28 Ekim 2009

"Tartışılan Roman" ve Eleştiri Üzerine

“Tartışılan roman” ve Eleştiri Üzerine

Atalay GİRGİN

Edebiyatın da, onun “amiral gemisi” olarak nitelenen romanın da neliği tartışmalıdır. Üzerlerinde anlaşılabilen bir tek tanımları yoktur. Bundan dolayı olsa gerek ki, kendisine “roman” sıfatı verilen yapıtların ortaya konmaya başlanmasından bu yana, romanın neliğinin yanı sıra, varlığı da tartışılır, bu topraklar üzerinde. Örneğin, Vedat Günyol, “Cumhuriyet’ten önce gerçek romanın olmadığı”1nı yazar, “Dile Gelseler” adlı kitabına aldığı, “Yeni Ağza Eski Yemek” başlıklı makalesinde.

Fethi Naci, “Türkiye’de roman var mıdır?” sorusuna, futbolun hal-i pûr meâline atıfta bulunarak yanıt verir yıllar önce : “Ne kadar futbol varsa, o kadar.”2 O yıllarda, ister kulüpler bazında olsun, isterse milli takım bazında olsun, alınan yenilgiler genellikle hep “şerefli”dir ve “yenildik ama ezilmedik” denir. Sık sık da, uluslararası karşılaşmalar öncesi, gazetelerin spor sayfalarında, artık geçmişte kalmış olan, Almanya ve Macaristan galibiyetleri ile Göztepe’nin Fuar Şehirleri Kupası’nda çeyrek finale kadar çıkışı anımsatılarak, nasıl “Tarih yazdığımız” anlatılmakta ve o anlar yâd edilmektedir. Bundan dolayı olsa gerek ki, yanlış bir biçimde, “Türkiye’de roman yoktur” olarak algılanır Fethi Naci’nin yanıtı.

“Tarih yazma” alışkanlığı hâlâ yerli yerinde duruyor olsa da, futbolda, “şerefli yenilgi”ler döneminin geride kalmasıyla birlikte, neredeyse anımsanmaz, anımsatılmaz oldu artık o günler. Romana ilişkin ise, “Fethi Naci yıllar önce söylemişti. Türkiye’de roman yoktur” diyen, İsmet Özel’den başkası kaldı mı günümüzde, Fethi Naci’nin yanıtını hâlâ yanlış anlamaya devam edip ve hâlâ ona atıfta bulunarak, “yoktur” hükmünde ayak direten? Bilmiyorum.

Ama günümüzde, doğrudan “roman yoktur” demeseler de, bir yıl içinde yayınlanan üç yüzden fazla romanı, “hızlı okuma tekniğiyle okudu”ğunu söyleyip, “tümünü çöplük”3 olarak niteleyiveren ya da bu kadar roman içerisinde, “70 tane okuyun” denilebilecek, “7 tane bile iyi”4 diye nitelenebilecek romanın olmadığını yazan edebiyatçılar var.

“Romanımıza ne oldu?” adlı kitabında, “Romancı enflasyonu”na dikkat çeken Ahmet Oktay da bir yandan bunun nedenlerine değinirken, diğer yandan da buna paralel olarak eleştiri, eleştirmen, yeni eleştirici/reklamcı-pazarlamacı ilişkisinin ve dönüşümünün altını çizer, eleştirel bir biçimde. Kitaba adını veren makalesinde ise, “ Bir zamanlar romancılarımız, öykücülerimiz …” diye başladığı paragraflarıyla, geçmişten günümüze uzanan süreçte, “nostaljik bir biçimle”, yazarın seçimini ve romanın değişimini örneklerle gösterir ve şöylesine eleştirel bir tespitte bulunur : “1980 sonrası Türk romanı, geçmişi ve büyük harfle yazılan tarihi, hedef kitlenin beklentilerini, tahmin edilebilir tercihlerini ve bastırılmış arzularını ön alan biçimde yeniden düzenleyerek, olaylarını tahrif ederek turistikleştiren ve ticarileştiren sayısız örneklerle dolu.”5

Daha fazla veriyle yazının hacmini arttırmaya gerek yok şimdilik. Geçmişten günümüze, edebiyat üzerine yazan eleştirmenlerin, araştırmacıların yazı ve yapıtlarında, buraya aktardıklarımdan çok daha fazlasını bulabilir ilgilisi, romanın varlığına-yokluğuna, roman ve “romancı enflasyonu”na, iyiliğine-kötülüğüne, gelişimine ve değişimine ilişkin tartışma, eleştiri ve değerlendirmelerin. Çünkü, şiir ve öykü bir yana, romanı konu edinip de eleştiriden, değerlendirmeden, karşılaştırmadan uzak durmak, eğer eleştiriyi kitap tanıtımcılığı/reklamcılığı sanan ya da buna indirgeyenleri saymazsak, mümkün değildir. Kısacası, roman kadar, eleştiri de tartışmalıdır.

Dolayısıyla, A. Galip’in, “etik ve estetik boyutuyla” alt başlığını taşıyan “Tartışılan roman”6 adlı kitabı, romanı ve onun eleştirisini konu edinen ilk yapıt değildir. “Edebiyat ve felsefe”, “Tartışmalar” ve “Roman dünyasında gezinti” olmak üzere üç bölümden oluşan “Tartışılan roman”ın, hem bu yazı bağlamında bizi ilgilendiren hem de kendisini diğer roman ve roman eleştirisi üzerine yapılan çalışmalardan ayırıcı kılan kısmı, birinci bölümüdür. Yani “Edebiyat ve felsefe”.

Felsefeyle bakmanın önemi ve bir örnek

A.Galip, “Tartışılan roman”da, romana, eleştiriye, roman eleştirisine ve hatta romanı temel alan edebi akım ve kuramlara da felsefeyle bakmayı öneriyor. Felsefeyle bakmak; nesnesini, ister salt düşsel, düşünsel, isterse gerçek bir var olan/varlık olsun; her daim ontolojik ve epistemolojik boyutuyla, bir bütünsellik temelinde ya da böylesi bir iddia ile kavramayı, anlayıp, anlamlandırmayı ve ele almayı gerektirir. Bu ise aksiyolojik olana kapı aralar. Çünkü, nesneye ilişkin ortaya konan her bilgi, açık ya da örtük bir biçimde, etik ve estetik boyutuyla, davranışa dönüşmesi gereken bir değer üretir. Ki bu açıdan da, kitabın alt başlığının “etik ve estetik boyutuyla” olması anlamlıdır.

Felsefeyle bakmak, yani kendisine nesne edindiğini ontolojik ve epistemolojik olarak kavramak, onun, yani nesne kılınanın neliği ve gerçekliğini de ortaya koymak demektir. Nelik ve gerçeklik ilişkisinin kurulması, romanın sınıflandırılması açısından da önemlidir. Günümüzde, gazetelerin kitap eklerinde ve dergilerde roman üzerine yazan, yayınlanan romanları tanıtan ve pek azı yazdıkları açısından “eleştirmen” sıfatını hak edebilen, çoğunluğu “tanıtımcılık/reklamcılık”tan öte geçemeyen sözde “edebiyat eleştirmeni”nin, düşünmediği ya da dikkate almadığı bu nelik ve gerçeklik ilişkisi, hem eleştiride, hem sınıflandırmada, hem de bir kişi olarak eleştirmenin kendi kendisiyle tutarlılığında başat bir yere sahiptir. Çünkü bu ilişkiyi düşünmeyen, dikkate almayan, ontolojik ve epistemolojik bir temelden hareketle nesnesine uygun ve tutarlı bir biçimde kurmayan ya da kuramayan, yazdığı ya da telaffuz ettiği bir sözün ardında duramaz.

İşte bu bağlamda bir örnek: Semih Gümüş ile A. Ömer Türkeş arasında, roman ve sınıflandırılmasına, romanın neliğine ve eleştirisine ilişkin, taraflardan biri sessizliğe bürünüverdiği için, başlamadan bitiveren ve bu haliyle “tartışma”dan çok ‘sataşma’ düzeyine düşüveren girişim anılmaya değer. Biraz uzunca da olsa aktarayım : Semih Gümüş, A. Ömer Türkeş’in, “Milliyetçilik; bir aile fotoğrafı”7 başlıklı yazısında yaptığı sınıflandırmayı da eleştiri vesilesi kılan, “Roman ne değildir…” başlığını taşıyan bir makale yayımladı. Ki bu makalede, A. Ömer Türkeş’in adı bir kez ve benim ‘vesile’ dediğim sınıflandırma bağlamında anılmış olmasına rağmen, Semih Gümüş, daha ilk satırdan itibaren, genellik şalına bürüdüğü hükümlerin örtüsü altında, adını belirtmeden Türkeş başta olmak üzere, eğer varsa, onun gibi ya da ona yakın düşünen birilerine şiddetli, hatta ağır denilebilecek eleştiriler yöneltir. Örneğin; Türkeş’in, “Üç yüz eşiği aşılıyor; kimin umurunda?” dediği, son yıllardaki yayımlanan roman sayısındaki artışa, “verimlilik” olarak yaklaşan Gümüş, bu “verimlilik” karşısında duyulan “hoşnutsuzlukların” ise edebi değil, “politik olduğunu düşünelim” diyerek başlar yazısına. Ve devam eder : “Eleştirel sezgileri yerine edebiyat dışındaki önkabullerini geçiren anlayışların yayımlanan romanların çokluğunu küçümsemesi”ni, “anlamsız” olarak niteler. “Edebiyat üstüne düşünme yetersizliği”nden söz eder ve “Düşünme yetersizliğinin sonuçlarından biri erken yargılar vermektir ki, bu yargılar çoğun yanlış çıkmaya mahkumdur.” hükmünü verir. Yetmez. Bir adım daha atar Gümüş ve “edebiyatın doğasının kabul etmeyeceği sınıflamalar yapıl”dığını belirterek, “A. Ömer Türkeş’in yaptığı ‘milliyetçi roman seçkisi’, edebiyatın ölçüleri içinde alınması zor, şimdi yeni karşılıklar bulması neredeyse olanaksız, bugün aşılmış bir anlayışı örnekliyor.” diye yazar. Gümüş’ün varmak istediği, dile getirmek istediği önemli bir nirengi noktası vardır : Adını anmadığı muhatabına ya da eğer varsa başka muhataplarına, “Güncel olanın anaforunda geçirilen zaman uzadıkça, kalıcı olanı görme yetilerini yitirmek kaçınılmazlaşır. O zaman toplumcu ve bireyci (giderek sağcı, solcu, liberal) roman sınıflarını da kolayca yaratabilirsiniz” dedikten sonra, muhatabını ya da muhataplarını, “plastik romanların ardına düşmek”le ve bundan dolayı da son iki yıl içinde yayımlanan romanlar arasındaki “unutulmaz örnekler”i görmezlikten gelmek ya da “üzerinde durmayı”, değerlendirmeyi “ertele”mekle eleştirir (yoksa “suçlar” mı demeliydim). Semih Gümüş’ün bu makalesi bağlamında bilinen muhatabı ya da eğer varsa muhataplarının içerisinden tek bilineni A. Ömer Türkeş’tir. Ama aynı platformda, yani Radikal Kitap sayfalarında, herhangi bir yanıtına rastlanmaz Türkeş’in. Burada söz konusu olan; önemli olan, Gümüş’ün, roman ve eleştiriye ilişkin kurduğu nelik ve gerçeklik ilişkisinin doğruluğu ya da yanlışlığından, tutarlılığı ya da tutarsızlığından çok, “Roman ne değildir…” bağlamında, bir biçimde bu ilişkiyi kurması ve konuya bu perspektifle yaklaşmasıdır.

İşte A. Galip’in “Tartışılan romanı”nın ayırıcı özelliklerinden birisi de kendini bu noktada gösterir : Romanın ve roman sanatının neliği.

Romanı, bozulmuş bir dünyada, yazarın “sahih değerler arayışı”nın bir ürünü olarak da gören Lukacs’ın, “roman üzerine yapılmış ilk büyük sistematik çalışma” diye nitelenen “Roman Kuramı”8 adlı yapıtından beri, romanın ve roman sanatının neliğini belirlemek ya da belirlemeye çalışmak, genelde edebiyat, özelde ise roman üzerine düşünen, soran sorgulayan ve sistematik bir yaklaşım kaygısı taşıyan her edebiyatçı ve edebiyat eleştirmeni için temel bir öneme sahiptir. Romanın ve roman sanatının neliğini belirlemede, tanımlamaya da, fenomenolojik-betimsel yönteme de başvurmak mümkündür. “Tartışılan roman”da ise roman, “kişilerin, değer duygusu ve değer bilinci edinmesinde, farklı yaşam olanaklarının farkına varmasında etkili bir araç”9 olma işleviyle belirlenir. Ancak, alıntılanan cümlenin sonunda yer alan “olmalıdır” yüklemi, A. Galip’in, roman sanatının günümüzde verilen ürünleri karşısındaki eleştirel ve mesafeli yaklaşımının da göstergesi gibidir. Bunun temel nedeni, A. Galip’in romana nasıl baktığı ve onda ne aradığıyla ilgilidir. Ki O, romanda, kitabının alt başlığı olarak da öne çıkardığı gibi, “etik ve estetik boyutu” aramaktadır. Eleştirmenleri de “hiç biri övdükleri ya da yerdikleri kitapların hangi değerleri yokladığını, insana ne gibi yaşam olanaklarını sunduğunu sorgulamayı akıl etmiyorlar”10 diyerek eleştirirken, tam da bu boyutlardan bakmakta olduğunu sergilemektedir.

Roman sanatını, “‘insan doğasını’ aydınlatacak”, insanın “tavır ve tutumlarını zenginleştirecek”, “her türlü kapalı, yerel, coğrafi, ırksal, törel, örfi alışkanlıkların, ezberlenmiş örüntülerin dışına çıkarak evrensel etik (ahlaki) normaları sergileyecek”11 bir sanat olarak niteleyen A. Galip, romana yüklediği işlevin farkındadır. Bundan dolayı der ki, “romana böyle bir işlev yüklemek, hem romancıya hem de roman okuyucusuna belirli kültürel eşikleri aşmış olma zorunluluğu yüklemektedir.”12 Romanın yazarı bir yana, okuyucusundan bile beklentilerin belli bir düzeyin üzerinde olmasının istendiği bir çalışmada, A. Galip’in eleştirmenlere yönelttiği eleştiri yersiz ve gereksiz değildir.

“Romanı”, ontolojik ve epistemolojik olarak ele almak ve “etik ve estetik” boyutuyla değerlendirmek gerektiğini yazan A. Galip; “ontolojik yapı bütünlüğü içerisinde ele almak bilgiyle kurulacak ilişkiyi de iki biçime dayandıracaktır”13 der. Ona göre, bu iki biçimden “Birincisi, roman ontolojisinin bilgisidir.”14 N. Hartmann’ın “yeni ontoloji” olarak nitelenen yaklaşımıyla temellendirilen bu ilk biçimde esas olan romanın “real yapısıdır.” Çünkü, “kağıttan, mürekkepten oluşan basılı romanın real, ön-yapısı onun irreal, arka-yapısının, tinsel boyutunun, bir estetik obje olarak anlam dünyasının taşıyıcısıdır.”15 İkincisi ise, “ele alınan insan fenomeninin bilgisidir”. Romanın “ontolojik yapı bütünlüğü içerisinde ele alınışında”, “dil ve biçem özellikleri”nden başlayarak, “olayların sıralanışı ve anlatımını belirleyen kurgu özellikleri”nin yanı sıra “insan fenomeninin” yer alması önemlidir. Çünkü bir romanda etik boyutun hem dışsallaştırılıp algılanır kılınabileceği hem de üzerinde yükselebileceği alan, değerleri, çatışmaları, açmazları, farklı yaşam ve davranış olanakları, arayışları ve ilişki biçimleriyle, romancının yapıtta var ettiği “insan fenomeni”dır. Ki “bu yüzden” der A. Galip, “roman, etik ilişkilerin sunulduğu bir sahne olarak da tanımlanabilir.”16

Romanı eleştirmek ya da değerlendirmek

Romanı, ne olarak gördüğünüz, nasıl tanımladığınız, ondan ne beklediğiniz, onu neyle sınırladığınız, kısacası ona ilişkin ortaya koyduğunuz nelik, eleştiri ya da değerlendirme anlayışınızı ve onun sınırlarını belirlemenizi de koşullandırır. Bunu eleştiri için de söylemek mümkündür. Yani eleştiriyi ne olarak gördüğünüzden başlayarak, ona ilişkin nelik belirlemenize dek her şey, romana nasıl baktığınızdan, romanın ne olduğuna ve ne olması gerektiğine ilişkin yaklaşımınızı da koşullandırır. Ancak daha temelli, sistematik ve tutarlı bir yaklaşım, birine ilişkin belirlemeden hareketle diğerine yönelmek yerine, her ikisini de ontolojik ve epistemolojik olarak ele alan ve temellendiren felsefi bir bakış, kavrayış ve anlamlandırışla olanaklıdır.

Örneğin; öykücü, romancı, denemeci ve eleştirmen Tahsin Yücel, genelde “yazın”ı, özelde ise onun türlerinden biri olarak romanı da, “gerçek göndergesi kendi kendisi” olan olarak niteler ve “yazınsal söylemin doğrulanmak için gerçekliğe gereksinimi yoktur, kendi öğelerinin birbirini doğrulaması yeterlidir”17 der. Roman, “gerçek göndergesi kendi kendisi” olan olarak belirlendiği an, romana ilişkin eleştirinin, değerlendirmenin sınırları da kendiliğinden çizilir; o, öncelikle ve esas olarak, nesnesiyle, kendine nesne edindiğinin sınırları içinde kalanlarla yetinmek durumundadır. Ki romana ilişkin bu belirleme, roman eleştirisi, değerlendirmesi ve çözümlemesini, “eleştirinin amacı (…), romanın (ya da yazın yapıtının) yarattığı dünya karşısına bir başka dünya çıkarma”18dır diyen yaklaşımla bağdaşmaz. Keza, genelde eleştiriye, özelde ise roman eleştirisine, romanın yarattığı dünya karşısına bir başka dünya çıkarma amacı biçmek ya da yüklemek de, romanı “gerçek göndergesi kendi kendisi” olan bir yapıt olarak görmekle yetinemez. Hatta, “günümüzde yazılan romanları, onları hayatımızın uzantıları olarak görme alışkanlığını bırakarak değerlendirmeliyiz”19 denildiğinde bile, yetinilemez. Çünkü eleştiriye ilişkin belirlenen amaç, eleştiri nesnesini, her daim aşmak, sınırları dışına çıkmak ve giderek onu, neredeyse kendi söyleyeceklerinin ya da söylemek istediklerinin salt ‘vesilesi’ne dönüştürmekten kaçınamaz. Dolayısıyla, “eleştirinin amacı”ndan hareketle, romanın neliğine ve eleştirisine yönelik belirlemelerin, tanımlamaların hükmü, tutarlılık ve geçerlilik açısından genellikle kadük kalmaya ve veri olan herhangi bir tartışmanın sınırlarına sıkışmaya mahkumdur. Kısacası salt romanın neliğinden ya da salt eleştirinin neliğinden yola çıkarak diğerine ilişkin belirlemelere yönelmek, kişinin, sık sık kendini nakzedişlerine, hatta ısrarla kaçınmak istediklerine bile paradoksal bir biçimde kapı aralar. Ve bu durumlarda da tutarlılık ve bütünsel bir yaklaşım söz konusu edildiğinde geriye tek bir dokunulmaz sığınak kalır : “Tutarlı olmanın da bir tür gericilik”20 olduğu hükmü…

“Tartışılan Roman” ise, roman eleştirisini, eydeyişle değerlendirmesini, “Değerlendirmek, bilinçli bir biçimde ele aldığımız şeyin kendisinden hareket ederek onu kendi alanı içerisindeki ve benzerleri arasındaki yerini görmek ve göstermektir.”21 belirlemesi ekseninde ve felsefeci/filozof İonna Kuçuradi’nin görüşleri doğrultusunda temellendirmektedir. A. Galip’e göre “Romanı eleştirmek, eydeyişle değerlendirmek, öncelikle onun ontolojisini, varlığını ortaya koymak ve hakkında doğru ve geçerli önermeler kurmakla başlar.”22 Felsefeyle bakmanın, eleştiri açısından kendini ve önemini açığa vurduğu noktalardan biridir bu. Ona göre, “Felsefeyle bakmak derken kastedilen, bilgi nesnesi edilenin yapısını ve bağlantılarını açık ve seçik bir biçimde ortaya koymaktır.”(aynı yer) ki “Aksi takdirde beğeni ve tercihlerimiz moda olana yöneliş, popüler olana itibar ve ideolojik boyutta bir kör dövüşüne teslimiyete varacaktır.”(aynı yer). Ve kaçınılmaz olarak varmaktadır da… İşte küçük bir örnek : Notosöykü’nün 8. sayısında yayınlanan “Yüzyılın 40 romancısı” anket sonuçlarına dayanarak oluşturulan liste de, bunun sonrası yaşanan tartışmalar23 da, dahası, Semih Gümüş’ün, ad belirtmeksizin kimi ‘eleştirmen’ ya da tanıtımcı/reklamcıya yönelttiği “plastik romanların ardına düşmek”ten, yayınlanmakta olan “unutulmaz örnekler”i görmemek eleştirisi de aslında bunun göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

A. Galip, sonuçta “… kör dövüşüne teslimiyete var”maktan kaçınmanın yolunun, felsefeyle bakmaktan geçtiğini söylüyor. Felsefeyle bakmanın bir diğer önemli noktası da yapıtın, konumuz açısından ise romanın “doğru değerlendirilmesidir.” Özelde romanın, genelde ise edebiyat yapıtının “doğru değerlendirilmesi”nde İonna Kuçuradi’yi referans alan A. Galip, bu niteliğe haiz bir değerlendirmenin üç aşaması olduğunu aktarıyor Kuçuradi’den. Bunlardan birincisi, “yapıtı anlamaktır : Yani yazarın, a) hangi insan ilişkilerinin, yaşantı ve eylem olanaklarının, bunlar aracılığıyla hangi etik değerlerin örneğini vermek istediğini, bunu da b) nasıl ve ne ölçüde başardığını kavramak ve ortaya koymaktır. Bu, aynı zamanda yapıtın doğru açıklanması olur; yapıtın sınırları dışına çıkmayan açıklanması(…).”24

Doğru değerlendirmenin ikinci aşaması ise, “bir yapıtı kendi alanında bir yere oturtmaktır; yani belirli bir yapıtın, şöyle şöyle ilişkileri, şöyle şöyle yaşantı ve eylem olanaklarını o özel şekilde gösteren bir yapıtın, kendi alanındaki y e r i n i –değerini- b e l i r l e m e k tir. Bu aşama yenilik sorunuyla karşılaştığımız aşamadır (…).”25

Doğru değerlendirmenin, yani “başarılı bir yapıtı değerli bir yapıttan ayırabilme”nin üçüncü aşaması ise, “böyle bir yapıtın yaratılmasının insan i ç i n, dünyamız için anlamının ne olduğunu göstermek; bu olanakların etik değerler bakımından anlamının ne olduğunu göstermektir.”26

Öte yandan, A. Galip’in, “Tartışılan roman”daki, romana ilişkin nelik belirlemesi ile roman eleştirisine yaklaşımı arasında karşılıklı bir bağlayıcılık ilişkisi vardır. Romanın, “etik ilişkilerin sunulduğu bir sahne olarak da tanımlanabilir” olduğunu belirtişiyle, hem edebiyat eleştirmenlerine, hem de sözde edebiyat eleştirmenlerine yönelttiği, “onlar sıradan kitapları çeşitli kuramların süzgecinden geçirip akla hayale gelmedik meziyetler yüklüyorlar. Oysa hiç biri övdükleri ya da yerdikleri kitapların hangi değerleri yokladığını, insana ne gibi yaşam olanakları sunduğunu sorgulamayı akıl etmiyorlar”27 eleştirisi de bu bağlayıcılığın önemli göstergelerinden biridir.

Sonuç Olarak

A. Galip, “Tartışılan roman”da, romana, roman kuramlarına, dahası eleştiriye ve roman eleştirisine felsefeyle bakmayı önerirken; ontolojik ve epistemolojik bir temelden hareketle, nesnesini bütünsel ve tutarlı bir biçimde kavramanın önemini dile getiriyor. Böylesine bir kavrayış ve anlamlandırışa dayanarak ortaya konan bilginin, etik ve estetik boyutlarıyla değerlendirmeyi hem kolaylaştıracağını, hem de koşullandıracağını dışa vuruyor ki, bu, romanı “etik ilişkilerin sunulduğu bir sahne olarak” nitelemesiyle de paralellik arz ediyor.

Genel olarak edebiyat, özel olarak ise roman üzerine geçmişten günümüze süren tartışmaların, yapılan eleştirilerin, nerdeyse büyük bir bölümünün, ya “kör dövüşü”ne dönüştüğü ya da “ben söyledim oldu; kime ne” tavrıyla gerçekleştiği düşünüldüğünde, A. Galip’in önerisi ve yaklaşımı dikkate değer bir öneme sahiptir. A. Galip’in, felsefeyle bakmanın sağladığı duruşa ve yaklaşıma rağmen, bunun gereklerini, spesifik anlamda ve derinlemesine, kitabının sınırları içerisinde gerçekleştirebildiğini söylemek kolay değildir. Ancak, “Yeni bir eleştiri” arayışının da dile getirildiği ve “eleştirinin çıkmazını çözecek bir seçenek geliştirmek”28 gerektiğinin belirtildiği günümüz koşullarında görmezlikten, bilmezlikten gelmeyi hak etmediği de açıktır.

Biliyorum ki, “Tartışılan roman”, romanın neliğine, varlığına, eleştirisine ilişkin tartışmaları bitirmeyecektir. Hatta taşıdığı eksiklikleriyle, yer yer yüzeysel geçiştirmeleriyle, kendisi de tartışılacaktır ve tartışılmalıdır da… Ama o, önerisi ve yaklaşımıyla, hem edebiyat ve roman, hem eleştiri üzerine tartışmaların zenginleşmesine katkıda bulunacak, hem de bu alanda kalem oynatan ve kalem oynatmaya yeltenenlere, kendi kendisiyle tutarlı olmak gerekliliğini hissettirecek bir çalışmadır.

Kısacası, bir başka penceredir “Tartışılan roman”, ama yalnızca ötekine, nesne edindiğine değil, aynı zamanda kendisine de bakmayı ve bakabilmeyi, kendi üzerine düşünmeyi ve sorgulamayı da olanaklı kılan…
 
1 Vedat Günyol, Dile Gelseler, sy. 86, Cem Yayınevi, 1984.
2 Fethi Naci, Eleştiri Günlüğü, sy. 5, Özgür Yayın Dağıtım, 1986. “Türkiye’de roman var mıdır?” sorusunu, Fethi Naci’den yıllar önce, daha 1936’da Ahmet Hamdi Tanpınar da ortaya atmış ve “Garp dillerinden birini bilen, yabancı ülkelerde bu sanatın verdiği iyi örnekleri okuyan ve hayat üzerinde az çok fikir sahibi olan okur-yazarlarımızın büyük bir zevkle tattığı [Türk romanı] henüz yoktur.” yanıtını vermiştir. (Aktaran, Fethi Naci, a.g.e. sy,11)
3 Semih Gümüş, “Roman ne değildir…” içinde aktaran, 9 Şubat 2007 tarihli, Radikal Kitap, Sayı 308, sy. 34.
4 A. Ö. Türkeş, “Üç yüz eşiği aşılıyor; kimin umurunda?”, Radikal Kitap, 28 Ekim 2005, sy. 15-16.
5 Ahmet Oktay, Romanımıza ne oldu?, sy. 13-14, Dünya Kitapları, 2003.
6 A. Galip, Tartışılan roman, etik ve estetik boyutuyla, algıyayın, 2007.
7 A. Ömer Türkeş, Milliyetçilik; bir aile fotoğrafı, 2 Şubat 2007 tarihli Radikal Kitap, Sayı 307, sy, 16.
8 Georg Lukacs, Roman Kuramı, Metis Eleştiri, 2003.
9 A. Galip, Tartışılan Roman, etik ve estetik boyutuyla, sy. 8, algıyayın, 2007.
10 a.g.e, sy., 10.
11 a. g. e., sy. 8.
12 a. g. e., sy. 8.
13 a. g. e., sy. 46.
14 a. g. e., sy. 46.
15 a. g. e., sy. 46.
16 a.g. e., sy., 47.
17 Tahsin Yücel, Yazın Gene Yazın, sy., 26, Can Yayınları, 2005.
18 Semih Gümüş, Başkaldırı ve Roman, sy. 18, Oğlak Yayıncılık, 1996.
19 Semih Gümüş, Roman ne değildir…, Radikal Kitap, Sayı 307, sy. 34.
20 Hasan Ali Toptaş, Sonsuzluğa Nokta, sy. 130, İş Bankası Kültür Yayınları, 2002.
21 A. Galip, Tartışılan Roman, etik ve estetik boyutuyla, sy. 26, algıyayın, 2007.
22 a. g. e., sy. 8.
23 Semih Gümüş, “Yüzyılın 40 romancısı” anketi sonrasındaki tartışmalarda yöneltilen eleştirilere, Radikal Kitap’ın 361 ve 362. sayılarında birbirini izleyen iki yazıyla yanıt verdi. Bunların ilkinde, edebiyatın demokrasiyi içerdiği gibi yanılsamalı olduğunu düşündüğüm bir kabulden hareketle olsa gerek, “Edebiyatımız niçin demokrat değil…” başlığını tercih etmiş. Anketin “bir değer ölçütünün bulunmadığı”na ilişkin eleştiriyi de “yersiz” olarak niteledikten sonra, “böyle bir soruşturmanın bir değer ölçütü belirlemesi, (…) yapılacak en yanlış işlerdendir” diyor. Oysa, genelde edebiyat, özelde ise roman alanında yapılan bir çalışmanın, soruşturmanın değer ölçütünün olmadığını söylemek de, bunu kabullenmek de eşyanın tabiatına aykırıdır. Çünkü edebiyatta etik ve estetik boyutuyla değer ölçütünü ya da ölçütlerini içermeyen bir değerlendirme yapılamaz. Dolayısıyla, sanırım söylenmesi gereken, “bu anket çalışmasında, Notosöykü’nün belirlediği bir değer ölçütü yoktur. Ancak, görüş belirtenlerin her biri kendi değer ölçütleri temelinde seçimlerini yapmışlardır. Notosöykü’nün yaptığı ise ‘habercilik’tir.” Ama sansasyonel bir habercilik… Daha ötesi laf-ı güzaftır.
24 Aktaran A. Galip, İonna Kuçuradi’nin, Sanata Felsefeyle Bakmak, adlı yapıtından, Tartışılan Roman, sy.27.
25 Akataran A. Galip, a. g. e. Sy. 27
26 Aktaran A. Galip, a. g. e. Sy. 27-28.
27 a. g. e., sy 10.
28 Semih Gümüş, Yeni bir eleştiri için…, Radikal Kitap, sayı 312, s

Hiç yorum yok: