü ve ideolojik şiirin karşıtı olması anlamında…”4 iddiasının ve “felsefi şiir” nitelemesinin ötesine geçip; bu niteleme ekseninde, bir yandan “kendi şiirime ilişkin” diyerek kendine, tabir-i caizse bir savunma hattı kurması, öte yandan da birbiri ardına eklenen genellik hükmündeki önermeler dizisiyle genel bir “felsefi şiir” retoriği oluşturmasıdır.

Elbetteki her şair, kendi şiirini dilediği gibi niteleyebilir. Buna ilişkin, dilinin döndüğü, düşünsel ufkunun ve birikiminin yettiğince bir poetik tasarım yapabilir. Nitelemesi bağlamında bir retorik oluşturabilir. Kendim çalıyorum kendim söylüyorum, kime ne diyebilir. Kayıran’ın da “Alıngan türe (Horatius) sebep olmak istemem; felsefi şiir, kendi şiirime ilişkin poetik tasarımın ve bu şiirin öznesine ilişkin varlık durumunun teorik tarifinden başka bir şey değildir.”5 derken yaptığı da budur. Dışarıdan birinin, bu retoriğe ilişkin “doğru” ya da “yanlış”, “olur” ya da “olmaz” demesinin ne hükmü ne de anlamı ve gereği vardır. İlginizi çekerse, merak ederseniz ya da bir bağlamına denk düşerse okur geçersiniz yazılanları. Okuduklarınızın doğruluğu yanlışlığından çok, öncelikle tutarlılığı/tutarsızlığıdır önemli olan.

Okuyanı asıl itiraz etmeye yönelten, düşünsel itirazını, eleştirisini yazılı ya da sözlü olarak dışsallaştırmaya iten de budur. Böylesi bir itiraz, eleştiri, hatta yerli ya da yersiz, doğru ya da yanlış bir reddiye, kalem tutan, ak kağıdın üstüne sözcük düşürüp düşünce beyan eden herkesi bekler. Her kalem kuşanan da buna hazır olmalıdır. Çünkü kalem kuşanmak, kaleminden dökülen her sözcüğün, her önermenin hesabını vermeye hazır olmayı gerektirir. Ki bu, aslında bir gereklilikten öte, etik tutarlılığın gerektirdiği bir sorumluluktan kaynaklanan zorunluluktur. Tabii kişi, “Aleme verir talkını kendisi yutar salkımı” misali, “Etik Etik” deyip de iş tutarlılığa gelince “sırra kadem” basmıyorsa… Benim için de geçerlidir bu.

Eğer Anday’ın “Defne Ormanı” şiiri üzerine düşünüp yazmaya girişmeseydim, muhtemeldir ki, ben de hiçbir şey yazmayacaktım, Kayıran’ın “Felsefi şiir” nitelemesi ve söylemine ilişkin. Ancak söz konusu şiir bağlamında okuyup araştırırken karşılaştığım, Anday’ın “Şiir de ister istemez felsefeye bitişir” sözü ve bunun yanı sıra Afşar Timuçin’in, edebiyattaki felsefeye ilişkin söylediği “edebiyatlaşmış felsefe” nitelemesi , “felsefi şiir” söylemini anımsamama neden olan bir çağrışım yarattı. Bunun üzerine Kayıran’ın, Hürriyet Gösteri’de yayınlanan “felsefi şiir” bağlamındaki yazılarını yeniden okudum.

Bir kez daha gördüm ve fark ettim ki, Kayıran, “felsefi şiir” söylemine ilişkin, genel olarak, teorik yaklaşım gereği, genellik hükmüne bürünen niteleyen önermelerle derdini anlatmaya çalışıyor. Yer yer de bunlara hem nitelemeye hem de içeriğe dönük belirleme ve tanımlama çabasını gösteren önermeler eşlik ediyor. Ve peşi sıra önermelerini temellendirme ve bunlara ilişkin örnekler sunma çabası. Bu önermelerin hepsini bu yazıya aktarıp sorup sorgulayarak tartışacak değilim. İki önermeyi aktaracağım, esas olarak. Bu önermeleri aktarmadan önce belirtmeliyim ki, Kayıran’ın kendi şiiri temelinde bir peotik tasarım için bile olsa, “felsefi şiir” retoriğini sürdürme doğrultusunda ortaya koyduğu düşünsel çabayı ve yazınsal üretimi takdir etmek gerek. Gelelim önermelere :

Bu önermelerden birincisi, Kayıran’ın “Felsefi şiir nedir, ne değildir” başlığını taşıyan yazısının, “Epistemik değil ontik ıra” ara başlıklı bölümünden. “Felsefi şiir, ontik durumu içermekle ıralanan şiirdir”6 önermesi ve “Epistemik değil ontik ıra” sözü, Kayıran’ın tüm temellendirme çabasına rağmen, spekülatif ve “ben söyledim oldu” yaklaşım ve anlayışından öte geçmiyor. Çünkü örnekleme ve açıklama girişimleri ne olursa olsun, hangi gerekçe ileri sürülürse sürülsün, her şiir epistemik karaktere sahiptir. Ontik olanın, epistemik olanın dolayımından ve anlamlandırılmasından geçmeksizin dilsel, sözel olarak ifade edilmesi mümkün değildir. Aslında Kayıran da farkındadır bunun. Bu farkındalığını, onun, “felsefi şiir bilgi ortaya koyan bir şiirdir, ama bu bilgi (episteme) ontik temelli bir bilgidir, buna içsel episteme de denilebilir” sözünde de fark etmek mümkündür. Kayıran ısrarla “bu bilginin epistemik şiirin içerdiği bilgiden fark”lı olduğu iddiasını sürdürürken, temel dayanağı, epistemik şiirin “epistemesi”nin “ideoloji ve dünyagörüşü gibi enfermasyondan” kaynaklandığıdır. Oysa, aşağıda aktaracağım ikinci önermede değineceğim üzere, bu ayrım, “felsefi şiir” söylemi ve poetikası açısından geçerli, hatta doğru bir dayanak değildir.

Elbetteki bilgi türlerinin, yani Kayıran’ın deyişiyle “episteme” türlerinin, elde edilişlerinden ortaya konuşlarına, öznenin nesneyle kurduğu bağdan biliş ve anlamlandırışına, vb. dek birbirlerinden farklılıkları vardır. Ancak Kayıran’ın unuttuğu ya da kendi “nev’i şahsına münhasır” “felsefi şiir” sözünün büyüsü altında görmezlikten geldiği temel nokta şudur : Her epistemik olanın, ister düşsel düşünsel, isterse gerçek bir varlığa dayansın, hatta isterse ekstrem bir boyutta, yanılsamalı ya da şizofrenik bir bilinç halinin ürettiği varlığın algılanıp anlamlandırılmasına dayansın, isterse ideoloji ve dünya görüşü kaynaklı bir enformasyona dayansın, her daim ontik temelli olduğudur. Bu noktada, şiirin de, edebiyatın neliği gereği, yazılı ya da sözlü olarak, dilden ve sözden başka ifade biçimi yoktur. Dile ve söze dökülen her şey, hangi mantıksal yaklaşımın ve anlayışın içinden gerekçeler getirirseniz getirin, ister genel isterse öznel olsun her daim epistemiktir. Bundan dolayı (epistemik ve ontik olanın ne olup olmadığı, nasıl ayrıştırıldığı ya da ayrıştırılabileceği tartışması bir yana ki bu ayrıştırma bile epistemik olarak yapılır), yalnızca şiir değil, tüm edebiyat epistemik olanla ıralanır. Ancak,”her epistemik olan, aynı zamanda hem ontiktir, hem de ontik temellidir” gibi genel bir önerme kurarsanız ve bunu temellendirirseniz iş değişir ama Kayıran’da da böyle bir şey yok.

Dolayısıyla, başlığından itibaren bu bölüm ve söz konusu önerme, Kayıran’ın “felsefi şiir” söyleminin en zayıf yerlerinden birini oluşturuyor. Çünkü Kayıran, kendi önermesini temellendirmeye, kendi şiirinin poetikasını kurmaya çalışırken, bu önermenin genelliği ekseninde, farkında olmadan, kim bilir ki belki de bile isteye, paradoksal bir biçimde, tüm şiirin, hatta tüm edebiyatın felsefi olduğu anlayışına kapı aralıyor. Tüm paradoksallığına rağmen bu tartışılabilir elbette. Ancak bunun, Kayıran açısından kendini nakzedişten öte değeri yoktur. Çünkü tüm şiirin, dahası tüm edebiyatın felsefi olduğu gibi bir anlayış, “felsefi şiir” nitelemesi, ayrımı ve söylemini, en hafifinden gereksizleştiriverir. Ve o zaman birileri anımsatıverir : Anday söylememiş miydi zaten, “Şiir de ister istemez felsefeye bitişir” diye…

Kayıran’ın söyleminde zayıf olmaktan daha vahim bir başka nokta var. Ki bu da, aktaracağım ikinci önermede kendini göstermektedir. Burada Kayıran, “felsefi şiir Marksist olmakla ıralanır”7 hükmünü veriyor. Bu önermenin taşıdığı hüküm, “felsefi şiir” retoriğini dinamitlemektedir. Çünkü, “Felsefi şiir”in, “dünyagörüşü ve ideolojik şiirin karşıtı” olduğunu söyledikten sonra, dönüp bir de onun “Marksist olmakla ıralan”dığını ileri sürmek “kendi bindiği dalı kesmek”tir. Eğer Kayıran, “ıralan”ma halini “Marksist olmak”la değil de, göndergesi ve göstergesiyle, tüm öznelliği ve içselliği temelinde kendi şiiri içerisinde ve salt o şiirin öznesine ilişkin bir şey olarak belirleseydi, kendi retoriğini dinamitlemesinden söz etmek mümkün olmazdı. Çünkü bunu tartışmak, hatta üzerine düşünmek bile, birkaç biyografi, monografi yazarının ya da edebiyat tarihçisinin dışında abesle iştigâl olurdu.

Ne var ki, Kayıran, “felsefi şiir”i ıralayan gösterge olarak, kendisinin ve şiirinin dışında da bir neliğe ve gerçekliğe sahip olan bir şeyi seçmiştir. Bu şey, aslında Marksizm de değil, daha özel haliyle “Marksist”lik ya da daha doğru bir biçimde “Marksist olmak”. Ancak Marksizm’siz Marksist olunamayacağına göre, “felsefi şiir”i “ırala”yanın Marksizm olduğunu da veri almak gerek değerlendirmede.

Hal böyle olunca, öncelikle Marksizm’in ne olduğundan kısaca (yazıyı uzatmamak için elbette) söz etmek gerek : Marksizm, adı üzerinde Karl Marx’ın yaptığı ve ileri sürdüğü, güncel ve tarihsel anlamıyla ekonomik, sosyal, siyasal, sınıfsal, felsefi çözümlemeler ve görüşler temelinde ortaya çıkmış olan ve bu düşünceler doğrultusunda düşünen, söyleyen ve eylemeye çalışanlarca savunulan siyasal, ideolojik ve felsefi bir öğretidir. Bu bütünselliği temelinde, onun karakteristik özelliği bir sınıflar savaşımı ve devlet öğretisi olmasıdır. Savunucularına, yani her Marksist’e (bireysel ve örgütsel düzeyde), kendinden başlayarak, insanı, toplumu, dünyayı anlama, anlamlandırma, açıklama ve buradan hareketle değiştirme dönüştürme eylemliliğinde, başta sınıflar savaşımı olmak üzere, siyasal ve ideolojik anlamda temel ve total kabuller sunar. Bu haliyle o, aynı zamanda bir dünyagörüşüdür. Bundan dolayı, Marksizm’in siyasal ve ideolojik boyutunu felsefi boyutundan, felsefi boyutunu da diğerlerinden ayırmak mümkün değildir. Ancak bir tane Marksizm yoktur. Aralarındaki tüm farklılıklara rağmen, bunların hepsi de kendisini, şu ya da bu biçimde/oranda Marx’ın düşünceleriyle temellendiren / temellendirmeye çalışan felsefi, ideolojik, siyasal birer türev öğretidir.

Dolayısıyla, Kayıran’ın öznel anlamlandırışı ne olursa olsun, hangi Marksizm’i referans alırsa alsın, bu noktada, “Marksist olmakla ıralan”an, ideolojinin ve dünyagörüşünün karşıtı olarak sunulan“felsefi şiir”, kaçınılmaz olarak ideolojik ve siyasal bir şiir olmakla karşı karşıya demektir. Sözün özü : Kayıran, “felsefi şiir”i Marksizm’e, “Marksist olmakla” karakterize olan bir şiire endekslemek ya da indirgemekle, kendi poetik tasarımını ve söylemini hançerlemiştir. Her ne kadar Kayıran, “Marksist ıra derken, vurgulamak istediğim, şairin siyasal bağlanışı veya ideolojik kimliği değil. (…) Felsefi şiir için önemli olan, şiirde konuşan öznenin edimlerini eşitlik ve adalet talebi gibi Marksist değerlere göre gerçekleştirip gerçekleştirmediğidir.” diyerek, önermesine kendince açıklama getirmeye ve vaziyeti idare etmeye çalışsa da, bu yukarıdaki hükmü değiştirmez. Yalnızca bu değil, aynı zamanda, Kayıran’ın şiirlerinin tek tek çözümlenmesi, incelenmesi de bunu değiştirmez. Çünkü, O, “yapılan içeriksel bir tanımlama da değil, daha çok forma ilişkin bir çerçeve, bir poetika.”dır demekle, bilinçli ya da bilinçsizce, şiirinin içeriğinden hareketle ortaya konulabilecek anlamlandırmalara, çözümlemelere dayalı olası dayanağın da önüne geçmektedir. Zaten bu noktadan sonra da “Şiirde konuşan öznenin edimlerini Marksist değerlere göre gerçekleştirip gerçekleştirmediğidir” önermesinin hükmü nedir ki…?

“Kölelerini Felsefe veriyordu onlara”

Anday, 22 tekil sözcük ve bir bağlaç kullanarak yazdığı 21 dizeden ve toplam 89 (başlıkla birlikte 91) sözcükten oluşan “Defne Ormanı”nda, bir yandan felsefeyi kimlerin yaptığına, diğer yandan da bunun işlevine işaret etmektedir. Likya’da felsefe yapanlar “köle sahipleri”dir. Çünkü “köle sahipleri ekmek kaygusu çekmiyordu.”der Anday.

Ekmek kaygısı çekenin, ekmek kaygısı peşinde koşan ve çalışanın felsefi düşünmeye ne zamanı ne de olanağı vardır. Felsefi düşünmek, özellikle Anday’ın şiirinde yer alan Likya koşullarında, hatta günümüz de dahil bütün çağlar boyunca, yaşamak için akşam yiyeceği ekmeği bulup bulamama derdiyle dertlenen, günlük maişet derdi içinde koşuşturan insanın yapacağı bir şey değildir.

Köleleri sayesinde, felsefe yapmak için boş zamana sahip olan köle sahiplerine köle kazandıranın felsefe olması kimilerine manidar ve paradoksal gelebilir elbette. Hele hele felsefeyi ve felsefi düşünmeyi yüceltip yere göğe koyamayan, ondan neredeyse ulvi beklentiler içerisinde olanlar için bu manidarlık ve paradoksallık tartışılmaz bile. Ne var ki, bu algılamanın temel nedeni, felsefenin neliği ve gerçekliğini yanılsamalı bir biçimde kavramaktan kaynaklanır. Çünkü nelik ve gerçeklik ilişkisi doğru bir biçimde kurulup kavranmadığı sürece, kendinde bir şey olarak felsefe, sanki her derde çare harc-ı alem bir etkinlikmiş gibi algılanıp anlamlandırılır, dahası başkalarına da böyle sunulur.

Oysa bu yanlıştır. Bunun yanlışlığına, 21 dizelik “Defne Ormanı”nda işaret eder Anday. Felsefeye ilişkin nelik ve gerçeklik düzeyindeki algılama ve anlamlandırma yanılsaması ve yanlışlığına dikkati çekmek gibi bir kaygıyı taşıyıp taşımadığını bilemesem de, Anday’ın bu şiirinde, onun genel olarak ve değişmez bir amacı ve işlevi olmadığı yaklaşımı içselleşmiştir. Örneğin :
“Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara”. Dizelerinde açığa vurulan, felsefenin, felsefi düşünen ve söyleyene ya da onu kullanana bağlı bir biçimde, kitleleri tahakküm altına alma ve onları egemen olana tabii kılmada nasıl ve ne denli etkili ideolojik bir işleve sahip olduğudur. Buradaki amaç ve işlev ne değişmezdir ne de felsefeye giydirilebilirdir. Çünkü, yanılsamalarla malul bir algılama ve anlamlandırma içerisinde olmayan hiç kimse için bu sonuç, felsefeye ne içsel ne de dışsal bir amaç, işlev ve görev olarak belirlenebilir.

Bir kabuller varlığı olan insan için, felsefenin de neliği temelinde, kabullerinden hareketle genel bir ideoloji olduğunu unutmamak gerek. Gerçekliği söz konusu olduğunda ise, yaygınlık düzeyi ne olursa olsun, “şu” diye gösterebildiğimiz her felsefe, onu ortaya koyanın bireysel, toplumsal, sınıfsal, siyasal ve ideolojik seçişleri ve seçmeyişleri temelinde, felsefi düşünmenin ve bilginin öznelliği gereği, dünyagörüşünü de içeren özel birer ideolojidir. İşte, özel anlamda şu ya da bu ideolojiye, siyasal yaklaşıma, eğitim anlayışına, vb.ne temel teşkil edebilen, bu türden felsefedir. Bundan dolayı her tekil ideolojinin, eğitim ve sanat anlayışının açık ya da örtük bir biçimde üzerinde yükseldiği bir felsefe vardır. Her hangi bir felsefenin ileri sürdüğü düşünceler ve ortaya koyduğu bilgiler yaygınlaşıp ya da yaygınlaştırılıp insanların düşünce, söylem ve davranışlarını biçimlendirir kılındığı ölçüde, hem bir dünyagörüşü hem de siyasal ve ideolojik olarak bireysel ve toplumsal düzeyde maddi bir güce dönüşür. Böylesi bir felsefi düşünce ve bilgi –ki her bilgi, potansiyel olarak, davranışa dönüşmesi gereken bir değer üretir- varolan düzene başkaldırının da, kitleleri tahakküm altına almanın ve varolanı meşru göstermenin de aracı olabilir.

Anday’ın “Defne Ormanı” şiirinde işaret ettiği felsefe, kitleleri tahakküm altına almanın ve onlara varolanı meşru göstermenin aracı kılınan felsefedir. Amacı, işlevi ve görevi olan, özel olarak bu felsefedir. Keza düzene başkaldırının aracı kılınan felsefe ya da felsefeler için de geçerlidir bunlar. Bu tür felsefe de, tekrar etmek pahasına söylemeliyim ki, tarihsel ve toplumsal koşullar temelinde, her daim zamanın şimdisinde, filozofun ya da felsefi düşünenin kendi çıkarları, sınıfsal/toplumsal/siyasal seçimleri, bireysel istek ve özlemleri doğrultusunda ortaya çıkan, biçimlenen, yaygınlaştırılıp maddi güç kılınarak toplumsallaştırılan bir niteliğe haizdir. Böylesi bir felsefe için, bu aşamadan itibaren, salt felsefe olmaktan söz edilemez. Çünkü o artık, bu aşamayla birlikte “şu” ya da “bu” filozofun öznelliğiyle kaim ‘salt’ bir felsefe olmaktan çıkıp, hem bir dünyagörüşüne hem de bir ideolojiye dönüşür.

Sonuç olarak

Buradan hareketle, sonuç olarak şunları belirtmek gerekir :
Öncelikle Silier’in beklentisinin aksine, kendinde bir şey olarak “çağımız sosyal ve politik felsefesinin”, “ideolojinin örtüsünü kaldırıp toplumsal gerçekliği anlamamızı sağlayacak kavramsal araçları geliştirmek” gibi herhangi bir “temel görevi” yoktur. Böylesi bir görev, felsefenin “teorideki sınıf savaşı” olmasına istinaden, ancak ve ancak, toplumsal/sınıfsal/siyasal tercihini, toplumun ezilen sömürülen sınıflarından yana ve varolan düzene de karşı olan felsefeciler için geçerlidir. Bu anlamda Anday’ın “Defne Ormanı” şiiri Silier’in yaklaşımı için bir dayanak değildir. Çünkü Anday, şiirinde, felsefenin kitleleri tahakküm altına alma ve varolanı meşrulaştırma doğrultusunda işlevsel kılınışının altını çiziyor.

Öte yandan, “Defne Ormanı” Kayıran için “felsefi şiir” midir, bilmiyorum. Çünkü örnek olarak belirttiği “felsefi şiir”ler arasında rastlayamadım. Bu anlamda, Kayıran için “felsefi şiir” sayılmasa bile, Anday’ın bu şiiri, onun kendi deyişiyle hem “felsefeye bitiş”en hem de bir çok felsefecinin aksine felsefenin işlevini gerçekliğine uygun ve doğru bir biçimde belirten bir şiirdir. Bu işlevin taşıdığı, ideoloji ve dünyagörüşü boyutu, “felsefi şiir”i, dünyagörüşünün ve ideolojinin karşıtı olmakla belirleyen Kayıran’ı hem yadsımakta hem de onun felsefeyi neliği ve gerçekliğini gözden kaçırarak yanılsamalı bir biçimde kavradığını göstermektedir. Ki Anday’ın,

“Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara.” dizeleri apaçık göstergesidir bunun. Boşuna denmemiştir, “düşünürün iyisi sanatçı, sanatçının iyisi düşünürdür” (Afşar Timuçin) diye… Anday da bunlardan birisidir işte, her zaman anımsanması, unutulmaması gereken…
· Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com

1 Enver Ercan’ın Melih Cevdet Anday’la söyleşisi Düşün Dergisi, Şubat 1986. İlgilenenler için aktarıyorum ki bu alıntının yer aldığı söyleşide, Anday’ın sözünün tamamı ve bağlamı şudur : Felsefeyi doğuran dildir. Ya da felsefi düşüncenin sınırı, dilin sınırı demektir. Şiir de ister istemez felsefeye bitişir.
2 Özgürlük Yanılsaması, Yıldız Silier, Yordam yayınları, 2006.
3 a. g. e., sy. 33.
4 Yücel Kayıran, Hürriyet Gösteri Dergisi, “Felsefi şiir olabilir mi?” dosyası, sy, 56.
5 Yücel Kayıran, Hürriyet Gösteri Dergisi, Aralık 2005, sy. 87.
6 a. g. y. Sy. 85
7 a. g. y. Sy., 84.