25 Ocak 2014

“Milli İrade” Masalı...

“Milli irade” diye bir şey var mı?

Fikret Başkaya

“Çok partili düzen dense de değişen yalnızca parti başkanlarının adı: aslı tek bir başkan, tek bir parti...”*

                 Bilgesu Eranus

17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonuyla ilgili olarak, başbakan R.T. Erdoğan, “hedefin milli iradeye suikast olduğu aşikâr“ demişti. Tabii yolsuzluk ve rüşvete yönelik bir operasyonla “milli irade” denilen arasında ters yönde bir ilişki olduğunu söylemek tuhaf bir çelişkiydi. Bu arada yurdun çeşitli yerlerinde milli iradeye destek gösterileri yapıldı. Avrupalı Türk Demokratlar Birliği [ UETD] Viyana şubesi tarafından da başbakana destek amacıyla “ milli iradeye saygı konvoyu” yola çıkıp, Macaristan, Sırbistan ve Bulgaristan’dan geçerek, Kapı Kule sınır kapısından Türkiye’ye girdi. Tersinden Viyana kuşatması gerçekleşmişti sanki... Tabii hepsi bu kadar değil, milli irade platformu adıyla bir araya gelen 97 STK tarafından imzalanan destek bildirisi de, başbakana iletilmiş. Söylendiğine bakılırsa 97 Sivil Toplum Örgütü’nün [STK] imzaladığı bildiri, Başbakanın baş danışmanı, Ankara milletvekili Yalçın Akdoğan tarafından yazılmış... Yıllardır ‘sivil toplum söylemi” kepazeliğine dair yazar dururum. Doğrusu ne kadar da yazsan nâfile. Bazen kendi kendime: “ acaba bu dünyada kelimelerin ve kavramların bu kadar dejenere edildiği ikinci bir ülke var mıdır” diye sorduğum oluyor... Kimse çıkıp da “ tamam, bildiriyi imzalayın da, hiç olmazsa kendinize STK’lığı yakıştırmayın” diyen pek yok. Sakın ola STK’ları önemsediğim sanılmasın. STK söylemi neoliberal gericiliğin söylemidir. Amaç kapitalizmin pisliklerini, iğrençliklerini netâmeli sonuçlarını görünmez kılmaktır. Bu amaçla toplumu ahmaklaştırmak, bönleştirmek, aldatmak. oyalamak, depolitize etmektir. Bu örgütlerin misyonu ve varlık nedeni, , küresel plütokrasiyi, küresel oligarşiyi ve tabii onun bir uzantısı olan bizdeki gibi komprador oligarşileri meşrulaştırmaktır. Dolayısıyla bu sefil kuruluşların teşhir edilmeleri hayatî önem taşıyor...


Bir “milli irade” söylemidir gidiyor. Aslında bizde milli irade denilen, genel irade, halk iradesi veya genel istenç denilenin karşılığı olarak kullanılıyor. Jean Jacques Rousseau’nun ‘Toplum Sözleşmesi’  adlı ünlü eserindeki  volonté général’ in (genel irade) Türkçesi.  Fakat genel irade asla çoğunluğun iradesi demek değil. O halde genel irade nasıl tecelli edecekti? Bunun iki yolu var: Birincisi, doğrudan demokrasi sayesinde. Bu durumda insanları, toplumu, kamuyu, velhasıl politik-sosyal alanı ilgilendiren meseleler, herkesin katılımıyla, tartışılır, el kaldırarak oylanır, karara bağlanır ve uygulanır, yani doğrudan demokrasi yöntemi; ikincisi, toplumun ortak (genel) iradesi seçilmiş temsilciler vasıtasıyla tecelli eder. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında Batıda buna temsili demokrasi deniyor. Temsili demokrasi için de ifade ve örgütlenme özgürlüğünün, siyasi partilerin, seçimlerin, parlamentonun ve parlamentodan çıkmış hükümetlerin, “hür basının” varlığı, yeterli koşul sayılıyor. Bir ülkede, siyasi partiler varsa, belirli aralıklarla seçimler yapılıyorsa orada genel iradenin, bizde “milli irade” denilenin tecelli ettiği, demokrasinin gerçekleştiği var sayılıyor. Eğer demokrasi denilen bir şekil sorunu olsaydı, o zaman siyasi partilerin, seçimlerin, parlamentoların, ve o parlamentolardan çıkan hükümetlerin varlığı, genel iradenin [milli iradenin], dolasıyla, demokrasinin gerçekleşmesi sayılabilirdi. Lâkin demokrasi bir şekil sorunu değildir. Kimi içi boş söylemlerin, kurum ve mekanizmaların varlığından ibaret bir şey değildir. Kaldı ki, daha önce de defaaten yazdığım gibi, Batı’da eski rejimler [Ancién Régime] yıkıldığında gündeme gelen soru, “kim nasıl yönetecek” sorusuydu. Bizde 1946 da ‘çok partili sisteme” geçildiğinde yapılan değişiklik, halk kendi kendini yönetsin diye yapılmadı. Değişiklik, bundan sonra “nasıl yöneteceğiz” sorusunun cevabıydı. Kimin yöneteceği zaten belliydi. Dolayısıyla siyasi partiler, seçimler, parlamento ve hükümetler, kitlelerde “katılım yanılsaması” yaratmak içindi. Kaldı ki, Türkiye’de oynanan demokrasi oyunu, biçimsel olarak bile sorunluydu. Zira, benim “asıl devlet partisi” dediğim öteki iktidar odağı gerekli gördüğünde sürece müdahale ederek biçimsel demokrasiye bir süreliğine son verebiliyordu. Böyle bir durum söz konusuyken, milli iradeden, demokratikleşmeden, demokrasiden, işte “hakimiyetin kayıtsız ve şartsız millete ait olduğundan” da çok söz edildi, ediliyor.

Siyasi partiler eğer “yukarıdakiler”, mülk sahibi sınıflar tarafından, anti demokratik bir seçim kanunu ve siyasi partiler kanununa göre  kurulmuş-kurdurulmuş ise, ve siyasi partiler bir kişinin şirketi gibi işliyorsa, işleyişinde demokrasinin kırıntısına bile yer yoksa, her şeyi parti lideri belirliyorsa,  partinin adı liderinin adından daha az biliniyorsa, kimin milletvekili, parti yöneticisi, belediye başkanı, vb. olacağına, hangi kanunların ne zaman çıkarılacağına  başkan (patron) kadar veriyorsa, istediği kadar oy alıp seçilsinler, hükümet kursunlar, böyle bir durumda siz hangi “milli iradenin” tecelli ettiğinden ve demokrasiden söz edebilirsiniz ki? Kendisi demokrasiden nasibini almamış örgütler nasıl demokrasinin, “milli iradenin” gerçekleşmesinin araçları olabilirler? Bir kere asla temsil diye bir şey, seçmek diye bir şey söz konusu değil. İnsanlar seçim denilenle parti başkanının seçtiğini onaylıyor. Arada bir temsil eden-edilen ilişkisi yok. İnsanlar kendilerine yabancı bir örgüte oy veriyorlar. Belki yapabildikleri yegane şey, partilerden “en az kötü” saydıklarını tercih etmek. Kaldı ki, alınan oyla çıkarılan milletvekili sayısı arasında da bariz bir uyumsuzluk söz konusu. “Çok partili sisteme” geçildikten sonraki ikinci genel seçimde (1950) Demokrat Parti (DP) oyların %56,6’sını aldığı halde 505 milletvekili çıkarmıştı, oyların %34,8’ini alan CHP de sadece 31 milletvekili çıkardı. Eğer aldıkları oyla çıkardıkları milletvekili arasında gerçek bir ilişki olsaydı, DP’nin 339, CHP’nin 209 milletvekili çıkarması gerekirdi.  2002 seçimlerinde AKP oyların %34,28’ini aldığı halde tam 363 milletvekili çıkardı. Oysa  aldığı oyla çıkardığı milletvekili arasında doğru yönde bir ilişki olsaydı, 188 kadar milletvekili çıkarması gerekirdi, yani yaklaşık yarısı kadar... CHP’ de oyların %19,39’unu aldı ve 178 milletvekili çıkardı. Onun da en fazla 107 milletvekili çıkarması gerekirdi. %10 seçim barajı yüzünden diğer partilerin tümü oyunun dışında kaldı... Oyların yaklaşık üçte birini alan bir partinin tek başına iktidar olup, ülkenin kaderini belirlemesi midir “milli irade”?  Fakat hepsi bu kadar değil, 2002 seçimlerinde Türkiye’de seçmen sayısı, 41 milyon, 291 bin, 568’di. AKP’nin aldığı oy da 10 milyon 808 bin 229’du. Bir parti seçmenlerin yaklaşık dörtte birinin oyuyla tek başına iktidar olduğunda  “milli irade” gerçekleşmiş mi oluyordu?

2011 seçimlerinde herkesin ağzında AKP’nin %50 oy alarak iktidar olduğu şeklinde. Bu doğru ama durumun nüanse edilmeye ihtiyacı var. AKP’nin aldığı %50 oy, kullanılan geçerli oyların %50’sidir. 2011 genel seçimlerinde toplam seçmen sayısı 52 milyon 806 bin 322 idi ve AKP’nin aldığı oy 21 milyon 339 bin 082’iydi. Seçmenlerin %40.4’ü. Seçime katılmayanlar ve geçersiz sayılan oyların toplamı da 9 milyon 864 bin 559’du.

İsterseniz bir “milli irade” ve “demokrasi” örneğini de okyanus ötesinden verelim. Yakın zamanda Bir Güney Amerika ülkesi olan Şili’de devlet başkanlığı seçimleri yapıldı. Seçimlerin ilk turunda Bayan Michèle Bachelet  kullanılan oyların %45’ini aldı. En yakın rakibi olan Bayan Evelyn Mattei de oyların % 24,9’unu aldı. Hiç bir aday %50’nin üstüne çıkamadı. Fakat gözden kaçan, kaçırılan bir şey vardı: Birinci turda seçimlere katılım oranı %48,7 idi... Seçmenlerin %51,3’ü sandığa itibar etmedi. Herhalde sandıktan umudu kestikleri için... İkinci turda 13,5 milyon seçmenin 5 milyon 139 bin 385’i sandığa gidip oy kullandı. Seçimlere katılma oranı da %39,40 da kaldı. Ve Michèle Bachelet 3 milyon 212 bin 358 oy alarak, (oy kullananların %62,16’si,)  başka türlü söylersek, Şili’li seçmenlerin % 23,79’unun oylarıyla başkan seçildi... Seçmenlerin %60 dan fazlası hiç bir parti için oy kullanmadı. Ve bu durum dünyaya malûm haber ajansları ve televizyonlar tarafından “demokrasinin zaferi” olarak duyuruldu...

Aslında seçimlerin varlığı temsilin de varlığı demek değil. Ortada bir oyun var ve bu oyun insanları aldatmaya imkân veriyor. Bu sadece bizde değil, dünyanın her yerinde oynanan “temsilî demokrasi” oyunu. Küresel plütokrasinin ve “ulusal” oligarşilerin sürekli sahneye koydukları sefil bir oyun. Halk bu oyunun sadece figüranı. Dolayısıyla bir ilişki tersliği var. Siyasi partiler, seçimler, parlamentolar... demokrasinin gerçekleşmesinin değil, engellenmesinin araçları. Bu oyunun vakitlice teşhir edilmesi gerekiyor. Siyasi partiler “milli irade” denileni gerçekleştirmenin değil, engellemenin araçları. İnsanlar 4-5 yılda bir oy kullanarak süreci etkilediklerini, sürece katıldıklarını, iradelerinin bir karşılığı olduğunu sanıyorlar. Tabii  “doğrudan yönetenleri”, hükümet partisini değiştirebilirler - ki onu zaten oyun kurucular da isteyebilir, terleyen atı dinlenmişiyle değiştirmek işin doğası gereğidir- ama yönetimi asla değiştiremezler. Asıl hükmeden oligarşi hep iktidarda kalmaya devam eder. Oysa sorun yönetenleri değil, yönetimleri değiştirmekle ilgili olmalıdır. Eğer gerçekten kullandıkları oyun bir karşılığı oysaydı, durum bu kadar sefil, kepaze ve utanç verici olur muydu? Eğer temsil gerçek temsil olsaydı, parlamentolarda “gizli oturum” yapılır mıydı? Örtülü ödenek diye bir şey olur muydu. Örtülü ödenek örtülü “operasyonlar”, yasa dışı, ahlak dışı şeyler yapmak için değil mi?  İnsanlar “temsilcilerini” örtülü işler çevirsinler diye mi “seçiyor”? Eğer seçenle seçilen arasında doğru yönde bir ilişki olsaydı, mesela  kanun hükmünde kararnameler çıkarılır mıydı? Torba yasalara gerek olur muydu? Onca “faili meçhul” cinayet parlamentonun açık olduğu, “milli iradenin” iş başında olduğu zamanda işlenmedi mi? Kürt köyleri yakılırken “milli irade” tatile mi çıkmıştı? Siyasi partiler gerçek anlamda kamu hizmeti yapmaya aday örgütler değil. Oligarşinin zenginliğini artırmanın hizmetinde ve tabii bal tutan parmağını yalıyor ve her dönemde yeni yetme zenginler türüyor. Yeni yetme zenginler nasıl mı türüyor? Mesela geride kalan 11 yıllık AKP iktidarında Kamu İhale Kanunu’nu 57 kez değiştirerek... Yağma ve talan için Kamu İhale Kanunu ne kadar çok değiştirilirse “milli irade” de o kadar gerçekleşmiş, demokrasi zafer kazanmış mı oluyordu? 

Artık  demokrasinin sadece bir biçim, kurumlar ve mekanizmalar sorunu olmadığının farkına varma zamanı gelmiş olmalıdır. Zira, demokrasi, kimi kurum ve mekanizmaların, prosedürlerin varlığından öte bir şeydir. Sadece oy kullanmak değildir. Artık şu fosilleşmiş liberal temsilî demokrasi anlayışından ve pratiğinden kurtulmamız gerekiyor. Elbette demokrasi, örgütsel ilkeler, ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, çoğulculuk, hoşgörü gibi bir değerler bütünü olmak durumundadır ama sadece ilkeler ve değerlerden ibaret de değildir. Sadece kurumlar ve mekanizmalardan ibaret de değildir. Aynı zamanda bir pratiktir, uygulamadır, reel olarak yaşanılandır… Dolayısıyla kollektif bir eylemin sonucu olabilir ancak. Her düzeyde kumusal-sosyal sürece katılımı, müdahaleyi  varsayar. Eğer insanlar ortak yararın, ortak iyiliğin gerçekleşmesi sürecine aktif olarak katılmıyorlarsa, orada gerçek anlamda genel iradenin, demokrasinin gerçekleşmesinden söz etmek mümkün değildir. Bir kere demokrasi sosyal eşitliği ve kardeşliği [fraterniteyi] varsayar. En zengin 85 kişinin dünya nufusunun yarısını oluşturan 3.5 milyar insanın toplam geliri kadar servete sahip olduğu, dünya nüfusunun %1’inin 110 trilyon dolar dolar servete sahip olduğu bir dünya’da demokrasiden, refahtan, insanlıktan söz etmek rahatsız edici değil mi? Adım, adım kamuya (topluma) ait tüm ortak malların ve hizmetlerin (su, toprak, ormanlar, nehirler, göller, koylar, kamu hizmetleri, sosyal hizmetler, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, vb.) özelleştirilip, özel kâr ve kazanç nesnesine dönüştürülürken, kamuya ait ne varsa gözü doymaz oligarşi ve “yeni yetme zenginlir” tarafından yağmalanır, talan edilirken, siz hangi demokratikleşmeden, hangi “nurlu ufuklardan” söz edebilir siniz? Yerin altındaki üstündeki kamuya (herkese) ait olması gereken zenginliğin, dar bir azınlık tarafından fütursuzca yağlamalanması, talan edilmesi sorun edilmeden demokrasiden söz edilebilir mi?  

Demokrasi, bireylerin yurttaşlığın gereği olarak sahaya inmesini gerektiriyor. Gerçek birer yurttaş olmalarını ve öyle davranmalarını, aktif özneler olmalarını gerektiriyor. Sadece sandığa gidip oy vermek bu amaç için yeterli değil. Üstelik demokrasi sadece siyaset alanını ilgilendiren bir şey de değildir. Ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel yaşamın tüm veçherini, mahalleyi , sokağı, işyerlerini, fabrikaları, bankaları, işletmeleri, kurumları, aileyi, okulu, velhasıl insan ve toplum yaşamının tüm alanlarını kapsamalıdır… Fakat her şeyden önce yapılması gereken bir şey var: Demokrasi kavramını ona düşman olan mülk sahibi oligarşi cephesinin elinden alıp, asıl bulunması gereken yere taşımak, asıl sahiplerine vermek.



* Bilgesu Erenus, www.bossahne.com Kent Seyirlik Oyun. Tek Perde, Yar Yayınları, Ekim 2011, s. 79.

Hiç yorum yok: