27 Aralık 2018

Milli Eğitim Bakanı Neden Gerçeği Söyleyemez? Çünkü...


Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk Neden Gerçeği Söyleyemez? Çünkü…

Atalay Girgin*

Bunu söyleyebilme olanağı ve yetisi yok! Keza gözlerinin önünde olup bitiyor olsa bile bu taciz olayı, Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, yine de gerçeği söyleyemezdi. Peki; neden?

Önce Olayı Anımsayalım

“Ziya Selçuk gerçeği söylemiyor” denilen olay İstanbul’da yaşanmış. İstanbul’daki Kadriye Moroğlu Anadolu Lisesi’nde öğrencileri taciz ettiği iddiasıyla hakkında dava açılan Coğrafya Öğretmeninin başka bir okulda görevine devam ettiği açığa çıkmış.

Toplumsal çözülme ve kültürel çürümenin, değer erozyonunun, tepeden aşağıya toplumun tüm temel kurumlarını sarmalına aldığı günümüz Türkiye’sinde, ne yazık ki vaka-i adiyeden sayılır hale gelen taciz olaylarına bir yenisi daha eklenmiş. Ziya Selçuk da bu olayla ilgili bir açıklama yapmış. Yani bir açıklamayla bilgi vermiş ya da paylaşmış.

Kısaca özetlediğimiz bu, bir yanıyla vahim diğer yanıyla da sıradanlaşan taciz vakasından asıl konumuza dönelim: Yani Ziya Selçuk’un neden gerçeği söylemediğine ve asla söyleyemeyeceğine…

26 Aralık 2018

Milli Eğitim Bakanı Öğretmenlere Kulak Vermeli!


Milli Eğitim Bakanı, Fatih Altaylı Kadar Öğretmenlerin de Sözüne Kulak Vermelidir!

Atalay Girgin*

Geçtiğimiz günlerde Fatih Altaylı’nın köşesinde kaleme aldığı yazıyı1 okuyunca, yaşanan sorunlar düşünülerek ve sorumluluk bilinciyle kaleme alınan “Eğitimde Radikal Değişim Zamanıdır2 başlıklı yazı aklıma düştü.

Fatih Altaylı’nın dile getirdikleri yanlış değildi. Ancak bu sorunları ve eğitimdeki enkazı, sefaleti fark etmek için basında adı sanı olan gazetecileri beklemek gerekmezdi. Bu yazıya rağmen Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un sorunu kavradığını düşünmüyorum. Çünkü Bakan, hala “Nicelik birikimi” diyerek, dile getirilen bu eğitim enkazı ve sefaletinin üzerini örtmeye çalışıyor. Hatta “Nicelik birikimi” diye nitelediği bu sefaletin üzerinden bir “Nitelik Devrimi” gerçekleştireceğini iddia ediyor. Ve ne yazık ki yanılıyor.

Durum bu denli kötüleşmemişken, “Eğitimde Radikal Değişim Zamanıdır” diyerek bir an önce eğitime neşter vurulması gerektiğini dile getiren yazı hem genel ilkelere hem de pratik uygulamalara dönük şu önerileri içeriyordu. 

Lütfen okuyun. Söylenenleri harimi ismetinize bir saldırı saymadan okuyun!

28 Kasım 2018

Ziya Selçuk'un Halefi Kim? Ya da Ziya Selçuk Görevden Alınıyor Mu?


Milli Eğitim Bakanı Görevden Alınıyor Mu?

Atalay Girgin*

14 Kasım’da odatv’de yayınlanan “İşte İktidarın MEB’teki En Başarılı Bakanı”1 başlıklı yazıda, mevcut gelişmelerden hareketle, artık Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un da “Halefini bekleyen bir bakan” olduğunu belirterek şöyle yazmıştık:

Lakin her imajın olduğu gibi her makyajın da bir miadı vardır. Üç vakte kadar olmasa da beş vakte kadar imaj da makyaj da silinir. Bu anlamda şimdiden söyleyebiliriz ki Ziya Selçuk halefini bekleyen bir bakandır artık. Belki de o anı sabırsızlıkla ve iple çekmektedir.
Ancak Ziya Selçuk’un hakkını da teslim edelim: Göreve gelmesinin üzerinden bir yıl bile geçmeden, makamı kendisine lütfedenleri bir biçimde ikna ederek, yetersiz de olsa, okula başlama yaşını 60 aydan 69 aya çekebilme iznini aldı. Hiç yoktan iyidir. Umarım bu, halefi atanıncaya dek toplum adına elde edebildiği tek başarısı olarak kalmaz.”
Bu sözlerimizin üzerinden bir ay bile geçmeden, yazdıklarımızı destekleyen bir bilgi gazetelere düştü. Hem de Ziya Selçuk’un olası halefinin de adını telaffuz eden bir bilgi…
Ziya Selçuk’un Halefi Kim? 

Milli Eğitim Bakanı Rüya Mı Görüyor, ...?


                      Ziya Selçuk Rüya Mı Görüyor,                      ‘Devrimcilik’ Mi Oynuyor?
Atalay Girgin*

Birinci sorunun yanıtını, “Ziya Selçuk rüya mı görüyor?”1 başlıklı yazısında, Şahin Aybek vermişti. Aybek’in yazısı gösteriyor ki “Niye hiç kimse Eğitim Vizyonu 2023’ün felsefesine dair yazmadı” diye yakınan, sitem eden Milli Eğitim Bakanı’nın rüyası bile başka birinin patentini taşıyor: İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun.

Çok söz edilen ‘Felsefesi’ ise esinlendiği ya da beslendiği kaynaklar2 bir yana, neliği ve gerçekliği temelinde ele alındığında, ilmeği boynunda gezen bambaşka bir sorun. Ziya Selçuk’un “Niye hiç kimse Eğitim Vizyonu 2023’ün felsefesine dair yazmadı?” sorusunu, bir felsefe öğretmeni olarak üzerime alınsam da buna ilişkin değerlendirme bu yazının formatını ve sınırlarını çok aşacağı için şimdilik bu konuya girmiyorum ve başlangıç niteliğinde yalnızca şu sözle yetiniyorum:

“2023 Eğitim Vizyonu”, ontolojisi, yalnızca ontoloji kavramına yüklenmiş, ilmeği boynunda gezen, felsefi kavram ve önermelerle yüklü, buna rağmen misyonun gölgesinde gezinen, başta hamisi olmak üzere, herkese “mavi boncuk” göndermeye çalışan eklektik bir metindir. Felsefi bir metnin en temel özelliği tutarlılıktır. Oysa söz konusu metin, final cümlesiyle, tutarlılık özelliği açısından tüm söylediklerini çöpe atmıştır. (Bu değerlendirmenin tamamını merak eden okur, devamını “Eleştirel Pedagoji Dergisi”nin yeni sayısında bulacaktır.)

25 Kasım 2018

Ziya Selçuk'un Sözünün Hükmü Ya da Kim Yalan Söylüyor?


                   Ziya Selçuk’un Sözünün Hükmü                            ya da 3600 Konusunda Kim Yalan Söylüyor?
Atalay Girgin*


Odatv’de yazmıştık: Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un ağzından çıkan sözlerin, değeri ne olursa olsun, kendisine o makamı, sıfatı, statüyü lütfedenlerin icazet patentini taşımadığı sürece, ömrü yirmi dört saat bile değildir1.

Bu satırların üzerinden bir ay bile geçmeden, hem Ziya Selçuk hem de tüm eğitim camiası ve Türkiye öğrendi ki bakanın ağzından çıkan bir söz, ona o makamı ve statüyü lütfedenlerin mührü vurulmadığı sürece hükümsüzdür. Çünkü Ziya Selçuk, o makama, bakanlık koltuğuna, herhangi bir konuda icraatta bulunsun, başta öğretmenler olmak üzere, kendi personeline sözler versin ve yerine getirsin diye oturtulmamıştır. Aksine kabinenin imajı açısından, yalnızca izin verildiği kadarını yapsın ve kamuoyunda temsil görevinin gereği olarak rolünü oynasın diye getirilmiştir.

Ancak Milli Eğitim Bakanı, beklendiği gibi, kamuoyunda ve öğretmenler arasında gördüğü ilginin de etkisiyle, kendisine lütfedilen makam ve statünün asıl olarak imaj için olduğunu kısa zamanda unutmuştur. Bu unutkanlık hem büyük bir gafı hem de haddini aşmayı ortaya çıkarmıştır.

3600 Konusunda Kim Yalan Söylüyor?

22 Kasım 2018

24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜ MÜ?


Öğretmen Düzenin Duvarındaki Tuğladır

Atalay Girgin*

Her 24 Kasım’da olduğu gibi, bu kez de öyle oldu. Dört bir yandan öğretmen popülizmi yükseltildi. Beklentiler çoğaltıldı. Hatta abartıldı.

Günümüz Türkiye gerçekliğinde mücadele aracı olmaktan çok, her biri küçük ya da büyük birer “öğretmen kümesleri”ne dönüşen eğitim sendikalarından, gazetelerde ve internet sitelerinde eğitim üzerine kalem oynatan yazarlara dek neredeyse her kesim öğretmenlere şirinlik yapmakta, öğretmenin sırtını kaşımakta birbirleriyle yarıştı. Öneri üstüne öneri, talep üstüne talep eklendi. Sendikalar ardı ardına, öğretmenlerin ekonomik durumuyla ilgili anketler yayınladı.

Milli Eğitim Bakanı bile 24 Kasım Öğretmenler Günü için 3600’le ilgili “sürprizimiz olabilir” derken, bazıları hızını alamayıp, gönlünden ne geçerse sıralamaya girişti. Takım elbise talebinde bulunan bile vardı bunların arasında…

Sanırım 24 Kasım pazarı biraz daha erken açılsa iç çamaşırı, sütyen, külot, çorap diyenleri de görecekti memleketim insanı… Neyse… Daha o günlerle karşılaşmadık. Lakin bu gidişle çok da uzak değildir o günler!

Peki; tüm bunlar neden ve niçin yapıldı? Öğretmenlerin ekonomik, sosyal sorunlarını çözmek, özlük haklarında iyileştirmeler sağlamak ve yeni haklar doğrultusunda yeni bir mücadeleye girişmek için mi?

Ne yazık ki hayır! Tüm bunlar, hakların mücadeleyle kazanılmadığı her yerde olduğu gibi, ulufe ve lütuf beklentilerini körüklemek için yapıldı ve hala da yapılıyor.

Lakin gerçekliğin ve onun hakikatinin yanından geçenler, kıyıda köşede ve yok denecek kadar azdı. 24 Kasım’ı vesile ederek yazan köşe yazarlarından eğitim sendikalarının dile getirdiği taleplere kadar dikkatlice izleyin. Hiçbirinde gerçekliğin hakikatinin kırıntılarına, eğitimin ve öğretmenin asli sorunlarına ilişkin palyatif olmaktan öte, köklü ve kalıcı çözüm önerilerine rastlayamazsınız.

Neredeyse her şey, istisnai bazı talepler dışında, ekonomiye ve ekonomik sorunlara endekslenmiştir. Sanki öğretmene on bin lira ya da iki bin dolar maaş verilse eğitim sorunları sabahtan akşama düzelecek, öğretmenin ve öğretmenliğin sorunları ortadan kalkıverecekmiş gibi…

Gerçi “İtibardan tasarruf olmaz” yaklaşımı düstur bellenecek olursa, toplumun ve devletlûların bilincine içkin olan bu bakışa göre en azından “itibar sorunu” sırra kadem basar ya… Neyse… Hamasi söylemlerle öğretmenliğe övgüler düzmek, öğretmenin sırtını kaşımak varken, gerçek sorunlara değinmenin, hakikati dile getirmenin ne önemi var ki…

21 Kasım 2018

Çocuklarımıza felsefi düşünmeyi neden öğretmeliyiz?

Çocuklarımıza Felsefi Düşünmeyi Neden Öğretmeliyiz?
İnsanın yeryüzündeki serüveni acılarla, katliamlar, tehcirler ve soykırımlarla bezenmiştir. “İnsan” adı verilen varlığın, “insan olmayı öğrenme” ve “insanlaşma” süreci, her çağda, sıfatlarının ardına sığınan insanın, sıfatlarıyla mahkûm ettiği insana yaptığı zulümlere karşı duruş, düşünüş, söyleyiş ve eyleyiş biçimiyle gelişmiş ya da ağır darbeler almıştır.
Bu tarih, bir yandan insanlığın ortak mirasına katkıların bir yandan da yakıp yıkmaların, yağma ve talanın, insanın insana yaptığı zulmün tarihidir. İnsan olmayı, etnik ya da dinsel, ideolojik ya da derisinin rengi anlamında yalnızca kendi sıfatıyla, yalnızca kendisi gibi olmayla özdeşleştiren sıfatzede insanın, hâkimiyet kurma ve ekonomik zenginliğe el koyma tarihidir. Bu anlamda, yaşanmış tarihin ve yaşanmakta olan anın zalimi de mazlumu da sıfatzedelerdir.

20 Kasım 2018

Robotların "Yapay Zekâsı"


Robotların "yapay zekâsı"
sizi yeryüzü cennetine taşır mı?

Fikret Başkaya

Robotlar, insanın bazı özelliklerini taklit edebilen makinalar. Robot kavramı ilk defa Çek yazar-dramaturg, Karel Capek tarafından bir bilim-kurgu oyununda [1920] kullanılıyor. Slavca rabota'dan türeme ve eski [kadim] Slavca'da angarya, serf anlamına geliyor. Yapay zeka Batı'da önemli bir ilgi, kaygı ve tartışma konusu olsa da, bizde sıra öyle şeylere pek gelmiyor. Şeytanla mücadele, kadınların nasıl giyineceği, kız çocuklarının ne zaman evleneceği... gibi önemli konulardan yapay zekaya, robotlara bir türlü sıra gelmiyor...    

Robotlar, yapay zeka aslında kapitalizmin ürettiği/kapitalizmi üreten teknolojinin ulaştığı son aşamadan başkası değil. Kapitalizm teknikçi bir üretim tarzı. Üretim, vahşi/yıkıcı bir rekabet ortamında gerçekleşiyor. Her bir kapitalist veya kapitalist işletme, rekabetçi konumunu korumak, yarışta kalabilmek, için her seferinde en ileri üretim tekniklerini kullanmak, sermayesini büyütmek zorunda. Aksi halde toplam artı-değerden yeterli payı kapamaz ve yarışın dışına itilir. Başka türlü ifade edersek, kapitalizm dahilinde teknoloji, münhasıran kâr etmenin ve kârı büyütmenin hizmetindedir... İnsanlar daha az zahmetle, daha az çalışarak, daha kolay üretsinler, rahat yaşasınlar diye üretilmiyor. Kapitalist sınıfın her seferinde daha çok zenginliğe el koyması için peydahlanıyor ve kullanılıyor. Modern teknoloji harikalar yaratırken, insanlığın ve uygarlığın tehlikeli bir eşiğe gelip-dayanması, bu temelli çelişkinin/bu saçmalığın bir sonucudur...

13 Kasım 2018

20 Kasım Dünya Felsefe Günü Bildirisi


20 Kasım Dünya Felsefe Günü Bildirisi
Sıfatlar Değil, Aslolan İnsandır

İnsanın yeryüzündeki serüveni acılarla, katliamlar, tehcirler ve soykırımlarla bezenmiştir. “İnsan” adı verilen varlığın, “insan olmayı öğrenme” ve “insanlaşma” süreci, her çağda, sıfatlarının ardına sığınan insanın, sıfatlarıyla mahkûm ettiği insana yaptığı zulümlere karşı duruş, düşünüş, söyleyiş ve eyleyiş biçimiyle gelişmiş ya da ağır darbeler almıştır.

Bu tarih, bir yandan insanlığın ortak mirasına katkıların bir yandan da yakıp yıkmaların, yağma ve talanın, insanın insana yaptığı zulmün tarihidir. İnsan olmayı, etnik ya da dinsel, ideolojik ya da derisinin rengi anlamında yalnızca kendi sıfatıyla, yalnızca kendisi gibi olmayla özdeşleştiren sıfatzede insanın, hâkimiyet kurma ve ekonomik zenginliğe el koyma tarihidir. Bu anlamda, yaşanmış tarihin ve yaşanmakta olan anın zalimi de mazlumu da sıfatzedelerdir.

Tarihte yaşananlara rağmen, günümüz insanı için Dünya, geçmişten ne daha iyi ne de daha kötüdür. Kimi insanlar insanlığın ortak mirasına katkılarda bulunmaya, yapılan savaşlara, zulüm ve vahşete karşı durmaya çalışırken, kimileri ise yalan, talan, hırsızlıkla hükmetmeye devam etmekte ve bunlardan beslenmektedir. Kimileri ise otorite, muktedir saydığı efendilerinin karşısında el pençe divan durup, lütuf beklemekte ya da lütfedilen makam ve statülerini korumak uğruna vecd içinde secde etmektedir. Dünyanın her yanında olduğu gibi, yanı başımızda da birileri hala sıfatları için öldürmekte, sıfatları için öldürülmektedir. Oysa insanın değerini belirleyen sıfatları, statüleri değildir. Sıfatlar değişebilir, statüler gelip geçicidir.

11 Kasım 2018

16 Yılın En Başarılı Milli Eğitim Bakanı Kim?


Tüm Öğretmenler, Öğrenciler ve Velilerin Teşekkür Etmesi Gereken
En Başarılı Milli Eğitim Bakanı Kim?

Atalay Girgin*

2002 Kasım’ından bu yana var olan iktidar, genelde eğitimi, özelde ise MEB’i oyun alanına çevirdi. “Yapıyoruz. Çağ atlıyoruz”, “Eğitimde devrim gerçekleştiriyoruz” derken bile, zaten çağın ve toplumun ihtiyaçlarına yanıt veremeyen eğitimi daha da kötürümleştirdi. Sorunlar kangrenleşti. Bu toplumun çocukları, bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde kobay olarak kullanıldı. Bunun müsebbibi de mevcut iktidar ve onun Milli Eğitim Bakanlarıdır.

Bu süre içinde, mevcut eğitimi ve okulları bir yandan kendi iktidarının “arka bahçesi” kılma çabasıyla yapboz tahtasına dönüştürdüler. Diğer yandan kapitalizme ve dolayısıyla piyasaya uygun hale getirmek için tabiri caizse her köşe başında yerden pıtrak bitercesine özel okullar kurulmasının önünü açtılar. Bu okulları yaygınlaştırabilmek için özel teşvik uygulamaları yaptılar. Bu okullara gitmeyi özendirici ve destekleyici kararlar aldılar ve bunları hayata geçirdiler.

Lakin geçen zaman içinde, mevcut iktidarın eğitimi yapboz tahtasına dönüştürmenin dışında gerçekleştiremediği tek şey, çağın ve toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak istikrarlı bir eğitim politikasıydı. Şu ana kadar MEB’in başına yedi bakan getirmiş olan ve sonuncusunu da hızla eskitmeye yönelen iktidar, çocukları kobaylaştırma görevini başarıyla sürdürmektedir.  

Peki; bu bakanların içinde başarılı işler yapan hiç kimse yok muydu? Elbette vardı. Peki; yedi bakan arasında en başarılı olan kim? Bu bakanı başarılı kılan icraatı ne?

09 Kasım 2018

Öğretmenler ve Eğitimciler İçin Bir Dergi


Öğretmenler ve Eğitimciler İçin Bir Dergi



Eğitim alanında emekle sabırla yılları geride bırakan bir dergi var. Süreli yayınlanan dergilerden, ardında sermaye, medya kuruluşu olmadan yaşayan edebiyat dergilerinin bile sayısı iki elin parmaklarını geçmezken, bunlardan yoksun olduğu halde eğitim alanında yıllara meydan okuyan bir dergi… Eleştirel Pedagoji Dergisi.

Kaç öğretmen, kaç eğitimci varlığından haberdardır? Kaç öğretmen, kaç eğitimci Eleştirel Pedagoji Dergisini okumuştur ya da okumaktadır? Bilmiyorum.

Ancak şunu biliyorum ki sayıları bir milyona yaklaşan öğretmenlerin binde biri bile Eleştirel Pedagoji Dergisini düzenli okumamaktadır. Satın alanların sayısı ise bu orandan daha da azdır. Peki; neden?

06 Kasım 2018

Yapay Zeka Neler Getiriyor, Neleri Götürecek?


YAPAY ZEKA NELER GETİRİYOR, NELERİ GÖTÜRECEK?


                                        Dr. Cengiz Başkaya



İnsanlık, tarihinin en önemli, en etkili, en hızlı değişim sürecine girmek üzere. 18. Yüzyılın başında buharlı makinelerin icadı, demir üretiminin artması, demiryollarının yaygınlaşmasıyla birinci sanayi devrimi başladı. 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren çelik üretim tekniğinin gelişmesi, elektrik, petrol ve değişik kimyasalların üretim sürecine katılması ikinci sanayi devrimi olarak tanımlandı. Seri üretim bu dönemin tipik özelliği oldu.
1970 den itibaren bilgisayar teknolojisinde, telekomünikasyon, robotik, lazer, fiberoptik ve biyogenetikte çok hızlı gelişmeler, internetin yaygınlaşması, bilgiye ulaşmanın kolaylaşması, otomasyonun birçok alanda kullanılması üçüncü sanayi devrimi olarak kabul edildi.
Artık dördüncü sanayi devriminin, başka bir tanımlamayla Endüstri 4.0'ın eşiğindeyiz. Bu devrimin en önemli belirleyicileri yapay zeka, robotik ve kuantum bilgisayarları olacak. 

Türkiye'de Eğitim İktidarların Oyun Alanıdır


Türkiye’de Eğitim İktidarların Oyun Alanıdır
Atalay Girgin*

Türkiye’de eğitim, dolayısıyla MEB, öteden beri, iktidara gelenlerin egemenlik kurmak istedikleri bir oyun alanıdır. Elbette bedeli toplumsal olarak ödenen bir oyun…

Bunun asli nedeni şudur: Hem genel olarak eğitim, hem de özel olarak okullarda yapılan sistematik eğitim, toplumun mevcut kuşaklarının ve aynı zamanda da onları izleyen nesillerinin bilincini siyasal ve ideolojik olarak biçimlendirme, “ideolojik körlük”le malul kılma etkinliğidir. Ekonomi politikalarını ve kültürel tercihlerini (özellikle kitle iletişim araçlarının yaygın olmadığı yıllarda) zihinleri “ideolojik körlük”le sakatlanmış çocuklar ve gençler yetiştirmek ve onlardan başlayarak kitlelere yayma aracıdır.

Dolayısıyla, toplumu, kendi siyasal-ideolojik ve dinsel tercihleri doğrultusunda hızla değiştirip dönüştürmek isteyen iktidarlar, güçleri nispetinde, öncelikle bu alanı kendi oyun alanları haline getirirler. Bunun için de ilk yapılması gereken, mevcut olanı, (iyi de olsa kötü de olsa, doğru da olsa yanlış da olsa, güzel de olsa çirkin de olsa) kendi kabulleri temelinde bozmaktır (şimdiden söyleyelim ki yarın kimse bağırıp çağırmasın, bu günler geçecek ve bu dönemin sonrasında da aynısı olacaktır. Bugün bozulanı kaçınılmaz olarak düzeltmek için bile olsa…).

Bu bozma süreci bazen biçime, bazen içeriğe, bazen de her ikisine birden müdahalelerle gerçekleştirilir. Sağından solundan müdahalelerle mevcut olanı bozup kötürümleştirirler. Ama yaptıkları her müdahale ile de eğitimin kalitesini arttırdıklarını iddia ederler. Oysa burada aslolan, toplumun ihtiyaçlarından çok bunu yapanların histeriye ulaşan saplantılı siyasal ve ideolojik amaçlarının yanı sıra iktidar ve egemenlik hırslarıdır. “Kindar ve dindar nesiller” isteği ve bu uğurda hala yapılanlar bunun çarpıcı bir örneğidir.

Lakin sosyolojik olarak temel toplumsal kurumlardan biri olan eğitim alanında oyun bir kez başlamışsa dur durak bilmez, sonuçları itibariyle başka alanlardaki oyunlara da benzemez. Dahası bu oyun, diğer temel toplumsal kurumları da sarmalına alarak, dinsel temelli, saplantılı siyasal ve ideolojik bilinç halleriyle her geçen gün genişler ve derinleşir. Bir türlü önlenemeyen, yok edilemeyen kanserli bir hücre gibi her yere sirayet ederek, toplumsal çözülme ve kültürel çürümeyi, çatışma ve iç savaş halleri de dâhil, nihai sonuçlarına doğru hızlandırır. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi…

Peki; eğitim alanındaki oyun ne zaman ve nasıl başladı?

24 Ekim 2018

Andımız Kavgası Neyin Göstergesidir?


Andımız Kavgası Neyin Göstergesidir?
Atalay Girgin*

Ortalık toz duman, salvolar havada uçuşuyor. Sanki zincirlerinden boşanmışçasına… Taraflar yıllardır içlerinde birikenleri kusuyor birbirlerine. Kimi televizyon ekranlarından, kimileri gazetelerden… Her iki olanağı da bulamayanlar ise sosyal medya mecralarından sesleniyor bir diğerine… Bir tarafta sevinç var, diğer tarafta öfke. Konu malum: Andımız!

Danıştay 8. Daire yargıçlarının “Andımız”a ilişkin verdiği karar, neredeyse beş yıldır küllenen ve unutulmaya yüz tutan bir konuda, başta eğitim camiası olmak üzere tarafların sessiz bir bekleyiş içerisinde olduğunu ortaya koydu. Eğitim camiasındaki taraf sendika yöneticilerinin ve öğretmenlerin dışa vuran tepkilerine, kaçınılmaz bir biçimde kendini taraf olarak gören ya da düne kadar sükut ikrardan gelir dercesine susuyor olmalarına rağmen, durumdan vazife çıkaran ve rol kapmak isteyen siyasiler de eklendi.

Ve konu bir anda yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığını da içerecek bir biçimde dallanıp budaklandı. Neredeyse iş “Ankara’da hala yargıçlar var” havasına büründü.

“Andımız” kararı sonrası başlayan kavga yakın bir gelecekte diner mi bilmem. Ancak bu kavga hem yanılsamaların hem de toplumsal yaşamın, eğitim başta olmak üzere birçok alanında var olan ve gizlenen sorunlarının apaçık bir göstergesidir. Ve aynı zamanda da bilinmek ve dillendirilmek istenmeyen hakikatin dışavurumudur.

Şimdi bunlardan birkaçının üzerinde duralım. “Andımız” marşının içeriğini bir yana bırakarak, bu karar kapsamında önce yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile “Andımız” kararının siyasal ve ideolojik mi yoksa hukuki mi olduğuna değinelim. Sonra da bu sorunun asli nedenine…

03 Ekim 2018

Bilimin Dini Yoktur; Ya Felsefenin...?


Bilimin Dini Yoktur; Ya Felsefenin...?

 Atalay Girgin*

MEB’in Lise Felsefe kitaplarına ilişkin ilk tartışma, 11. sınıflarda okutulmasına karar verilen kitaptaki okuma parçasıyla başlamıştı.

İbn Rüşd’ün “Tutarsızlığın Tutarsızlığı” adlı kitabından aktarılan okuma parçasında yer alan, özel olarak filozoflar, genel olaraksa herhangi bir kişi için, “Kendisine öğretilmiş olan dini ilkelerden kuşku duyduğunu açıkladığı ya da bunları peygamberlerin bildirdiklerine aykırı bir biçimde yorumladığı ve onların yolundan saptığı takdirde kafir denmeye en layık kişi olur. Bunu ve böyle bir durumun öğrenim gördüğü dinde küfür cezasıyla cezalandırılacağını bilmesi erdemin bir gereğidir.”1 sözleri, tartışmanın odak noktası olmuştu.

Felsefe diye sunulan, bir dinin sormaya, sorgulamaya kapalı, dogmatik akaidlerine dayanan,  inanç temelli bu sözlerin felsefeyle bir ilişkisi yoktur. İbn Rüsd’ün filozof olması, onun her söylediğinin ve her yazdığının felsefi olduğu anlamına gelmez. Aslında bu bize şunu da göstermektedir. Herhangi bir dine, onun temel doğmalarının kabulüne dayalı bir felsefe olamaz. Çünkü, din felsefesi başka bir şeydir, bir dinin mührünü, zırhını taşıyan bir felsefenin olduğundan söz etmek bambaşka bir şey...

Bu anlamda İslam Felsefesi, Hristiyan Felsefesi, Yahudi Felsefesi diye felsefelerden söz edilemez. Keza İslam Bilimi, Hristiyan ya da Yahudi Biliminden de... Bunların tümü, akıl ve bilim sınırlarını zorlayan birer uydurma olmanın yanı sıra, asıl olarak dinsel temelli siyasal-ideolojik saik ve aidiyetlerle yapılmış sınıflandırma ve adlandırmalardır.

MEB’in Lise Felsefe kitaplarına ilişkin ilk tartışmaya ilişkin kısa açıklamanın ardından asıl konumuza gelelim. Yani MEB’in Lise 10 Felsefe kitabına...

02 Ekim 2018

MEB Lise Felsefe Kitabındaki Yanlışlar



Dünya Evrenin Merkezinde ve Bir Tepsi Gibi Düz Müdür?
 Güneş Doğar Mı, Batar Mı?
Yoksa Hem Doğar, Hem Batar Mı? MEB Lise Felsefe Kitabı Hangi Yanlışı Pekiştiriyor?
Yukarıdaki sorulara bakıp da küçük bir tashih sorununun büyütüldüğünü düşünmeyin. Bu bir tashih sorunu değildir.

30 Eylül 2018

MEB Lise Felsefe Kitabında Kadim Yanlış


MEB Lise Felsefe Kitabında Kadim Yanlış

Yılmaz Ceditli*

 Bir felsefe öğretmeni olarak MEB’in hazırlattığı ders kitabını okuyunca, birçok eksiklik bir yana, iki önemli yanlış dikkatimi çekti.

Eksiklik sorunu, nereden, nereye, neden,nasıl ve niçin baktığınıza, ne aradığınıza bağlı olarak farklılık gösterebilir. Bundan dolayı şimdilik üzerinde durmuyorum. Ancak yanlışlar önemli. Şimdi bunları sırasıyla aktarıyorum.

İlk Yanlış

2018-2019 eğitim-öğretim yılı lise 10. sınıflar için hazırlanmış ve 1.128.391 adet basılmış olan felsefe dersi kitabı, dinlerin asırlar boyunca kutsal metinleri aracılığıyla aktarmasının da etkisiyle, nesilden nesile yinelendikçe iyice yerleşmiş ve üzerine düşünme ve sorgulama gereği bile hissedilmeyen kadim bir yanlışı tekrarlıyor : Güneş, her gün doğar ve batar1.

Yukarıdaki önermeyi okuyanların büyük bir bölümü, belki de “Ne var ki bunda. Elbette Güneş, her gün doğar ve batar” diyecektir, kendisinden önce gelmiş geçmiş ve hala yaşayan milyarlarca insan gibi. Ben de öyle düşünüyor ve söylüyordum. Ancak işin aslı ve hakikati hiç de öyle değilmiş.

08 Haziran 2018

Onların Ahlakı ve Bizim Ahlakımız

ONLARIN AHLAKI ve BİZİM AHLAKIMIZ

Malum şahıslardan biri (hangi biri hangi biri dediğinizi duyar gibiyim) yalan üstüne yalan söylüyor! Bir gün önce söylediğini ertesi gün unutup tam tersini yumurtluyor!

Bunları gören biri soruyor: Müslümanlara göre yalan söylemek günâh değil mi?

Ben düşünüyorum: Eğer Müslümanlara göre yalan söylemek günah olsa, Müslümanlar yalan söyler mi? Çalmak, çırpmak, hak etmediği, alnının teriyle kazanmadığı bir kuruşu bile kendi hanesine geçirir mi?

El cevap: Yalan söylemek günâh değildir! Keza diğerleri de... Çünkü yalan başta olmak üzere bunların hepsi birer yöntemdir! Hatta değeri ne olursa olsun ahlaki bir eylemdir!

Ancak böylelerinin ahlakı ile bizim ahlakımız aynı değildir ve hem ahlaki hem de etik değerler anlamında aramızda uçurumlar vardır! Örneğin; onlar eğer kendilerindense cinsel tacizcileri, hırsızları, yolsuzluk yapanları, katilleri korur. Bu gibilere sıfat, statü, makam bahşeder. Hatta yolsuzluk, yalan, talan ve soygun düzenine halel gelmesin diye kapılarında sadık bir çoban köpeği misali nöbet tutar.

Bizlerse böylesi yalan, talan, yolsuzluk ve soygun düzenlerine de bunların efendilerine ve kapısında nöbet tutan çemişlerine ve destekçilerine de prim vermeyiz.

Bundan dolayı biz onlardan değiliz ve asla olmayacağız da... Çünkü insan olmak ve insan kalabilmek hiçbir dinin, hiçbir mezhebin ve tarikatın sınırlarına sığmaz! Bunların hepsi dar gelir insan olana ve insan kalabilene... Gerisi laf-ı güzaftır!

16 Mayıs 2018

Filistin: 70 Yıllık İnsanlık Utancı...


Filistin: 70 yıllık insanlık utancı...

Fikret Başkaya

Bu dünyada yaşayan 'ortalama insan' Filistin'e dair gerçeği bilmez. Her şey bilmemesi için kurgulanmıştır çünkü...

Siyonist İsrail Devleti, birincisi, 'normal bir devlet değildir ve ikincisi, bir Orta-Doğu devleti de değildir. Siyonist İsrail demek, Orta-Doğu denilen bölgeye taşmış Batı, emperyalizm, ABD, İngiltere, Fransa, vb. demektir... Bir tür 'doku transplantasyonu' söz konusudur... Velhasıl doku uyuşmazlığı var. Siyonist devlet Orta-Doğu'daki emperyalizmdir... Dolayısıyla, neden söz ettiğini bilmek önemlidir...

Siyonist devlet 1948 yılında bir Birleşmiş Milletler Örgütü hilesiyle kuruldu. O kadar ayıp BM'ye yeter de artardı bile... Zira, öyle bir devletin kurulması, bizzat Birleşmiş Milletler Örgütü 'Şartına' mugayirdi... Filistin toprağı Yahudi Yerleşimciler tarafından işgal edildi, Filistin halkının önemli bölümü sürgün edildi, topağından koparıldı... Siyonist devletin kuruluşunu izleyen 60 yılda İsrail 65 BM kararına uymadı... Siz Birleşmiş Milletler Örgütü denileni ne sanıyorsunuz?

13 Mayıs 2018

Sevim Hanım'ın Üzüm Şırası

            Sevim Hanım'ın Üzüm Şırası 

Bak sana bir hikaye anlatacağım ama iyi dinle. Hikayenin sonunda şaşıp kalacaksın, bugüne kadar bende bir açıklamasını bulamadım, Allah’ın işlerinden biri işte!’ dedi ansızın.  Akşam yemeğini yemiş, o sobanın arkasındaki tek kişilik kahverengi koltuğuna yerleşmiş, bense çayı demleyip getirmiş sobanın üstüne koymuş, tek kişilik koltuğun yanındaki, onun aynı zamanda yatak olarak kullandığı divanda yerimi almıştım. Aralık ayının karanlığı ve soğuk rüzgarı da dışarıyı teslim almıştı. Ege’nin zamana göre çok yavaş değişen köylerinden birindeydim. Aynı çocukluğumdaki gibi bahar, yaz ve sonbahardaki hareketliliği kendini kışın dingin soğuk ölü karanlığına bırakmış, köy ahalisi  bu mevsime uyarak kendilerini ocaklarını tüttürmeye vermişler ve evlerinin kapılarını kış için kapatmışlardı.

Bu mevsim Sevim Hanım’ın sevdiği mevsimlerden hiç değildi. Hayatını dışarıda bağında, bahçesinde geçiren biri olarak kendini odalara kapatmak, nefes almaya ara vermek gibiydi. Çok eskilerden taa çocukluğumdan hatırlardım ruh halinin nasıl değiştiğini, karamsar, huysuz biri haline geldiğini. Kış renginin damgasını vurduğu odalarda oturmak ona göre değildi ama kışın hiç gelmediği dünyanın diğer bölgelerini ise hiç mi hiç bilmiyordu Sevim Hanım. Hatta ona bugün öyle bir yerden geldiğimi söylesem parlak mavi gözleriyle bana bakıp gülümseyecek, başını sallayacak ‘ Allah Allah, hiç mi soğuk olmuyor oralarda Allah’ın yarattığı işte’ diyecekti.

‘Tamam dinliyorum, şu çayımızı bir koyayım’ dedim, onu fikrinden caydıracağımdan korkarak. Şu anki birlikteliğimiz ender zamanlarımızdan biriydi. Onu en son gördüğümden bu yana iki buçuk yıl geçmiş, bu süre içerisinde Sevim Hanım, bitmez tükenmez hastalıklarla mücadale etmiş, zaten yaşlı olan vücudu biraz daha yaşlanmıştı. Çayı ince belli bardaklara doldurup, divandaki yerimi aldım. Ben oturur oturmaz söze başladı; ‘ Siz hepiniz gitmiştiniz, yalnızdım hep yalnızdım. ‘ Mavi gözleri uzaklara biryerlere dalmıştı. Başını salladı,  alınmışçasına, kendikendine konuşur gibiydi. ‘ Sen dört çocuk yap, yine yapayalnız kal, bakacak, kapını açacak kimsen bulunmasın’.  Bak ben açtım ya kapını, birlikte oturuyoruz ya demek geçti içimden. Onun yerine anlatacaklarının sabırsızlığıyla ‘peki ne oldu? diye çekiştirdim.

Sevim Hanım, henüz kırk yaşına bir kaç yıl  girmişken, kendini dört çocukla yapayalnız buluvermişti.  Çocuklarının babası, bazen yoğun bir sevgi bazen de yazgısıyla bağlandığı kocası henüz kırk yaşına ayak basmadan onu bu dünyada dört çocukla bırakıp sonsuzluğa yelken açmıştı. Arkasında onlara pekte bir güvence bırakmadan... Sadece o değil geride bıraktığı çocuklarda kendilerini terkedilmiş bulmuşlardı, hayatlarında kanatsız bir melek gibi gördükleri babaları tarafından. Nasıl bulmasınlar ki? Sevim Hanım ne kadar otoriter, huysuzsa ve zaman zaman hayata karşı olan hayal kırıklıklarını çocuklarına yansıtmışsa, babaları  olabildiğince dingindi. Belki de onun ve dört çocuğun karmaşık hayatlarına gökten yanlışlıkla düşmüştü ve bir süre sonra yolunu bulmuş  geldiği yere geri dönmüştü. Daldığı bu düşüncelerden, Sevim Hanım’ın sesiyle uyandı.

‘ Üzümler toplanmıştı gari, havalar yavaş yavaş soğumaya başlamıştı. Hiçbiriniz yoktunuz. Biriniz Ankara’da diğeriniz İstanbul’da okulda, abin İzmit’te, kızkardeşin İzmir’deydi. Bir sabah erkenden kalktım, kahvaltımı yapmadan yola çıktım.  İlk önce Yenice’ye gittim koca bağı iki saatte dolaştım ne kadar neferge ve geride kalmış üzüm salkımı varsa topladım. Dört keleter üzümü serginin yanına bırakıp, aşağıki bağa gittim.  Oradanda on keleter üzüm çıktı.  Tam onları nasıl eve getireceğimi düşünürken Hasan çıkıverdi karşıma. Hasan’ı bilirmisin? Siz yokken bağın işlerini yapan... Sepetli motoruyla aldıda getiriverdi hepsini eve..

Öğleden sonra on beş keleter üzümle bahçede oturmuş ne yapacağımı düşünürken Eliz aradı. Üzümleri tek başına çiğneme dedi. Yarın geliyorum, birlikte çiğneyip pekmezi yaparız dedi. Eve çıkıp öğlen yemeği için bir şeyler atıştırdım. Yeniden bahçeye çıktığımda onbeş keleter üzüm öylece bana bakıyordu. Düşündüm, taşındım bu öölee olmayacak. beklemeyecek dedim. Ninengilin evinden tahta tekneyi sürükleye sürükleye getirdim.’

Hasan’ı biraz hatırlar gibiydim. Hayatımıza düşen melek, bizi bıraktıktan ve belli bir süre sonra onu kaybetmenin yasını tuttuktan sonra,  Sevim Hanım dört çocuğu nasıl besleyeceğinin telaşına ve bağları nasıl bakacağına bir çözüm aramaya girişmişti. İşçi kullanırsa borçlarına borç katılacaktı. Çocuklar küçüktü ama iş yapamayacak kadar da değillerdi. Beşi birden çalışırlarsa işçi kullanmalarına gerek kalmayacaktı, en azından üzüm-hasat zamanına kadar. Sevim Hanım çocuklarında katkısıyla bağ işlerini kendisi yapmaya karar vermişti. Bu karar beşinin de hem fikir olduğu bir karar değildi, Sevim Hanım’ın neredeyse kendi başına aldığı bir karardı. Çocuklar zoraki olarak evet oyu vermişlerdi buna.