23 Kasım 2014

Gelinin Kerameti


Gelinin Kerameti
Atalay Girgin

Kevser’in kayınbabası Keramettin Hörgüçlüzade’nin ikindi namazının sonrasında, başında kukuletası, sırtında entarisi, tepeden tırnağa bembeyaz yatak kıyafetlerine bürünüp gündüz uykusuna yatmasından ve rüyasında gördüklerinin etkisiyle kan ter içinde gözlerini açmasından iki gün öncesiydi. Başkent’i kavuran sıcak Haziran günleri daha gelmemişti. Ama eli kulağındaydı. 

 Ankara’da baharın sonunu, yazın başlangıcını müjdeleyen güneşli ve sıcak bir Perşembe günüydü. Kocasının kullandığı lüks otomobille Dikmen Vadisi’ndeki evlerinden Gölbaşı’na doğru hızla yol alan Kevser düşünceli ve sessizdi. Ne var ki görüntüsünün aksine, yola çıktıkları andan beri, bedeni çoktan, zihnindeki esrik ve isterik düşlerin etkisine kapılmıştı. Ayakkabılarına dek uzanan tesettürlü kıyafetinin altındaki çıplak bacaklarından kalçalarına, kasıklarından daha sütü kesilmemiş memelerine dek her geçen an yükselen haz ateşini körükleyen düşlerinin peşi sıra sürüklenmekteydi.

Onun sessizliğini dört beş günlüğüne de olsa ayrılacak olmalarına yoran kocası, teselli etmek istercesine sevecen bir sesle “Canım, üzülme!” dedi, “Allah’ın izniyle göz açıp kapayıncaya dek gelirim. Sen de yokluğumda annenle hasret giderirsin. Annen bebeğe bakarken, sitede yaşayan uzun süredir görüşmediğin arkadaşlarınla vakit geçirir, dertleşir, sohbet edersin. Şehrin gürültüsünden uzak, ağaçların, çiçeklerin arasında, yemyeşil bahçede gezinir, çıplak ayakla toprağa basar, geceleri yıldızları seyredersin. Cıvıl cıvıl kuş sesleriyle uyanırsın sabaha. Fena mı olur?”

O sırada bir başka hayale kendini kaptırmış ve yolun bir an önce bitmesi için sabırsızlanmakta olan Kevser, kocasının söylediklerini işitse de tam olarak ne dediğini algılayamamıştı. Ancak zihninden geçenleri anlayıvereceği kaygısıyla, dikiz aynasından kendisine bakan gözlerden bakışlarını kaçırarak, duyulur duyulmaz bir sesle, “Hı… Hıı” diye karşılık verdi, “Lütfen çabuk gel! Daha fazla özletme kendini!”

Otomobil, Haymana Yolu’ndan lüks villaların bulunduğu sitenin caddesine saptığında, Kevser’in gözleri parlamaya, kalbi yerinden fırlayacakmışçasına hızla atmaya, başörtüsünün açıkta bıraktığı beyaz yanakları pembeleşmeye, dudakları tatlı bir tebessümle kıvrılmaya başladı. Ellerinin arasında tuttuğu cep telefonundan saati kontrol etti. Kendini haz deryasına bırakmaya az bir zamanı kalmıştı.

Dört bir yanı duvarlar ve tel örgülerle çevrili, gün yirmi dört saat kapısında nöbet tutulan, gireni çıkanı kameralarla izlenen siteye varmışlar, sıra sıra dizilmiş büyük bahçeli villaların arasından annesinin yaşadığı villanın kapısına yaklaşmaktaydılar. Gözlerini kocasına çevirip “Allah vere de oyalanmasa bari!” diye düşündü ve hemen ardı sıra tüm şirinliğini takınarak gülümsedi:

- Canım benim! İstersen bizi bırakır bırakmaz sen git. Malum yolun uzun. Annem, bütün kaynanalar gibi biraz sitem edecek olsa da ben onu idare ederim. Ne dersin?

Belli etmek istemese de kaynanasına başlangıçtan beri bir türlü ısınamayan kocası, Kevser’in sözlerini onayladığını belirtmek için, “Canıma minnet” dercesine, dikiz aynasından ona gülümseyerek göz kırptı:

- Olur canım! Sizi ve eşyalarınızı indireyim, kapıdan selamlaşır, elini öper dönerim. Gerisi sana kalmış artık.

Dakikalar hızla azalıyor olsa da her şey Kevser’in istediği gibi gelişmekteydi. Kocası daha bahçe kapısından çıkmadan aceleyle eve girdi. Hemencecik giysilerini aralayıp avuçladığı memelerinin her birinden, bebek için süt sağıp biberona doldurdu. Mışıl mışıl uyumakta olan bebeğe baktı. “İki üç saat daha uyanmaz!” diye düşündü.

Bebeği uyandırmaktan korkarcasına fısıltıyla, “Karnın aç mı kızım? Yiyecek bir şeyler hazırlayayım mı?” diyen annesine, “Yok anneciğim!” karşılığını verdi, “Arkadaşlarla haberleşmiştik öncesinden. Beni bekliyorlardır. Onlarda yerim. Daha fazla gecikmeden gideyim. Bebek de hemen uyanmaz zaten. Bir şey olursa ararsın. Çabucak gelirim.”

Annesinin söylenmesine fırsat vermeden kapıya yönelip ayakkabılarını giydi ve koşar adımlarla çimlerle kaplı bahçeyi geçti. Ardından şangırtıyla kapanan demir bahçe kapısının gürültüsüne bile aldırmadı. Yürümüyor adeta kanatlanmış uçuyordu. Hızından, yerlere dek uzanan dökümlü giysisinin etekleri havalanıyor, çıplak ayak bilekleri gözler önüne seriliyordu. Okullar daha tatile girmediğinden ortalıkta kimsecikler yoktu. Yaz kış sitede kalan az sayıdaki yaşlı erkek ve kadınlar ise bastıran öğle sıcağıyla birlikte ya evlerin içine çekilmişler ya da ağaç gölgesine attıkları koltuklarında uyuklamaktaydılar. Kevser’i telaşla koşar adım yürürken görecek birileri yoktu. İki sıra ötedeki villaya erişip kapı ziline basıncaya dek saç diplerinden, koltuk altlarından, terler fışkırmakta, bedeninin görünür görünmeyen yerlerinden süzülüp, bacaklarının arasındaki ıslaklığa ve yangına eşlik etmekteydi.



İkinci kez basmasına gerek kalmadı zile. Kapı aralandı. Kevser usulca içeri süzülürken, gözleri atletik yapılı, uzun boylu, geniş omuzlu, kıvırcık saçlı, badem bıyıklı erkeğin gözlerindeydi. Kollarını onun boynuna dolayıp, bedenini bedenine teslim edercesine bırakırken, genizden gelen bir sesle, fısıldadı:

- Geldim aşkım! Geldim! Uzun sürdü, aylar aylar geçti, yıl geride kaldı, ama geldim. Hadi, eski günlerdeki gibi uçur beni. Maviliklerden soy, maviliklere uçur.

Erkek, dudaklarını Kevser’in ıslak dudaklarıyla birleştirirken iri ve kemikli ellerinin tüm hoyratlığıyla diri kalçalarını da avuçlamaktaydı. Sıkıp sıkıp bıraktıkça kadının kalçaları ayrılıp ayrılıp yeniden birleşmekte, bedenini kuşatan arzuyu tetiklemekteydi. Erkek soluklanmak için dudaklarını aralar aralamaz, fısıltıyla sordu:

- Mavi misin Gülpembem, mavi misin?

Kevser, başını, sımsıkı sarıldığı erkeğin göğsüne yaslayarak karşılık verdi:

- Hem de tepeden tırnağa her şeyimle! Yalnız senin için giyindim. Her şeyimle masmaviyim aşkım. Hadi maviliklerden soy beni…



Fazla söze gerek yoktu. Özlemlerin mola vaktiydi. Zaman sınırlıydı. Kevser’in uzun kumral saçlarını örten lacivert başörtüsü kapının ardında kaldı. Gece mavisi elbisesi merdivenlerde… Külotuyla aynı renk sutyeni yatak odasının kapısında… Sarmaş dolaş yatağa eriştiklerinde, erkek, elini Kevser’in deniz mavisi külotuna uzatıp onu çırılçıplak bırakırken, söz çoktan hükmünü yitirmişti. Konuşma sırası ellerinde, dudaklarında, dişlerinde, kasıklarındaydı. Erkeğin elleri pençe, parmakları mengene olup Kevser’in kâh bacaklarında, kâh kalçalarında konaklamaktaydı. Acı verdiğini düşünen de yoktu, acı hisseden de… Birbirlerine kavuştukları andan itibaren sınırlarını aşındıran iki hırçın ve azgın nehir gibi aynı yatakta akmaktaydılar. Sözsüzce çağıldamakta, birbirlerinde akıp birbirlerinde arınmaktaydılar. Bedenleri birbirlerinden ayrıldığında kan ter içindeydiler. Nefes nefese… Gözleri tavandaydı. Göğüslerinin inip inip kalkışı yavaşladığında, usulca başlarını birbirlerine dönüp gülümsediler. Dudakları aralandı ama konuşmadılar. Sanki sessizliği bozmaktan, yaşadıkları anın bitivereceğinden, büyüsünü yitirivereceğinden korkar gibiydiler. Elleri birbirlerinin bedeninde usul usul dolaşırken yalnızca sustular.

Terleri kurumaya yüz tutarken, çalan telefon sesiyle birlikte  “Bu benimkidir” diyen Kevser sessizliği bozdu. Önce duymazlıktan gelmeyi düşündü, ancak zihninde beliren “Ya annemse… Ya bebeğime bir şey olduysa…” düşüncesiyle hızla yataktan kalkıp odadan çıktı.

Doğru düşünmüştü. Merdivenin basamaklarından yatak odasına doğru birer birer giysilerini toplayarak çıkarken, “Aşkım, annem arıyor. Gitmeliyim!” diye seslendi.

Büyü bitmişti. Onun söylediklerini duyan erkek, buruk bir tebessümle merdivenin başında belirdi:

- Bu kadar erken mi? Oysa daha yeni gelmiştin...

Kevser’in aklında annesinin azarlaması ve bebeği vardı. Huzursuzlanmış ve morali bozulmuştu. “Gitmem gerek aşkım” dedi, “Bebek uyanmış. Yarın yine gelirim. Cuma namazından sonra…”

Erkek, “Gece gelmeyecek misin?” derken, bir anda bebek sözüne takılmıştı. Kendisinden geçercesine hoyratça sıktığı, emdiği memelerden ellerine, dudaklarına bulaşan sıvıya rağmen, haz deryası içinde yüzerken küçücük bir kuşku bile belirmemişti zihninde. Kevser’in yanıt vermesini beklemeden, “Bebek mi?” diye sordu, “Senin bebeğin mi var?”

Aceleyle giyinmekte olan Kevser, “Evet!” dedi, “Senin haberin yok muydu? Oysa sitedeki herkes biliyor olsa gerek!”

Bir anda suratı asılan erkek, düşünceli ve sorgulayan bir ses tonuyla “Bilmiyordum. Doğru dürüst siteye gelip gittiğim de birileriyle konuştuğum da yok. Uzun zaman sonra senin mesajın üzerine dün gece geldim.” dedi, “Peki kimden?”

Kevser, bu soruyu beklemiyordu. Elinde başörtüsüyle kalakaldı. Ne karşılık vereceğini bilemez bir halde, gözlerinin önünde çırılçıplak duran erkeğe baktı. Bakışlarını onun gerginliğini yitirmiş bedeninde dolaştırdı. Sonra gözlerini gözlerine dikti:

- Sana yalan söylemeyi düşünmedim hiç. Şimdi de söylemek istemiyorum. Ama inan ki kimden olduğundan emin değilim. Bu konuyu yarın konuşsak olmaz mı? Şimdi sırası değil.

Erkek kafasından hesap yapmaya girişmişti. Kendince bir eşik belirlemeye çalışmakta, “Acaba kaç aylık?” diye düşünmekteydi, “Yedi ya da sekiz aylıksa benden olabilir.” O sırada  Kevser giyinmiş, aynanın karşısında başörtüsünü bağlamaktaydı. Soran bakışlarla kendisine bakan erkeğin aynadaki görüntüsüne bir öpücük gönderdi ve “Seni seviyorum aşkım. Bu kadar düşünme, Dert edecek bir şey yok” dedi. Sonra döndü ve onun dudaklarına küçücük bir buse kondurup hızla kapıya yöneldi.

Tam kapıdan çıkmak üzereyken, başını geri çevirdi. Merdivenin başında çırılçıplak duran erkeğe işveyle gülümsedi. Buluşma saatini kesinleştirmek, kapıdan yüz geri dönüp gitmek istemiyordu. Arzu dolu, kısık bir sesle, “Yarın” dedi, “Yarın Cuma namazından sonra…”

Cuma günü sabahı, daha güneş yüzünü göstermeden, bahçedeki ağaçlara tünemiş kuşların şakıyan sesiyle uyanan Kevser, yine uyanık düşlere dalmıştı. Bebeğini emzirirken, annesiyle konuşurken, zihninin bir yanı hep düşlerindeydi. Hele yapayalnız kaldığında buluşma anını, yatakta sessiz sedasız geçen sevişme anlarını düşledikçe kendinden geçiveriyordu. O anlarda ne anneydi, ne eşti. Yalnızca arzuyla kendini erkeğine sunan, erkeğinde yok olan, onu kendinde var eden, onu kendinde kuşatan, eriten, çoğaltan bir dişiydi.

Sala okunurken, düşlerinin etkisi altında, ansızın zihninde beliriveren “ahh o an ölsem gam yemem” sözleriyle banyoya girdi. Yıkanıp tertemiz olmak, kendini her şeyiyle erkeğine sunmak, her şeyiyle onun olmak istiyordu. Dudaklarında beliren ve gamzelerini ortaya çıkarıveren bir tebessümle “Tıpkı eski günlerdeki gibi” diye düşündü. Gözlerini yumdu. Başından aşağı akan suyun altında, daha imam hatipten mezun olmadan başlayan kaçamak buluşmalarını, el ele tutuşmalarını, ilk öpüşmelerini anımsadı. Ve kendini erkeğine teslim ediş anını… Erkeğin, davudi sesiyle, onu ikna etmek için Kuran’dan ayetler aktarışını… Anımsadıkça bedenindeki arzu ateşi alevlenmekte, kasıklarının derinlerinden doğan ıslaklık dışarıya doğru sızmaktaydı.

Düşlerini aralayan, gerçekliğe dönmesini sağlayıveren bedenindeki belirtileri, banyodan çıkıp, yatak odasındaki gardırobun aynası karşında kurulanırken fark etti. Beyaza çalan kumral teninde belirgin morluklar vardı. Kalçalarında, bacaklarında, sol memesinde…

Memesindekini fazla dert etmedi. “Bebek emerken olmuş” derim diye düşündü. Ama özellikle kalça ve bacaklarındaki morlukları nasıl izah edecekti? Arzu düşlerini yeri çoktan kara kara düşüncelere bırakmıştı. Eğer kocası görürse ne mazeretler, ne gerekçeler ileri sürebileceğinin peşine düşmüştü. Düşündükçe bebeğini doğurduğu günden itibaren kayınbabasının birer birer önüne serdiği varidatın zerresini bile yitirmek istemediğini fark etti. İlk istemeye geldikleri gün, kendi kendine kaldığında, arkadaşları arasında sözü geçtikçe alaya aldıkları Hörgüçlüzade soyadını bile yitirmek düşüncesi zihnini kemirmekteydi.

Hörgüçlüzadelere gelin olmak da onların gelini olarak kalabilmek de çok zordu. İstemeye istemeye evlenmek zorunda kaldığı andan itibaren bunu kısa sürede anlamıştı Kevser. Ama onun için birincisi çok kolay olmuştu. Hörgüçlüzade sülalesindeki soyadlarını sürdürecek biricik erkek olan Keramettin Hörgüçlüzade’nin azıcık safça oğlu Murat, yaşı kendinden oldukça küçük olan Kevser’i görüp de “İlle de Kevser olacak! Ondan başka birini istemem Allah, istemem!” diye tutturunca yapacak fazla bir şey kalmamıştı. Kevser’in inadını kırmak ve annesini bu evliliğe razı etmek için araya konan, başta sitedeki bir bakan, iki üç milletvekili ve aileleriyle daha başka hatırlı kişilerin sayesinde kız istemenin ardından apar topar evlilik gerçekleşivermişti.

Kevser, göz açıp kapayıncaya dek Hörgüçlüzadelerin gelini olup çıkıvermişti. Ancak gelin olarak kalabilmek, Keramattin Hörgüçlüzade’nin kendi evlatlarından bile daha öne geçip, onun el üstünde tuttuğu biricik gözdesine dönüşmesi için bebeğin cinsiyeti belirleninceye dek beklemesi gerekmişti. Evliliğinin dördüncü ayında, karnındaki bebeğin erkek olduğu tespit edilir edilmez, Kevser el üstünde tutulan, Keramettin Hörgüçlüzade’nin eski ve yeni kurulan şirketlerinde hatırı sayılır hisse sahibi olan birine dönüşüvermişti. Hele hele şimdi yedi aylık olan bebeği sağ salim doğduğunda, artık o herkes için Kevser Hörgüçlüzade oluvermişti. Mutluydu. Olup bitenleri, kayınbabasının oğlu Murat’a bile göstermediği ilgi ve alakayı, kendisi için yaptıklarını düşündükçe içi içine sığmıyordu. Çocukluk yıllarından itibaren babasız büyümenin de etkisiyle kayınbabası rol modeli olup çıkıvermişti. Onu dikkatle izliyor, her geçen gün onun gibi hesapçı, çıkarcı, sözünü ne getirip ne götüreceğini düşünerek söyleyen, kimin karşısında ne zaman, niçin yerlere kadar eğileceğini, kimin karşısında dikleneceğini bilen birine dönüşüyordu. Ne var ki bunların hiçbiri bedenindeki biriken, her geçen gün artan açlığı gidermeye yetmiyordu. Hele evlenmeden önceki deli dolu, delişmen bir genç kız olarak, tesettürlü kıyafetinin altında kıvranan, yeni deneyimlere açık bedeniyle sevgilisinin kollarına koştuğu, yasak buluşmalarda yaşadığı sevişmeleri anımsadıkça, açlığı daha da depreşmekteydi.  

Kevser banyoya girmeden önce özenle seçtiği iç çamaşırlarını ve kıyafetlerini giyinirken, bedenindeki morlukları ve yitirmekten korktuklarını düşünmekten hareketleri yavaşlamıştı. Heyecanını yitirmiş, zihnini ve bedenini etkisi altına alan arzu yerini, kaygı ve endişeye bırakmıştı. Kocasına fark ettirmeden bu işten nasıl sıyrılabileceğini düşünmekte, zihninden “İnşallah, geç gelir. İşi uzar da gelinceye dek morluklardan bir belirti kalmaz.” sözleri geçmekteydi.

Kevser zihnindeki çelişkili düşünceler ve ağır aksak adımlarla bahçe kapısından dışarı çıktığında, Cuma namazına gidenler çoktan dönmüş, sitenin sokak aralarından el ayak çekilmişti. Dün koşar adım, nefes nefese geçtiği mesafe, şimdi Kevser’e aşılmaz gelmekteydi. Sanki adımları ileri değil, geri geri gitmekte, her adım atışında bacaklarının gücü, dermanı kesilmekteydi. Kafasının içinde bir ses çığlık çığlığa “Gitme! Gitme! Geri dön! Geri dön! Her şeyi mahvetme!” diyerek yankılanıp durmaktaydı.

Cuma namazından dönmüş olan erkeğin aralık bıraktığı kapıyı iteleyip içeri girdi Kevser. Girer girmez de yarı çıplak halde merdiven basamaklarında oturmuş bekleyen erkeği gördü. Buruk bir tebessümle “Selamünaleyküm” dedi, “Çok bekletmedim ya…”
Kevser’i görür görmez, sevinçle gözleri parlayan erkek hızla yerinden doğruldu.  “Aleykümselam Gülpembem… Aleykümselam” diye karşılık verdi. Onu kollarının arasına alıp sıkıca sardı. Dudaklarını Kevser’in soğuk ve isteksiz dudaklarına yaklaştırırken, “Gelmeyeceksin diye çok korktum Gülpembem” dedi, “Çok korktum”.

Dakikalar geçtikçe Kevser’in dudaklarının ve bedeninin soğukluğu erkeğin dokunuşlarına yenik düştü. Erkeğin elleri, parmakları, dudakları, başlangıçta isteksiz ve soğuk bir biçimde kendini sunan Kevser’in her yerindeydi. Dokunuşlar artıkça Kevser’in derinliklerinde küllenmeye yüz tutmuş arzu ateşi yeniden harlayıp alev alev yükselerek her şeyi silip süpürmeye başladı. Artık yalnız ikisi vardı.

Her şeyin bir sonu vardı. Sevişmelerin de… Arzuların, arzuyla tutkulu kavuşmaların, kendinden geçerek yaşanan esrik birleşmelerin… Ve gerçeklik galebe çalardı. Çaldı da… Yavaş yavaş hayatlarının gerçekliğine döndüler. Bireysel gerçeklikler ve onun bilgisi arzı endam eylemeye başladığında, hakikat nerede başlar yanılsama nerede biter kim bilebilirdi ki… Hangi söz hakikatti hangi söz yanılsama… İnanmaktan başka ne gelirdi elden…

Bedenleri soğurken konuşmaya girişen Kevser’di. Çıplak bedeniyle yatakta bağdaş kurup oturdu. Uzun saçları boynunun her iki yanından memelerinin üzerine sarkmaktaydı. Erkeğin bir şey sormasına fırsat vermeden, gözlerini onun gözlerine dikerek, dünkü gibi fısıldamadan tane tane “Bebeğin babası, sen değilsin” dedi, “Eşim. Dün gece iyice düşündüm. Hesapladım. Bebek şu anda altı aylık sayılır, hatta altı ay olmasına iki üç gün var.”  

Erkek duyduğu sözlerle, ne denli belli etmemeye çalışsa da rahatlamıştı. Sol dirseğinin üzerinde doğrulup, sağ eliyle hafifçe Kevser’in memesini avuçlarken, “Allah analı babalı büyütsün!” dedi, “Hiç kimseyi ne anasız, ne babasız bıraksın!”

Ardı sıra bakışlarını arzuyla Kevser’in üzerinde gezdirirken, ilk kez fark etmiş ve şaşırmışçasına, bacaklarının iç kısmında görünen morlukları işaret ederek, “Bunlar da ne Gülpembem” diye sordu,  “Nasıl oldu bunlar? Yoksa dünden mi?”

Özenle alınmış incecik kaşları burnunun üstünde birleşircesine erkeğe sert bir bakış fırlatan Kevser, seri bir hareketle kalçalarının üzerinde dönerek yataktan indi. Doğruca kıyafetlerine yöneldi. Erkeğin “Ne oldu? Gidiyor musun yoksa?” sorusuna aldırmadı. Aceleyle giyinirken yalnızca başını sallamakla yetindi. Kararını vermişti. Yarın yoktu. Sonrası bilinmezdi. Ama yine de bir açıklama yapma gereği hissetti. “Bebek rahatsız. Yarın gelemem.” dedi soğuk bir edayla, “Beni bekleme. Uygun olduğumda seni ararım. Allah’a emanet ol!”

Arkasına bakmadan sokağa çıktı. Tam zamanında ayrılmıştı. Erkeğin evinden beş on adım bile uzaklaşmadan telefonu çalmaya başladı. Arayan eşiydi. Yarın akşamüzeri döneceğini, isterse Kevser’i ve bebeği siteden alabileceğini bildiriyordu. “Lüzumu yok!” diye karşılık verdi Kevser, “Onca yoldan geliyorsun. Sen yorulma. Biz şehre ineriz oradan alırsın! Adliye Sarayı’nın önünden… Telefonlaşırız canım!”

 Gün ışıyıp sabah oluncaya dek gözüne uyku girmemişti Kevser’in. Durumu nasıl izah edeceğine dair olasılıklar arasında gidip gelmişti. Akıl ve mantık sınırlarını zorlayan açıklamalardan bile medet ummuş, uykusunda cinlerin musallat olduğunu, morlukların onlarla boğuşurken meydana geldiğini söylemeyi düşünmüştü. Ne var ki kendi zihninden geçenler kendisine bile ikna edici gelmemişti. Günün er bir vaktinde, uykusuz ve yorgun bedeniyle yataktan kalkmıştı. Cıvıl cıvıl ötüşen kuş seslerini bile işitmiyordu. Çaresizlik içinde bakışları donuklaşmış, yüzü düşmüş, karardıkça kararmıştı. Saatler hızla yola çıkma vaktine doğru ilerlerlerken, sanki zihni durmuş hiçbir şey düşünemez olmuştu. Umarsızca, “Allahım, ne olur sen bana yardım et!” diyerek yalvarmaya girişmişti, “Ne olursa senden olur. Bana bir yol, bir çare göster Allahım! Kaderimde ne yazılıysa yaşadığım, yaşayacağım odur. Allahım sen gönüllerimizi dilediğine çevirensin. Dilediğini yaşatan! Ne olur bana bir çıkış yolu göster Allahım! Tek umudum, tek çarem sensin Allahım! Ne olur işit beni!”

İkindi namazının sonrasında, Kevser ve bebeği, şehre inen komşularının otomobiliyle yola çıkarken, Keramattin Hörgüçlüzade de akşam yemeğine dek kestirmek üzere yatağına uzanmıştı. Yastığa başını koyar koymaz da uykuya dalmıştı.

Güneş hala Ankara’nın üstünde ışıldamakta, yerini akşamın alacakaranlığına bırakmamakta direnmekteydi. Çığlık çığlığa canhıraş bir ses “Keramettinnn… Keramettinnn… Keramettin, bana yardım et! Ne olursa senden olur Keramettin! Bir çare bul! Kurtar beni Keramettin!” diye yankılanmaktaydı. Keramettin Hörgüçlüzade, gözlerine gelen güneş ışığına, elleriyle gerelti yaparak, sesin sahibini görmeyi denedi. Ses yardım çığlıklarını yineleyerek yaklaşmakta, yaklaştıkça zifiri bir karanlık adım adım etrafı kuşatmaktaydı. Hörgüçlüzade, daha bir dikkatle baktı. Kendi bulunduğu yer aydınlık olsa da ses sanki adım adım yürüyen karanlığın içindeydi. Önce hafif bir beyazlık göründü gözüne. Sonra onun bembeyaz yatak kıyafetlerinin benzerini giymiş, entarisinin etekleri pislik içinde bir erkek. Karanlığın içinde bitkin ve mecalsiz bir halde karşısında durdu. Durmaktan çok bir öne bir arkaya, bir sağa bir sola sallanmakta, bir türlü iki ayağı üzerinde dengesini sağlayamamaktaydı. Uzun süredir yürümekten omuzları düşmüş, yüzünün rengi solmuş, gözleri çukurlarına çökmüş, çığlıklar atmaktan sesi kısılmıştı. Hörgüçlüzade, daha ağzını açmadan zar zor duyulan bir sesle, “Keramettin… Keramettin” dedi, konuştukça dağılan cümleler ve kelimelerle, “Beni… beni… tanımadın mı yoksa? Ben baş.. baş… baş… ba… baş… ba… baş…”

Sözlerini tamamlayamadan yüzükoyun karanlığın içine kapaklandı. O anda eli ayağı tutuluveren Hörgüçlüzade’nin, birbiri ardına “Efendimmmmmmmm… Efendiimmmmmm…” diyen çığlığı yatak odasını aşıp evin içinde yankılanarak mutfakta akşam yemeğini hazırlayan eşine ulaştığında saat akşamın altısına yaklaşmaktaydı. Her işte bir hayır her olayda, her rüyada bir keramet araması ve bulmasıyla ünlü olan, son sekiz yıldır aldığı yüklü ihalelerle yakın dostlarının bile içten içe hasetle baktığı Keramettin Hörgüçlüzade yatağında doğuruldu. Onun sesini işitir işitmez elindeki işi bırakıp odaya koşturan ve kapıda beliren eşine, “Merak edecek bir şey yok hatun” dedi, “Rüya gördüm. Hayır mıydı şer miydi bilemedim. Ama Beyefendi, sanki bembeyaz kefene bürünmüş benden yardım istiyordu. Malum yaklaşık on gündür herkes ama herkes üzerine gidiyor muhterem velinimetimiz Beyefendi’nin. İstanbul’u Ankara’sı, nerdeyse Türkiye’nin dört bir yanı nümayiş. Ayaktakımı hep bir olmuş ağzına geleni sayıp döküyor. Hangi can dayanır buna. İyi de benim elimden ne gelir ki…”

“Üzülme Keramettin bey! Vardır bir hayır, bir keramet elbette!” diyen karısına, “Elbette bir keramet vardır. Allahım boşuna göstermedi ya bu rüyayı bana! Hadi sen git! Ben biraz düşüneyim, istişare edeyim Rabbimin gösterdiklerini” karşılığını veren Hörgüçlüzade, başını yastığa koyup, gözlerini tavana dikerek, uzandığı yatakta derin düşüncelere daldı.

Onun rüyasındaki kerameti bulmaya çalıştığı sırada, gözleri açıla kapana yaptığı yolculuğun sonunda Sıhhiye köprüsünün üzerinde otomobilden inen Kevser, kucağında bebeği, önünde bebeğin arabasıyla merdiven başında belirmişti. Merdivenlerden inerek, Adliye Sarayı önüne geçecekti. Köprünün üstü de altı da insan kaynıyordu. Kimisi otobüsten iniyor, kimisi otobüs bekliyor, nereden geldikleri, ne istedikleri belirsiz kimileri gruplar halinde sloganlar atarak akın akın Kızılay’a doğru yürüyordu. Grupların içinde her renkten her görüşten insan vardı. Kimi zafer işareti yapıyor, kimi bozkurt selamı veriyor, kimisi plastik bir sopaya geçirdikleri, üzerinde “Mülk Allahındır” yazılı siyah flama taşıyor, kimisi “Türkiye laiktir laik kalacak!” diye bağırıyor, ama hepsi de sanki önemli bir randevuya yetişmek istercesine hızlı adımlarla aynı yöne, Kızılay meydanına gidiyordu.

Merdiven basamaklarında duraklayan Kevser, bağıra çağıra geçip giden, ardı arkası kesilmeyen kalabalığa öfke ve endişeyle baktı. Sanki birileri kapıp kaçıverecekmişçesine, bebeğine sımsıkı sarıldı. İçinden, “Allahım ne olur beni fark etmesinler! Yardım et Allahım! Ne olur bebeğime bir şey yapmasınlar. Sen bizi koru Allahım” diye yalvarmaya girişti. Kimsenin dönüp baktığı yoktu. Yavaş yavaş basamakları inerken aynı sözleri yineleyip durmaktaydı. Merdivenin son basamağındaydı. Kaldırıma adımını atarken kafasında beliren düşünceyle yüzü aydınlanıverdi. Gözleri ışıldadı. Bebeğini arabasına yerleştirip eşiyle buluşma yerine doğru giderken, bir yandan gülümsüyor, bir yandan da “Allahım, şükürler olsun sana!” diyordu, “Şükürler olsun ki bana çıkış yolunu gösterdin. En çaresiz anımda bana çare oldun Allahım. Sen her şeye kadirsin Allahım!”

Eşinin arabasına biner binmez sinirli öfkeli bir yüz ifadesiyle koltuğa oturan, kesik kesik hıçkıran eşinin sorularına karşılık vermeyen Kevser eve varıncaya dek tek bir söz bile etmemişti. Evin kapısından girer girmez, bebeği yatağına bıraktıktan sonra kocasının boynuna sarılıp hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Kocasının uzun süren sakinleştirme ve ne olup bittiğini anlama çabalarının sonunda, bir türlü dinmek bilmeyen gözlerinden akan yaşlar ve lanet okuyan öfkeli sözlerle her şeyi anlatmış ve ardı sıra “Ne olur bunu kimseler duymasın! Aramızda kalsın!” demişti.

Ama Murat hemen telefona sarılmış Kevser’in anlattıklarını hızla babası Keramettin Hörgüçlüzade’ye yetiştirmişti. Oğlu telefonda karısının, biricik gelininin saldırıya uğradığını, kendini bilmez kalabalık bir çapulcu güruh tarafından güpegündüz taciz edildiğini aktarmıştı. Sözle hakaret etmekle kalmamışlar, üstüne üstlük elleriyle, kolunu, bacaklarını, hatta memelerini morartırcasına onu kirletmişlerdi. Murat, kendini kontrol etmekte zorlanan, öfkeden titreyen sesiyle, “Çok sinirliyim baba, çok” demişti, “Benim karıma, senin biricik gelinine bunu nasıl yapar, bu dinsiz, Allahsız aşağılıklar? Şimdi ne yapacağız? Söyle polise gidip şikâyetçi mi olalım? Yoksa arabaya binip Kızılay meydanında hepsini ezip geçeyim mi? Söyle baba!”

Keramettin Hörgüçlüzade, oğlunu dinlerken bir yandan da düşünmekteydi. Gördüğü rüyayı unutmamıştı. Hâlâ onun etkisi altındaydı. Dudaklarından belli belirsiz bir biçimde “Demek buna delaletmiş!” sözleri döküldü. Babasından bir karşılık bekleyen Murat, onun ne dediğini anlayamamıştı. “Ne yapmamı söyledin baba?” diye sordu.

Rüyasıyla Kevser’in anlattıkları arasındaki bağı kurmuş, kerameti kavramış olan Keramettin Hörgüçlüzade, sanki hiçbir şey olmamış gibi, sakin bir sesle “Hiç!” dedi, “Hiçbir şey demedim oğlum! Ama şimdi söylüyorum. Aslan gelinimi de al hemen gel! Anlayana bilene, her şerde bir hayır, bir keramet vardır oğlum. Allahın işine karışılmaz. Hikmetinden sual olunmaz. Bakalım zaman ne gösterecek? Sen dediğimi yap!”

Murat babasının ne demek istediğini anlamamıştı. Ancak Keramettin Hörgüçlüzade, telefonu kapatırken, ellerini ensesinde birleştirmiş, bacak bacak üstüne atmış, dudaklarındaki tebessümle, sırtını huzurla koltuğa yaslamıştı. Gözlerini yumdu. Allahın gösterdiği yolda kerametin peşi sıra yürüyecekti. Allah herkese yürü ya kulum demezdi. Herkese işaret göndermezdi. Kerametin hakkını vermek keramet sahibine ve onu bilene düşerdi. Ona da boşuna Keramettin dememişlerdi zaten…



Hiç yorum yok: