07 Aralık 2009

Marksizm, bir ideoloji değil, teoridir!

Marksizm, bir ideoloji değil, teoridir...

Fikret Başkaya’yla bir söyleşi*

Hocam ilk sorum şu: ‘Devrimi Yeniden Düşünmek’ başlığını taşıyan yazınızda, “... eleştirel-devrimci bir teori olması gereken marksist teorinin başına gelenler ibret vericiydi. Teori önce donduruldu, şeyleştirildi, reifiye bilgi haline getirildi, eleştirel-bilimsel özü aşındırıldı ve giderek bürokratik yozlaşmaya uğramış işçi örgütlerinin, sol-sosyalist-komünist partilerin, daha sonra sosyalist denilen ama adından başka sosyalizmle ilgisi olmayan rejimlerin meşrulaştırıcı resmi ideolojisi haline getirildi” diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Teori eleştirelse teoridir, eleştirdiği için, eleştirebildiği için teoridir. İdeoloji gerçeğin üstünü örtmek, anlaşılmasını engellemek, velhasıl teorileştirilmesini, anlaşılabilirligini engellemek içindir. Teorinin önü açıktır, eleştiriye dayanır ve eleştiriyle yol alır. Oysa ideoloji tartışmayı yasaklar. Verili durumu esas alır ve ona itaati vâzeder... Başka türlü ifade edersek, ideoloji anti-teoridir. Marksizm esas itibariyle eleştirel bir teoridir. Düşünmek eleştirmektir. Biliyorsunuz Fransız filozofu Alain, “düşünmek hayır demeyi bilmektir” diyordu. Etimolojik kökeni Kadim Grekçe theorien olan teori, bakmak, gözlemek, incelemek... demek. Anlamanın yolu radikal eleştiriden geçer, eleştiri yoksa anlama diye birşey, dolayısıyla teori de yoktur. Kim şeylerin anlaşılmasını ister, kim anlaşılmamasını, üstünün örtülmesini ister? Bu yüzden entellektüel ideolojik dayatmaların karşısında durabiliyorsa entellektüeldir. Entellektüeli entellektüel yapan onun herşeyi eleştirebilme istidadı, iradesi ve yeteneğidir. O hiçbir tabuya hiçbir ‘resmi gerçeğe’ itibar etmez. Hiçbir kiliseye tâbi değildir. Duruşu, konumlanışı sadece düşünsel-entelletüel mahiyette değil, aynı zamanda etiktir. Kimin neden eleştiriye ihtiyacı var, kimin neden şeylerin, olguların, süreçlerin üstünü örtmekte çıkarı var? Entellektüel, şeylerin neden ve nasılını merak edendir. Bu amaçla işe soru sorarak başlar. Marx’ın ilk önemli eserlerinden birinin başlığı ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ idi. Eleştirel olduğu için düşünceyi ileriye, bir üst basamağa taşıyabildi. Onun ardından gelenlerin Marx’ı eleştirmek de dahil, eleştiriyi bir üst aşamaya taşımaları gerekirken, orada durdular. Sadece durmakla da kalmadılar Marx’ın teorisini dondurdular ve onu tuhaf bir ideolojiye dönüştürdüler. Marks’ın teorisi Stalinizimle birlikte kutsallaştırılıp-tabu haline getirildi... Tabu yasaklanarak korunandır... Belirli bir eşik aşıldığında artık teoriden eser kalmamıştır. Bir kere teori ideolojiye, karşıtına dönüştürüldüğünde artık aydınlatmaz, karartır... Marx, yaşadığı dönemde kendi teorisinin başına gelecekleri sezmiş olacak ki, ‘ben marksist değilim’ demişti... Fizik alanından bir örnek verelim. Mesela Albert Einstein, fizik bilimini bir üst aşamaya nasıl taşıyabildi? Galileo’yu, Newton’u eleştirebildiği için... Marx sonrası marksistlerin Marx’ı da eleştirerek yola devam etmeleri gerekiyordu ama tam tersini yaptılar, teoriyi dondurdular. Elbette her zaman istisnalar vardı ama sonuçta istisna kuralı doğrulamak için değil midir? Oysa bir teorinin hayatiyeti eleştirdiği, eleştirebildiği durumda mümkündür. O zaman ne oldu, Gramsci anlamında ideolojik hegemonya üstünlüğü karşı tarafa geçti.

Onun için mi yazınızın başlığını ‘devrimi yeniden düşünmek’ olarak koydunuz? Bu sol devrimi artık düşünmüyor demeye mi geliyor?

Teori ideolojiye dönüştürüldüğünde, eleştirel devrimci bir teori olan marksizm artık sahnede yoktu. Her ağzını açanın söze Marx’la başlaması, tuhaf bir folklor haline geldi... Sol, düşünmeyi, sorgulamayı, araştırmayı bir yana bıraktı. Sanki Fuerbach üzerine 11. tez bu sefil tavrı benimsemenin gerekçesi yapıldı. Biliyorsunuz 11. Tez : “ Filozoflar bu güne kadar dünyayı yorumlamakla yetindiler, oysa sorun onu değiştirmektir’ der. Buradan Marx sonrası sol şöyle bir sonuç çıkarmış gibi görünüyor: ‘ anlama işi tamamsa ve bu işi de Marx yaptığına göre, biz de artık değiştirme işine girişebiliriz... Maalesef Ortalama bir sol parti yöneticisinin, ortalama bir militanın yaklaşımı budur... Okumaz, araştırmaz, merak etmez, çevresinde hâlâ bu işle ilgilenen kalmışsa onu suçlar, küçümser... Bu kafayla dünyayı değiştireceğini sanır. Ona göre reçete hazırdır, yapılması gereken reçeteyi uygulamaktır, önemli olan eylemdir... Burjuva kafasıyla yeni ve farklı birşey yapacağını sanır. Siz bir kere pusulayı şaşırdınız mı, artık istediğiniz kadar eylem yapın bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Bir kere sol saymadığı, ‘kendinden saymadığı’ hiçbir şeyi okumaz. Solda da sadece kendi örgütünün, partisinin, fraksiyonun yazdıklarını okur ama onların birşey yazması, yazdıklarının bir kıymet-i harbiyesi olması pek mümkün değildir. Böylece okumamanın mazereti de üretilmiş oluyor ve devrimci militan huzura kavuşuyor. Beyin bir tek sizde yok ki, karşı taraftakiler de pek ala düşünebilir ve düşünüyor. Yaklaşık son 30-40 yılda sol dışında herkes düşünüyor, yazıyor, anlamaya çalışıyor kimisi burjuva düzenini meşrulaştırmak için, kimisi de entellektüel kaygılarla, namusluca... ama solun o tarakta bezi yok gibi... Mesela günümüz kapitalizminin ortaya çıkardığı sayısız kötülüklere dair soldan derinlemesine tahliller son derecede yetersizdir. Solun bir kültür endüstrisi eleştirisi yok, bir teknoloji eleştirisi, bir reklam eleştirisi yok... Yeni proleterleşme biçimine dair söyleyecek sözü yok... Bu alanlar önemli birer ideolojik hegemonya alanı değil mi? Bazı kalıpları sürekli tekraralayan bir sol bu... Bu kafayla yeni ve farklı birşey söylemesi de, yapması da zaten mümkün değil. Benim demek istediğim şu: Biz ideolojik hegemonya savaşını kaybettik, düşünsel-kültürel hegemonya üstünlüğünü karşı tarafa kaptırdık. Bir kere bunu kabullenmek zorundayız. Hiç birşey olmamış gibi davranmanın, kendini aldatmanın bir mânâsı yok. Eğer bu savaşı yeniden kazanmak istiyorsak, ideolojik hegemonya üstünlüğünü yeniden ele geçirmek istiyorsak, işe yeniden düşünerek başlamamız gerekiyor. Yani geçmişin ikircikli olmayan radikal bir eleştirisini yaparak işe başlamamız gerekiyor... Yeniden düşünmeye başlamamız gerekiyor. Biliyorsunuz, düşüncenin eyleme önceliği vardır, düşünerek ve anlayarak bir işe girişirsiniz... Elbette bu düşünceyle eylem arasındaki diyalektik ilişkinin hafife alınmasını gerektirmez.

Neden böyle oldu peki?

Teori şeyleştirildiği, reifiye edildiği, dondurulup-kalıplaştırıldığı, ideolojiye dönüştürüldüğü için... Reifiye olmuş [şeyleşmiş] bilgi ölü bilgidir ve ölü bilgiyle gerçeği anlamanız, bilince çıkarmanız mümkün değildir... O zaman düşündüğünüzü sanırsınız ama esasında boşa kürek çekiyorsunuzdur... Sosyal süreç sürekli değişip, yenileniyor, değişimi yakalayıp-bilince çıkarmak, yeni düşünsel araçlara [eleştirel teoriye] sahip olduğunuz durumda mümkündür.

Teorinin ideolojiye dönüşüp, içinin boşalması ne zamana rastlıyor? Stalinizmle Marksist düşünceden bütünüyle kopulduğu söylenebilir mi?

Bence süreç, Stalinizmin yerleşmesinden önce başladı. Marx’ın ölümünden sonra Marksist düşünce, örgüt bürokrasilerinin iktidarını meşrulaştıran bir öğretiye dönüşmeye başladı. Tabii kesin kopuş, Stalinizmin yerleşmesiyledir. Stalinizmin Marx’la ve marksist teoriyle ilgisi sadece söylemdeydi. Stalinizm her şeyiyle marksizmin tam bir inkârıdır. Aslında eleştirel-devrimci bir teori olan Marksizm değil de marksizmin deforme olmuş, içi boşaltılmış versiyonuydu söz konusu olan. Bilinen anlamda bir resmi ideoloji söz konusuydu. Ve söz konusu bağnaz resmi ideoloji Stalinist otokrasiyi meşrulaştırmanın ve dayatmanın hizmetindeydi. Başka türlü ifade edersek, Stalinizm Marksizmin anti-teziydi...

Eğer öyleyse Türkiye’de ve dünya’da neden hâlâ Stalinizm hayranları var?

Sanıyorum bu sorunun cevabını yukarda verdik. Marksizm eleştirel-devrimci bir teori olması gerekirken bir ideoloji, bir dogma, bir inanç kategorisi haline gelince, kalıplaştırılıp-dondurulunca, insanların Stalinizmde tecessüm edene inanmaları, o yolda ısrarcı olmaları, ona inanmaya devam etmeleri anlaşılır bir şeydir. Eğer, Stalinist otokrasi, onun boğucu dikta rejimi sosyalizm sayılıyorsa, kişinin ona hayran olması işin doğası gereğidir. Bir şey daha var: Stalinist olmak rahatlatıcı birşey. Bütün sorunlar orada çözülmüş ve/veya çözülme yoluna girmişse, tüm sorunların çözümünün anahtarı eldeyse, düşünmeye, okumaya, araştırmaya, şüphe etmeye de gerek kalmaz tabii... Bir dine tapan için o din nasıl tartışma konusu değilse, bir din, değilse de dogma mertebesine çıkartılmış, tabulaştırılmış bilimisel sosyalizm denilen de asla tartışma konusu yapılmaz, zira o olumlu olan ne varsa bünyesinde barındırmaktadır. Bir zamanlar sol parti yöneticileri ve sendika bürokratları tarafından işçi sınıfının bilimi söylemi çok kullanılırdı. Oysa işçi sınıfının bilimi diye birşey hem mümkün değildir, hem de saçmadır. Aynı şekilde proletarya kültürü [proletkült] de çok kullanılırdı. Oysa bu uyduruk söylemin bu dünyada reel bir karşılığı olması mümkün değildi...

Aynı yazıda Leninist örgüt modelinin vazgeçilmez ilkesi olan ‘demokratik merkeziyetçiliğin’ bir oxymore olduğunu söylüyorsunuz. Merkeziyetçilik olmadan, disiplin olmadan bir örgüt nasıl başarılı olabilir? Orada bir çelişki yok mu?

Biliyorsunuz oxymore karşıt anlamlı [antinomik] iki kelimeyi yan yana getirmek anlamındadır. Mesela parlak karanlık gibi. Elbette edebiyatçılar, sanatçılar anlatım güzelliği için oxymore’ a baş vuruyorlar ve orada bir sorun yok. Mesela Klasik Yunan Tragedyasının ünlü yazarı Sofokles, Antigone adlı oyununda ermiş cani diyor. Ama ideolojik manipülasyon amacıyla oxymore’a baş vurulduğunda iş değişiyor. Mesela temiz savaş, calışma barışı, sürdürülebilir kalkınma, vb. dendiğinde ideolojik amaçlı bir oxymore yapılmış olur. Bana göre ne kadar iyi niyetle ortaya atılmış olursa olsun demokratik merkeziyetçilik de bir oxymore’dur. Zira bir örgütsel işleyiş hem merkeziyetçi hem de demokratik olamaz. Keşke olsa deseniz de olmaz. Biraz merkeziyetçi, biraz demokratik bir işleyiş olmaz. Merkeziyetçiliğin olduğu yerde örğütsel hiyerarşi, disiplin, alt-üst ilişkisi, buyuran-buyurulan, yetkili-yetkisiz... velhasıl işin doğası gereği anti-demokratik, baskıcı bir işleyiş geçerlidir. Elbette sizin de söylediğiniz gibi disiplin yokluğunda da birşeyler başarmak mümkün olmaz. O halde nasıl bir disiplin sorusu akla gelecektir. Bu dünya’da disiplinin başka versiyonları da pekâlâ mümkündür. Öz-disipline dayalı bir örgütsel işleyiş neden mümkün olmasın? İnsanların birşeyi yapması için mutlaka dışırdan, yukarıdan birilerinin emir vermesi mi gerekiyor? Hiyerarşik ilişkiler yerine yatay ilişkileri ikâme etmek imkânsız bir şey midir? Aksi halde binlerce yıllık sınıflı toplumun, burjuva toplumunun örgüt modeline mâhkûm olursunuz ki, Eskinin ayakları sizi yeniye taşımaz. Ben her sabah saat altıda kalkar çalışmaya başlarım ve saatlerce çalışırım. Üstelik yaptığım çalışmanın maddi bir karşılığı da yoktur, bütünüyle entellektüel kaygılarla yapılan bir çalışmadır. Kimse bana saat altıda kalk demiyor... Önemli buluşların mimarı olan matematikçilerin, fizikçilerin öz disiplini hayranlık uyandırıcı değil mi? Eğer örgüt demokratik bir işleyişe sahip değilse, birşeyleri de başarsa sonuç başlangıçtaki amaçla çelişen bir sonuç olabilir. Kendisi demokratik olmayan bir örgüt ancak anti-demokratik bir işleyiş üretebilir. O halde iki şey: 1. Örgüt olmadan hiçbir şey yapmak mümkün değildir; 2. Geçen yüzyılın örgüt modeli olan demokratik merkeziyetçilikle bir yere varmak mümkün değildir... Yatay, demokratik ilişkiyi esas alan bir örgütlenme modeli pekâlâ mümkündür. Mesela Paris Komünü, 1917 de Sovyet örgütlenmesi, vb. bize değişik bir örgüt modeli hakkında fikir verebilir. Yegane evrensel örgüt modeli ‘demokratik merkeziyetçiliktir’ demek size mantıklı geliyor mu? Eğer siz demokratik merkeziyetçiliğin sonucundan şikayet ediyorsanız, o zaman farklı bir örgütlenme modelini de pekâlâ tartışabilir, tasarlayabilirsiniz... Eğer bir soruyu soracak yüksekliğe çıkmışsanız, bu, onu cevaplayacak potansiyele de sahipsiniz demektir.

Daha önceki bir yazınızda soldaki ‘aşırı parçalanmışlıkla ilgili olarak: “Türkiye’de sol hareketin bunca parçalanmış oluşu, ‘haklı’ ideolojik gerekçelere dayanmaktan çok, patalojik nedenlerle açıklanabilir’ diyorsunuz. Gerçekten bu bölünmüşlük, parçalanmışlık durumu üzerinde düşünmek gerekiyor. Bu parçalanmışlık durumu aşılmadan inandırıcı, güven veren bir sol muhalefet ortaya çıkabilir, olayların seyrini değiştirebilir mi?

Bence sorunu başka bir düzlemde tartışmak gerekiyor. Solun ister legal-parlamenter düzeyde, isterse legalite dışında siyaset yapan kesimleri arasındaki fark, zannedildiğinden daha az önemli. Solun mevcut politika yapma tarzını reddetmesi gerekiyor. Mesela siz verili duruma uyum sağlayarak siyaset yapmaya kalktığınızda, o düzenin bir parçası haline geliyorsunuz. Başka türlü olması mümkün değil zira son tahlilde kurallarını başkalarının koyduğu bir oyuna dahil oluyorsunuz. Bir kere oyuna dahil oldunuz muydu, sonunun hüsran olmaması mümkün değil. Legal-parlamenter solun sefil manzarasına bak anlarsın... Aslında legal-parlamenter oyunu reddeden kesim de aslında aynı olumsuzluğu başka biçimlerde yeniden üretiyor. O da politikanın ne olması, nasıl yapılması gerektiği konusunda farklı, yeni ve orjinal bir anlayışı ve perspektifi temsil etmiyor. Kaldı ki, gizli örgüt de açıkta siyaset yapmak durumunda... Üstelik daha önce de defaaten söylediğim, yazdığım gibi, burjuva legalitesi dışındaki örgütler tüm enerjilerini iktidarı ele geçirmek üzere seferber ediyorlar. Bu onların nasıl bir düzen kurulacak sorusunu savsaklamalarına neden oluyor. İşleyişleri anti-demokratik, akıl almaz bir örgüt fetişizmi söz konusu... Halka bilinç götüreceğini sanıyor... Netice itibariyle onların politika yapma yöntemi de diğer düzen partilerinden özde farklı değil. Bence bu sorun üzerinde ısrarla durmak gerekiyor. Parçalanmışlığa gelince, doğrusu bunun akla-mantığa, sağduyuya uygun bir yanı yok. Eğer ortada 47 farklı örgüt varsa, bunların birbirinden ayrı olmaları için en az 47 neden olması gerekir ki, böyle birşey mümkün değil. Bölünmenin asıl nedeni birşey yapamamakla, politik mücadele yürütmedeki becerisizlikle, basiretsizlikle ilgili. Sanıyorum mücadele yükseldiğinde bu bölünmüşlük tablosu da ortadan kalkacaktır zira gerçekten patalojik bir durum bu...

Sizin bu çıkışınızın solda yankı bulacağını bekliyor musunuz. Gerçekten yeniden düşünmeye ve yeni bir başlangıç yapmaya ihtiyaç var ama Türkiye’deki sol buna hazır mı? Böyle birşeyin gerekliliğine dair bir anlayış olduğunu, daha doğrusu insanların tartışmaya, sizin deyiminizle ‘yeniden düşünmeye’ ‘cesaret’ edebileceğini bekliyor musunuz?

Eğer ‘yeniden düşünmeye’ cesaret edilmezse, bu sol diye birşeyin olmadığı anlamına gelecektir. Bu mümkün değildir. Aksi halde bu, insanların kapitalizmin kepazeliğini kabullendikleri, itiraz etmedikleri, ‘durumdan memnun oldukları’ anlamına gelir ki, böyle birşey saçmadır. Aklı başında biri kendini insanlıktan çıkaran bu kepaze durumu kabullenebilir mi? Şu lânet olası kapitalist yağma ve talan düzenine razı olabilir mi? Ben yeni bir dalganın mutlaka yükseleceğini bekliyorum –aslında bunu söylemek yeni ve orijnal birşey söylemek de değil- . Bu günkü yenilgi tablosu ilelebet devem edecek diye birşey yok. Saldırı / karşı saldırı diyalektiği işin doğası gereğidir... İnsan düşünebildiği, soru sorabildiği, mücadele ettiği, yaşamın bir ‘anlamı’ olması gerektiğini bildiği ve bu amaçla mücadele ettiği için insandır. Bürokratik yozlaşmaya uğramış sol örgütlerin yeniden düşünmeye ihtiyaçları olduğunu sanmıyorum. Onlar gerçeğin tapusunu ceplerine çoktan koymuşlar... Defteri çoktan kapatmışlar... Başkalarının gündeminin peşinden gitmeyi politika yapmak sanıyorlar... Mevcut bürokratik yapıları sürdürmeyi bir başarı olarak görüyorlar... Fakat hâlâ az da olsa soru sorma, cevap arama cesaretini ortaya koyanlar var... Önemli olan onların sayısını artırmak, verimli bir tartışma ortamı yaratmak için çaba harcamaktır... Bu aşamada Spinoza’nın öğüdünü hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor. Biliyorsunuz Spinoza: “Gözlüğünü parlat’ diyordu..

Teşekkür ederim...
Ben de...

*Söyleşiyi Gerçekleştiren : Merdan Özüdoğru

Hiç yorum yok: