21 Mart 2016

AŞKSIZ BİR DÜNYA OLMAYACAK!




 Aşksız Bir Dünya Olmayacak


Röportaj: Tekgül Arı
  
         Atalay Girgin:Türkiye toplumunda geçer akçe olan değerler ve ilişki biçimleri neyse okul ve öğretmende yansıyan da odur.


“Mehdi ve Mesih”, “Lağımpaşalı”, “Başbakan’ın Günlüğü” ve “Kıranlar Kırılanlar Zamanı” adlarını taşıyan fabl türü romanlarının ardından, öykülerini derlediği “Allah Dedi Üstad-ı Azam”la okurun karşısına çıkan Atalay Girgin ile yayınlanan son romanı “Aşk Mavidir Öğretmenim” üzerine söyleştik.

Girgin’in ilk kitabı  “Öğretmen; Düzenin Duvarındaki Tuğla” kitabını da okumuştum. Sistem ve sistemin kendine entegre etmeye çalıştığı öğretmenin eleştirisi oldukça etkileyiciydi. “Aşk Mavidir Öğretmenim” kitabını raflarda görünce şaşırmadım, çünkü Atalay Girgin, düzenin duvarında tuğla olmamak için mücadeleyi seçmiş bir felsefe öğretmeniydi.  Romanı okuduğumda, okul, öğretmen, öğrenci ve sistemin dayattığı eğitim ilişkisini, kurguladığı karakterlerin üzerinden edebiyat disipliniyle verirken Türkiye’deki mevcut eğitim sisteminin ve öğretmenin gelmiş olduğu durumu da okura güçlü karakterler üzerinden gösteriyor. Öyle sanıyorum ki roman okurları, bilmediklerini öğrenecekler, bildiklerinin de aslında bilmedikleri olduğunu görecekler. Her roman gibi çok katmanlı bir yapıya sahip olan Aşk Mavidir Öğretmenim bağlamında yer alan her katmana, her konuya değinemesek de Girgin’le uzunca konuştuk bu konuları.

- Önceki romanlarınızın aksine, Aşk Mavidir Öğretmenim’de karakteriniz hayvanlar değil insanlar.  Merak ettim: Artık fabl türü yazmayacak mısınız? Yoksa Kemeutopyalılar’a ara mı verdiniz?

Hayır… Elbette yazacağım. Ancak fabl türü öykü ve romanlar, nedense birçok insanda masal algısına neden oluyor. Masalların da yetişkinler değil de sanki yalnızca çocuklar için yazıldığının düşünülmesine… Bu sorun birçok başka sorunla birleşince Kemeutopyalılar roman dizisindeki kitapların hem arafta kalmasına hem de okurla buluşmasına engel oldu. Oysa bu dizi bir masal değildi. Aksine fablın ironik anlatısıyla örülü siyasal ve felsefi bir çalışmaydı. Dolayısıyla Kemeutopyalılar’a şimdilik ara verdim. Ancak bu dizi benim ilk göz ağrım ve en kısa zamanda yeniden döneceğim.  

-  İçinde dört uzun öykünüzün yer aldığı ve özellikle kitaba adını veren, bir tür novella olarak değerlendirilecek “Allah Dedi Üstad-ı Azam” ile “Anarşist Öğretmenin Veda Hutbesi”ni “Aşk Mavidir Öğretmenim”i yazmaya iten bir geçiş olarak değerlendirmek mümkün mü?

Yalnızca adını andığınız öyküler değil. “Allah Dedi Üstad-ı Azam”da yer alan diğer iki öykü de olay ve kişileriyle insanlar üzerinden kurgulanıp anlatılmıştır. Ele alınıp işlenişleri, gelişmeye açık oluşlarıyla neredeyse dördü de romana teşnedir ki bildiğiniz gibi novelladan romana uzanan yol çok da uzun değildir. Bu anlamda öyküleri kısmen de olsa Aşk Mavidir Öğretmenim’e bir geçiş, romanlar arası bir soluklanma olarak değerlendirmek de mümkündür.

- İlk romanlar otobiyografiktir” denilse de sizin ilk romanlarınız için böylesi bir sonuca varmak mümkün değil.  Ancak son romanda öğretmen oluşunuzu dikkate aldığımda,  acaba otobiyografik özellikler taşıyor olabilir mi? Eğer öyleyse sizi,  roman kahramanlarından hangisinde bulabiliriz?

Haklısınız. Şu ana kadar yazdıklarımın, hele hele Kemeutopyalılar kapsamındaki romanların otobiyografik nitelikte olmadığı açık. Ama bunun yanı sıra şunu da söylemek gerek: Her yazar zamansal ve mekânsal anlamda kendi gerçekliğinden, içerisinde yaşadığı çevrenin, toplumun, çağın olaylarından beslenir. Onlardan olumlu ya da olumsuz etkilenir. Tepkiler verir. Onlar karşısında üzülür, sevinir, kızar, küfreder, öfkelenir. Yazdıklarında şu ya da bu oranda olup bitenlerden, dahası kendinden izler vardır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, romanda, tanıklıklarımdan, yaşantılarımdan izler var. Hatta şu kadarını da belirteyim: Romanı okuyanlar, bazı kahramanlar için sergilenen özellikler, anlatılan olaylardan hareketle “Aaa! Ben bunu tanıyorum. Bu şu!” da diyebilir. Beni tanıyanlar, olaylar karşısındaki tutumlarımı bilenler, benden izler de bulabilir. Ne var ki bunlar romanı otobiyografik olarak nitelemeye yeterli değildir. Dahası roman kahramanlarından hiçbiri de ben değilim. Galiba otobiyografik bir roman yazmak için kendimi ne yolun başında görüyorum ne de yolun sonunda… Kim bilir, belki bir gün yazarım.
Atalay Girgin: Okul mücadele alanıdır.


- Öğretmen ve okuldan söz etmişken şunu sormak istiyorum: Genelde var olan öğretmen ve okul algısıyla, gerçekten var olan okul ve öğretmen arasında büyük farklar var mı?


Hem de çok! Öğretmene ve okula ilişkin geçmişten gelen ve şu ya da bu oranda hala etkisini sürdüren algı ile gerçeklikte var olan öğretmen ve okul arasında büyük bir uçurum vardır. Aslında öğretmenin ve okulun işlevi dünden bu yana fazlaca değişmemiştir: Öğrenciyi siyasal-ideolojik, kültürel ve ekonomik anlamda istenen doğrultuda biçimlendirmek. Değişen olumlu ya da olumsuz olarak onlara atfedilen değerdir. Okul sistematik yapısı içine aldığı herkesi biçimlendirmeye yönelir. Öğrenciden önce de öğretmeni biçimlendirmeye girişir. Sonra da her ikisi elbirliği içinde öğrenciyi yoğurmaya girişirler: Onları, yani öğrencileri bazen başarılarından dolayı övüp göklere çıkararak, bazen tehdit ve cezalandırmaların hedef tahtasına dönüştürerek, bazen yerin dibine geçirircesine aşağılayarak, bazen de küçük ayrıcalıklarla muhbirleştirerek, istendik davranışlara yöneltmeye çalışırlar.

- Veliler bu durumun farkında değiller mi?

Yalnızca veliler değil, çoğu insan bile farkında değildir bu durumun. Farkına varanların da önemli bir bölümü bu durumu görmezlikten gelir ya da meşru görür. Günümüzde özellikle çocukları için gelecek kaygısının sarmalına düşmüş, çaresizlikten eğitime ve okula can simidi gibi sarılan velilerin çoğunluğu ise gerçeklikte ne yaşandığından habersizdir. Çünkü var olan gerçekliği sorup sorgulamaya girişen, ne olup bittiğini anlamaya çalışanların sayısı yok denecek kadar azdır. Bu durum yalnızca veliler ve öğrenciler için değil, ne yazık ki öğretmenlerin çoğunluğu için de geçerlidir. Velhasıl, okula ve öğretmenlere ilişkin var olan algı ile gerçeklikte yaşanan arasında oldukça büyük fark vardır. Algı bir yana, aslında okulda ve öğretmende yansıyan, onların içerisinde bulunduğu toplumda egemen olan ilişkiler ve erozyona uğrayan değerlerdir. Toplumsal ve kültürel anlamda çözülen ve çürüyen günümüz Türkiye toplumunda geçer akçe olan değerler ve ilişki biçimleri neyse okul ve öğretmende yansıyan da odur.

- Hem öğretmen hem de bir yazar olmak yaşamınızı, örneğin öğrencilerinizle ilişkinizi nasıl etkiliyor?

Öğretmenlik ve yazarlığın birbirini olumlu etkileyebileceği düşünülse de benim çalışma tarzım açısından böyle olduğunu söyleyemem. Öğrencilerimle ilişkilerim açısından da öyle… Beni tanıyan, çevremdeki birçok öğretmen ve farklı meslek grubundan insan gibi, öğrencilerim de şunu iyi bilir: Sınıfta ya da okulda, hatta okul dışında bile birileri sormadığı sürece yazarlığımdan ya da kitaplarımdan söz etmek bana yadırgatıcı, sıkıcı ve fazlaca gereksiz bir iş gibi gelir. Elbette buna rağmen kitaplarımdan, yazılarımdan haberdar olan ilgili öğrenciler her zaman karşıma çıkmıştır. Keza kitaplarımı isteyen öğrenciler de…

- Çalıştığınız okulda,  öykü atölyesi seminerlerinde yer almıştım. Öğrencilerinizin çoğunun sizi ayrı bir yerde tuttuğunu görmüştüm. Sorunları olduğunda ilk size başvurduklarına da şahit oldum. Siz ne kadar yazar kimliğinizi gizlemeye çalıştığınızı söyleseniz de onların sizi takip ettiğini fark ettim. Bunu nasıl başardınız? 

İstisnalar hariç öğrencilerle ilişkim saygı ve sevgi temelinde gelişmiştir. Sanırım bunun önemli bir etkisi olsa gerek. Onların okul içi ve okul dışı farklı saiklerin ve yönlendirmelerin etkisiyle hem felsefeye hem de bana ilişkin algılamaları kırılgan ve değişken olsa da benim için her biri öğrencidir. Ve her öğrenci düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişiyle bir diğerinin aynı değildir. Keza algılama ve anlamlandırma düzeyi de… Benimle taban tabana zıt düşüncelere sahip olanlara bile düşüncelerinden dolayı herhangi bir olumsuz tavır almam. Hatta bazı idareciler tarafından bilinçli olarak üzerime yönlendirilen öğrencilere bile…  Öğrencilerimden bazılarıyla öğrenci-öğretmen ilişkisinin ve okulun ötesine geçen entelektüel boyut kazanan bir süreç yaşanmıştır. Yazarlık, kısmen de olsa bu açıdan kolaylaştırıcı olmuştur, diyebilirim. Ama daha ötesi değil.

- Aşk Mavidir Öğretmenim’de gerçek öğrenciniz olmuş kişiler var mı? Ya da öğrenciliğinizden, öğretmenlik yaşamınızdan tanıdığınız öğretmenlerin izi var mı?

Romanın mahremine ilişkin fazla ayrıntı vermek istemiyorum. Ancak, daha önce de belirttiğim gibi, her yazar kendi gerçekliğinden, bireysel ve toplumsal anlamda tanıklıklarından, yaşantılarından beslenir. Bu anlamda, tanıdığım bazı öğretmen ve öğrencilerin izlerini, özelliklerini, bazı roman kahramanları ve kişilerinde bulmak ya da onlar arasında çağrışımsal benzerlikler kurmak mümkündür. Ama özellikle belirtmek isterim ki hiç kimse alınganlık yapıp da üstüne alınmasın: Bu bir romandır ve burada şu diye gösterilebilecek hiçbir gerçek kişi yoktur. Daha ötesini de söyleyeyim: Hiçbir edebiyat eserinde gerçek yoktur. Çünkü gerçek, ne herhangi bir kitaba ne de dünyanın tüm kitaplarına sığdırılabilecek denli küçüktür.

- Romanın bir yerinde, karakterlerden biri “Okul mücadele alanıdır” diyordu. Gerçekten okul bir mücadele alanı mıdır? Eğer öyleyse, öğretmenler, öğrenciler bunun neresindedir?

- Evet! Okul, onun asli işlevini bilen herkes için, bir mücadele alanıdır. Hem de siyasal, ideolojik, kültürel, vb. boyutlarıyla.  Öğrenciler, özellikle egemenler ve onların eğitim alanındaki gönüllü ya da gönülsüz temsilcileri açısından, bu mücadelenin, biçimlendirilmesi gereken nihai nesneleridir. Çünkü bir toplumun bugününü satan, kapitalist sömürü düzeninin egemenlerine peşkeş çeken yetişkinler olsa da her toplum daima kendi gençliğinden teslim alınır. Ancak onlardan önce nesne kılınıp biçimlendirilen, istendik davranışlar kazandırılanlar, bu süreçte Skinner’ın farelerine dönüştürülenler ise öğretmenlerdir. Ne yazık ki öğretmenlerin büyük bir çoğunluğu, sınıfta kullandıkları ve kendilerine hizmetkârlığın karşılığı olarak egemenlerin lütfettiği iktidarın büyüsünden kurtulup da bunu fark etmezler. Fark edenlerin çoğu da ya sineye çeker ya da boş vermişliğe vurur işi. Sonuçta, gerçeklik ve onun bilgisi sırra kadem basar, yanılsama galebe çalar. Bir yanda silahlar, toplar patlasa, katliamlar yaşansa da sınıfın kapısı, bu silahların, katledilenlerin sesine, toplumsal gerçekliklerin bilgisine kapanmalıdır. Kapanmalıdır ki okul tarihsel ve güncel anlamda siyasal ve ideolojik işlevini yapabilsin. Öğretmeni düzenin duvarında bir tuğla olarak tutarken, öğrenciyi de düzene uygun kafalara dönüştürebilsin.   

- Gerçek ve gerçeklik demişken, genelde edebiyatta özelde ise roman ve öyküde gerçekçilik, toplumsal gerçekçilik, eleştirel gerçekçilik, 12 Eylül’den buyana sanki kaçınılması gereken bir öcü, bir veba gibi… Sizin açınızdan da bunlar kaçınılması gereken, edebiyat tarihi içinde bir yana bırakılması gereken akımlar mı?

Yaşamın her alanında ne çok öcüler var değil mi? Hem de herkes için… Çocukluğumuzdan başlıyor ve yaşam boyu adları değişerek, farklı kavramlarla karşımıza çıkarılıveriyor. Bazılarımız kaçınıyor bundan, bazılarımız ise umursamıyor. Gerçekçilik, toplumsal gerçekçilik, eleştirel gerçekçilik konusunda söylenenlere ve yaratılan / yaratılmak istenen algıya da bu açıdan bakmak gerektiğini düşünüyorum. Kendi adıma umursamıyorum. Keza bunların yerine ikame edilmek istenen ya da dönemsel olarak servis edilen akımları da… Dahası, tıpkı, toplumsalın güvencesi altındaki insanın yanılsamalı yalnızlık saplantısı gibi, sanat ve özellikle de edebiyat alanında yazan, söz söyleyen insanın da mutlak anlamda gerçekten, gerçeklikten ve toplumsal gerçeklikten bağımsız düşünebilmesi, onlar karşısında eleştirel bir düşünüş, söylem ve anlamlandırmadan uzak durabilmesi mümkün değildir. Gerçeküstü, fantastik eserler bile yazarının içinde yaşadığı gerçeklikten, toplumsal gerçeklikten, onların farklı zaman ve mekân koşullarında kişileri ve olaylarıyla tasarlanıp yeniden anlamlandırılmasından beslenir. Hal böyleyken, sözünü ettiğin akım ve anlayışlara ilişkin ne denli farklı anlamlar yükleniyor, eleştiriler yöneltiliyor olursa olsun, bunlar benim için öcü değildir. Bana göre bu konuda asıl dikkat edilmesi ve sorgulanması gerekenler, bu akımları ısrarla “Öcü” olarak göstermeye çalışanlar ve kendini bu rüzgâra kaptıran yazarlar, sanatçılardır, diye düşünüyorum. Ama bunu söylerken ardı sıra zihnimde şu beliriyor: Dünden bugüne muktedirlerin karşısında el pençe divan duran, ibrikçibaşının önünde ibrikler misali hizaya geçip boyunlarını büken, Saray kapılarında kapıkulluğu yarışına giren, üç kuruşluk çıkar uğruna yaşamlarının sonbaharında efendi bellediklerine güzellemeler yapmak uğruna gerdan kıranların arsızca arz-ı endam eylediği bir zamanda, sorgulanacak, eleştirilip mücadele edilecek onca sorun varken, yukarıdakilerin önceliği nedir ki şimdilik…

- Anladığım kadarıyla Saray’ın davetine icabet eden sanatçı ve yazarlara yönelik ağır bir eleştiride bulundunuz. Öncelikle, sanatçı ya da yazar aydın insan mıdır sizce? Ya da sistemin yaptığı haksızlıklara ortaklık mıdır amaç yoksa nemalanmak mı? 

Her “aydın” sıfatı yakıştırılan insan, yazar ve sanatçı olmadığı gibi, her sanatçı ya da yazar sıfatı taşıyan insan da aydın değildir. Gramsci’nin, sınıflar mücadelesi temelinde yaptığı organik aydın ve inorganik aydın ayrımı bu açıdan zihin açıcıdır. Tarihsel ve güncel anlamda, sınıflar mücadelesinde işçi sınıfından yana düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişiyle açık bir tavır almayanlara atfedilen sıfat, ister entelektüel, aydın, isterse sanatçı ve yazar olsun, bunların tümü bu düzenin ve tahakkümün duvar örücüleri ve var olan duvarın da tahkimcileri, meşrulaştırıcıları ve cilacılarıdır. Lakin “Aç ayı oynamaz” denir ya bunların da kursağına, efendilerin sofrasından kırıntı babında da olsa ulufe girmezse olmaz. Ulufenin kokusunu aldıklarında her yere gider ve her şeyi yaparlar. Neyse bu sinir bozucu bir konu… Benim için Dünyanın tüm saraylarının temelinde, yapısında, koridorlarında, duvarlarında kan vardır, yalan, talan, hırsızlık ve yolsuzluk vardır. Jack London’ın Demir Ökçe’de yazdığı gibi, eteklerinden kan damlar onların… Ve o saraylar, yalnızca efendilerinden ulufe bekleyen, onların önünde ya da ardında vecd içinde secde etmeye amade, ayrıcalık peşinde koşarken muktedirler karşısında çengileşen ya da dolma kalemleşenlerin yeridir.

Atalay Girgin: Cizre’de, Silopi’de, Nusaybin’de, Sur’da, dahası Kobanê’de, Suriye’de yaşanan ve çaresizce izlediğimiz insanlık dramları… Soma’da, Ermenek’te gerçekleşen ve adına sözüm ona ‘iş kazası’ denen katliamlar, insan olan herkesi etkilemeli.


-Peki; söylediklerinizi dikkate aldığımda, doğusundan batısına, güneyinden kuzeyine Türkiye toplumunda yaşananlar sizi ve yazdıklarınızı ne kadar etkiliyor?

Elbette… Elbette etkiliyor. Nasıl etkilemesin ki… Yalnız Türkiye’de yaşanan ya da egemenlerin yaşattıkları değil, Dünyada olup bitenler de etkiliyor. Düşünüş, söyleyiş ve eyleyişimiz üzerinde doğrudan ya da dolaylı bunları gözlemlemek mümkün. Cizre’de, Silopi’de, Nusaybin’de, Sur’da, dahası Kobanê’de, Suriye’de yaşanan ve çaresizce izlediğimiz insanlık dramları… Soma’da, Ermenek’te gerçekleşen ve adına sözüm ona ‘iş kazası’ denen katliamlar… Sonra Gezi’de öldürülen, yaralanan, sakat kalan gencecik insanlar; 17/25 Aralık ve ardı sıra ortalığa dökülüp saçılan hırsızlıklar, bunları aklamak adına dine ve onun aklın aydınlığını örten karanlık şalına sığınılarak, utanıp arlanmadan söylenen yalanlar… Yakınımızda ya da uzağımızdaki tüm bu toplumsal gerçeklikler yalnızca beni, sizi değil, insan olan herkesi etkilemeli… Ve bence tüm bu olup bitenlerin müsebbibleri, meşrulaştırıcıları, kayıtsız şartsız destekçileri tek tek kayıt altına alınıp hesap sorulmalı… Bu hesap “Unutmadık, Unutmayacağız, Unutturmayacağız” nakaratıyla, ne zaman olacağı belirsiz bir geleceğe ertelenmemeli, diye düşünüyorum.

-Yazarken özgür müsünüz? Nihayetinde bir devlet kurumunda öğretmensiniz, bu sizi korkutmuyor mu?

Özgürlük bambaşka bir tartışma konusu. Ancak yazma eylemi açısından, bir cümleyi kurarken, bir olayı kurgularken ya da onunla bağlantılı bir biçimde kahramanları ve onların söz ve eylemlerini tasarlarken, “Kim ne der?”, “Bu yazılan kimin hoşuna gider ya da gitmez?” diye düşünmüyorum. Öğretmen olmak ve korku meselesi ise bunlardan bağımsız değil. Kemeutopyalılar dizisinden ilk ikisi yani, Mehdi ve Mesih ile Lağımpaşalı yayımlanınca, çevremdeki bazı insanların da etkisiyle endişelendiğimi itiraf etmeliyim. Ancak bu kısa sürdü. Özellikle Gezi’de katledilen gencecik insanları, Berkin Elvan’ı, ardı sıra Soma’da, Ermenek’te diri diri toprağa gömülenleri, keza Sur’da, Cizre’de, Silopi’de çocuk yaşta öldürülenleri gördükçe bu endişeden de eser kalmadı. Ne yapabilirler ki dedim, olsa olsa işime son verebilirler, düzmece bir dava ve yargıdaki kimi tetikçi yargıçlarının kararıyla tutuklayabilirler, daha ötesi ise ölüm… Ölüm sever değilim ama katledilen çocukların, gencecik insanların ölümünün yanında ölüm korkusu yaşamanın anlamı ne ki… Öte yandan bunca yaşanan karşısında, sinerek, memurlaşarak, sözüm ona öğretmenlik yapmaktansa, hiç yapmamak evladır. Zengin değilim; param pulum, malım mülküm yok bir yerlerde… Ama yine de gerekirse ayrılırım. Zaten yıllar öncesi sözümdü: “Memurlaşmak zorunda kalırsam, öğretmenliği bırakırım, yapmam bu işi” demiştim.  

- O halde, bu olup bitenleri düşündüğünüzde kendinizi nerede görüyorsunuz? Bir yanda ölenler öldürenler, katledenler katledilenler, soyanlar soyulanlar varken, siz neredesiniz?

Ben, eşitsizlik ve adaletsizlikle kaim bu zulüm düzeninde, insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalist sömürü düzeninde ve onun her soydan, her boydan, her dinden siyasal ve ideolojik temsilcisi karşısında mazlumların yanındayım. Etnik, dinsel, cinsel, vb. sıfatlarından dolayı herhangi bir ayrım yapmaksızın, işçisi, işsizi, her geçen gün yoksullaşan köylüsüyle ezilen, sömürülen insanların yanında… Çünkü bu, görünenin / gösterilenin aksine etnik, dinsel ya da cinsel değil, dünyanın her metrekaresinde süren sınıfsal bir mücadeledir. Ne var ki bu mücadelede şimdilik ne mazlumların ne de ezilen ve sömürülen kitlelerin, sınıfların çoğunluğu kendi safındadır. Bunların ezici çoğunluğu umutlarını, yanılsamalı bir biçimde kendilerini ezenlerin lütfuna bağlamıştır. Oysa bu, ekonomik, sosyal, siyasal anlamda sürekli savaş üretmekten başka çıkar yolu olmayanların çıkmaz sokağında, bataklığında can çekişmektir. Efendilerin savaşında onlar için ölmeye ve öldürmeye hazır olmak, yine onların sözüm ona barışında, yalnızca kendinin değil çocuklarının, torunlarının bile şimdisini, yarınını ipoteğe koymaktır.


- Barış mümkün mü? Edebiyatçılar sizce barışı mümkün kılabilir mi? Edebiyatın böyle bir gücü, etkisi var mı?

Biraz önceki sözlerimi açmam gerek: İçerisinde yaşadığımız ve tüm insanlığı kuşatan kapitalist sömürü düzeni ve onun egemen sınıfları ve siyasal temsilcileri için savaş kaçınılmazdır. Ne var ki insanlar savaş denildiğinde, yalnızca silahların, bombaların patlamasını, toplu ölümleri, evlerin, köprülerin, vb. yıkılmasını, uçakların ölüm kusmasını anlıyor. Savaşa ilişkin algı bu olunca, barış da bunların olmamasına, bombaların patlamamasına, silahların susmasına, uçaklardan ölüm yağmamasına indirgeniyor. Oysa bu barış değildir. Dünyada açlık, yoksulluk genelleşirken, işsizlik artarken, insanlar sigortasız, sendikasız, sosyal güvencesiz çalışmaya mahkûm edilirken, iş kazası denilen katliamlarda her gün ölürken / öldürülürken, barıştan söz etmek hem bir yanılsama, hem de bu düzeni meşrulaştıran ideolojik bir körlüktür. Tüm bunları dikkate aldığımızda, kapitalizm koşullarında, insanın insanı sömürüsü koşullarında barış yalnızca bir yanılsamadır.

- Biz yazarlar barış derken kof bir umudun peşinde mi koşuyoruz ?

Kimse alınmasın demeyeceğim. Bence herkes alınsın ve düşünsün. Hatta şimdi söyleyeceklerimi harim-i ismetine bir saldırı saysın. Ama yine de üzerine düşünsün isterim: Dünyada ve Türkiye’de kapitalist sömürü düzeni hükmünü sürdürdükçe, hiçbir edebiyatçı, hiçbir insan, barışı mümkün kılmak gibi ham hayallere kapılmamalı, kendine böylesi nitelikler atfetmemelidir. Dolayısıyla, herhangi bir amacı olmayan, aksine insanla anlamlanan, insanla anlamlandırılan her şeyi, insan açısından insan için, kendine özgü bir biçimde yeniden anlamlandırma, görme ve gösterme etkinliklerinin genel adı olan edebiyatın da böylesi bir gücü ve etkisi yoktur. İnsanlık için toplumsal bir barışı sağlama mücadelesi, tek tek düşünsel etkinlik alanlarından insanları da kapsayarak yeni bir toplumsal düzen mücadelesidir. Asıl yapılması gereken, hem de ertelenmeden yapılması gereken budur. Değiştirme ve dönüştürme mücadelesi için kalem ve yazı gereklidir. Ama asla yeterli değildir. Gerisi yanılsamaların hakikat sanıldığı, bu düzenin küçük ya da büyük bir bataklığında yaşamaya devam eden insanların kendi tanıklıkları, bilgileri eşliğinde acı çekerek debelenmelerinden, en iyi ihtimalle de ham hayaller kurmalarından ibarettir.  Yani kısacası laf-ı güzaftır.
     
- Savaş içinde de olsa, insanlar yaşamaya devam edecek diyorsunuz. Peki; yeniden romana dönelim: Ya aşk?

Aşk… İnsanlar yaşamaya devam ettiği sürece hangi sınıftan, hangi dinden, hangi etnik kökenden, hangi yaştan olursa olsun aşk da sürecek. Elbette yaşanış biçimini, rengini içerisinde doğup büyüdüğü koşullardan alacak. Kadın ve erkek var olduğu sürece, savaşın, yoksulluğun ortasında bile olsa, aşksız bir Dünya olmayacak bana göre… Aşk; aşığın düşünsel, duygusal ve bedensel olarak kendini bütünsel anlamda özne/nesnesinde var kılma, aşığını da aynı bütünsellikte kendinin kılma yönelişidir. Bu anlamda iyi ki adına aşk dediğimiz böylesi bir ilişki var, diyorum. Çünkü aşk ve aşıklar bulundukları yer neresi olursa olsun, tüm çirkinliklere rağmen, boy verdikleri yerde dünyayı güzelleştiriyorlar. Tıpkı en güzel çiçeğin bataklıkta açması gibi…

-Romanda iki karakter;  okul müdürü ve beden eğitimi öğretmeni gerçekten sinir bozucu. Gerçekten böyle karakterler var mı, okullarda? Varsa böyle yönetici ve öğretmenlerin arasında çocuklarımızı nasıl bir gelecek bekliyor? 

Romanın kendi kurgusal evreninde her şeyi yazamıyor, her şeyi anlatamıyorsunuz. Keza her şeyi gösteremiyorsunuz da… Olaylar ve karakterleri, kendi bağlamında ve kendi dinamikleri içinde aktarabiliyorsunuz. Geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz Tahsin Yücel, yazar anlattıklarından, yazdıklarından sorumludur, diyordu. Yani yazmadıklarından, anlatmadıklarından değil… Bunları dikkate aldığımızda, okullarda söz konusu iki karaktere rahmet okutacaklar da var. Ben yalnızca küçük bir ayna tuttum. Muhtemelen, başta öğretmen ve öğrenci okurlar, hatta dikkatli ve duyarlı veli okurlar, romanda yer alan karakterlerin benzerlerini kendi okullarında ve çevrelerinde de görecekler ya da hızla fark edeceklerdir. Örneğin, iktidara ya da yeni gelen müdürün tutumuna göre sabahtan akşama sendika değiştirme, sendikasından istifa yarışına giren öğretmenler; göreve gelir gelmez, eski mi yeni mi olduğuna bakmadan makam odası mobilyalarını değiştiren müdürler… Bakalım okurlar, aynada başka neleri görecekler? Çocukları nasıl bir geleceğin beklediği ise apayrı bir konu… Çünkü gelecek kaygısını aşmanın, umudu yeşertmenin yolu, bu eğitim sisteminden, ilkesiz, tutarsız bir biçimde “gelene ağam, gidene paşam” diyen, rüzgârgülüne dönmüş öğretmenlerden geçmiyor. Aksine onu da kapsayan toplumsal bir mücadeleyi gerektiriyor.

- Romanın inandırıcılığı sanki bugünün gerçekliğini ve böyle giderse daha da kötü olaylara gebe kalacağımızın izlerini taşıyor. İyi bir gözlemci olduğunuza kuşku duymuyorum.  Ama düşsel, düşünsel bir kurgu olduğunu söylediğiniz romanın tespit ettikleri, devamını yazacağınız diğer romanda, bir eyleme dönüşecek mi? Yani karakterleriniz, sisteme karşı ne yapacaklar? Çabaları bireyselin içinde mi sıkışıp kalacak, yoksa toplumsal bir harekete doğru mu evrilecek?  Okurun ihtiyacı olan o düzelme haline giden yolu görecek miyiz?

Yazarın ve okurun içerisinde yaşadığı şu anki toplumsal koşullarda, bireysel anlamda pembe düşler, istendik ve özlenen hayaller kurmak mümkün olsa da hiçbir edebiyat yapıtının, kendi evreninin dışında, yani dış dünyada, bunu gerçekleştirmeye kadir olmadığını düşünüyorum. Düzeltmek, değiştirmek, savaşmak, yaşamak ve yaşatmak roman kahramanlarının değil, şu diye gösterebildiğimiz gerçek insanların işi, keza umut da… Uumudu çoğaltmak, düşlerini düşüncelerini kuvveden fiile dönüştürmek de… Dolayısıyla dizinin ikinci ve üçüncü kitabında hangi olayların yer alacağını, hangi kahramanın ya da karakterin bunlar karşısında hangi tepkileri verip vermeyeceğini şimdiden söylemek olası değil. Neler olacağını, kimlerin neler yapacağını ben de bilmiyorum, desem sanırım daha uygun olur şimdilik. Öte yandan… Ne denli fantastik, gerçeküstü ya da ütopik olursa olsun, hiçbir roman ne salt gerçekliğe, yaşanmışlıklara ait anlatılardan ibarettir ne de salt düşsellikten. Tüm romanlar, hatta tüm edebiyat, düşsel, düşünsel bir kurgudan ibarettir. Bunun içerisine yazarın düşleri, hayalleri, özlemleri, tutkuları da karışabilir. Otobiyografik romanlar da dâhildir buna… Bu anlamda Aşk Mavidir Öğretmenim’de de gerçekliğin bilgisi, tanıklık ve yaşanmışlıklar, kurgusal bir biçimde elbette yer almaktadır. Şu kadarını söyleyeyim: Bazen yüzlerce sayfasıyla bir roman fısıldar hakikati, bazen kısacık bir öyküyle dile gelir, onunla kanatlanır hakikat. Düşsellik nerede biter, hakikat nerede başlar; bunu sezmek ve bulmak ise okurun işidir.

-Sırada ne var?

Sırada, şimdilik, dizinin ikinci kitabı var. Eğer değiştirmezsek adına “Aşk Öğretmen – Öğretmen Aşk” dediğim. Bir de kendisine dönmemi bekleyen “Sıfatzedeler” var. Aslında Kemeutopyalılar çağırıyor beni… O kadar çok malzeme birikti ki sabırsızlanıyorum. Ama dediğim gibi, öncelik “Aşk Öğretmen”in… 

NOT: Hürriyet GÖSTERİ Dergisi'nde Yayınlanan Yukarıdaki Söyleşi, Yazar Tekgül Arı Tarafından Yapılmıştır.

Hiç yorum yok: