25 Mayıs 2009

Yaratılışçılar çarpıtmadan, yalansız, iftirasız yazamaz mı?

Yaratılışçılar çarpıtmadan, yalansız,
iftirasız yazamaz mı?

Atalay GİRGİN*

Kısa bir açıklama :

Radikal’in “Tartışı-yorum” bölümünde yayımlanan, “Darwin evrim kuramıyla hangi Tanrı anlayışını yıkıyor?” ve “Felsefeciler hangi Tanrı’nın varlığını kanıtla(ma)yacak?” başlığını taşıyan yazılarıma ilişkin yapılan sözüm ona ‘eleştiri’ler üzerine düşündüm ve sordum : Bu yazılar anlaşılmayacak denli karmaşık mıydı? Terminolojiye, alanın özel, spesifik kavramlarına boğulup anlaşılmaz mı kılınmıştı? Önermeleri açık seçik değil miydi?

Bu soruların hiçbirine “Evet” yanıtını vermek mümkün değildi. Çünkü, anlaşılırlık ve önermelerin olabildiğince basit ve açıkça kavranması gerektiğini düşünerek yazmıştım. Özellikle ortalama zeka düzeyindeki her okurun kolayca, zorlanmadan kavraması, anlaması için.

Ne var ki, her iki yazıya da ‘eleştiri’/yorum yazan bir çok kişi, tepkisel bir biçimde ilk aklına geleni ifade etmekten öteye geçmiyordu. Daha doğrusu, terkisindekini boşaltıyor; midesindekini kusuyor; ne yediyse onu çıkartıyor ve etiketlemeye çalışıyordu. Sanki ya anlamıyor ya da anlamamak için özel çaba harcıyordu. Bu yalnızca benim adı geçen yazılarım için geçerli değildi elbette. Neredeyse başlığında ya da içinde evrim, Darwin, din ve Tanrı sözü yer alan ve eleştirellik taşıyan her yazının makûs talihiydi. Bu tavrı gösterenler de, istisnaları bir yana, genellikle “yaratılışçılar”dı. Oysa saplantılı ve yanılsamalı bilinç halleriyle malûl olmayan herhangi bir insan, anlamadığı bir yazıya, bir düşünce ya da önermeye ne karşı çıkıp yadsıyabilir ne de onu kabul edip savunabilir. En basitinden etik bir tavırdır bu.

Ancak, “yaratılışçılar” için böylesi bir kaygıdan söz etmenin ne denli uygun ya da geçerli olduğu çok ama çok tartışmalıdır. Çünkü onlar, kendi adlarının önünde yer alan sıfat ne olursa olsun, Darwin adını, evrim ve Tanrı sözünü duydukları her yazıya, anlayıp anlamama kaygısı gütmeksizin, benzer tepkiyi veriyor. Neredeyse aynı davranışı sergiliyorlar. Bir adresten üfürülen, çarpıtmaya dayalı bilgileri dökmeye başlıyorlar.

Aslında, hangi konu ya da sorun olursa olsun, o nesne, o uyarıcı karşısında bir anda benzeri davranış gösteren insanları gördüğümde klasik koşullanma yoluyla öğrenmeyi anımsıyorum. Ve “Pavlov’un köpeği” deneyi beliriyor zihnimde… Düşünüyorum da; bu durum insan için çok acı, çok utanç verici… Tam bir “Pavlov’un köpeği sendromu” tepeden tırnağa arz-ı endam eyleyen… Oysa hiçbir insan; dili, dini, etnik kökeni, siyasal ve felsefi düşüncesi ne olursa olsun, düşmemeli, düşürülmemeli bu hale ve kurtulmalı bu sendromdan…

İşte, kendi yazılarımın da başına gelenleri düşünerek, hem yazıya / yazmaya ve eleştirinin neliğine ilişkin genel bir çerçeve çizmek hem de özellikle “Felsefeciler hangi Tanrı’nın varlığını kanıtla(ma)yacak?” başlıklı yazıma ilişkin yapılan çarpıtma, yalan ve iftiraları yanıtlamak için bu yazıyı yazmaya karar verdim. Bir başka deyişle, bu yazı bir zorunluluktan doğdu. Yer yer pedagojik ve ders havası sezilse de, bu, benim özel seçimimden ya da üslubumdan çok, yazılarımı ve dolayısıyla beni kendine, daha doğrusu kendini bana muarız kılmaya yeltenenlerin yaklaşımlarından ve yazdıklarından kaynaklandı. Velhasıl; bu yazının ortaya çıkmasına vesile olanlara, başta dede ve torun olmak üzere, vecd içinde secde ettikleri Tanrı / Allah, önce hem akıl, fikir ve izan; hem erdemlilik, etik tutarlılık; hem akıllarını tez elden başkalarının ipoteğinden kurtarmayı, hem de yalan söylememeyi, çarpıtmalar ve iftiralarla başkalarını suçlamamayı ihsan eylesin! Sonra da ne muratları varsa versin… Gelelim sadede :

Yazmak sorumluluktur

Kalem kuşanıp yazmak sorumluluk üstlenmektir. Ak kağıdın üzerine düşürdüğünüz her sözcüğün, her önermenin değeri vardır. Bu değer bazen olumludur, bazen olumsuz. Her halükarda ödülden çok bedele açılır kapı. Ödül istisnaidir. Dahası en iyi ödül, anlatmak istediğiniz ya da anlattığınızın, okuyanlarca olabildiğince doğru anlaşılmasıdır. Bundan dolayı, bedeli ödemeye hazır olmak ya da yazmanın gerektirdiği her türlü sorumluluğu üstlenmeye hazır olmak gerekir. Bunun yolu ise sözünün / yazdığının sahibi olmaktan geçer. “Ben söyledim oldu” deyip sırra kadem basmaktan değil…

Yazılan her söz, her önerme, yayınlandığı an sizden bağımsızlaşır. Siz onunla ne anlatmak istemiş olursanız olun. Artık o sizin kontrolünüzden çıkmıştır. O andan itibaren, “ben aslında şöyle demek istemiştim” diyemezsiniz. Eğer eksik ya da yanlış yazmışsanız, maddi hata yapmışsanız; size düşen, özür dilemeyi, hatanızı, yanlışınızı kabul edip bunları gösterenlere de teşekkür ederek, düzeltme yoluna gitmektir. Çünkü okuyanlar devreye girmiştir. Okurların kimi, yazıda anlattıklarınızı anlar; anlatmak istediklerinizi neliğine uygun bir biçimde kavrar. Kimi anlamaz. Kimi ise, anlar ama anlamak istemez. Kimi ise anladıklarıyla anlamadıklarını paçallayıp, anlamış edasıyla sözüm ona ‘eleştiri’ye girişir. Yazdığınız önermelerin bildirdiği yargılar karşısında rahatsız olmuş, huzursuzlaşmıştır. Hatta bunları, harim-i ismetine bir saldırı sayma noktasına dek ulaşmıştır huzursuzluğu.

İşte bu yanılsamalı bilinç haliyle peydahlanan huzursuzluk, dogmatizmle malul önyargıların da eşliğinde yaşanan ve böylesi anlarda sık sık arz-ı endam eyleyen “akıl tutulması”nı tetikler. Harim-i ismetine saldırılmakta olduğu yanılgısı ve saplantısıyla, buna neden olduğunu düşündüğü kişiyi, olayı, olguyu, konumuz bağlamında ise yazıyı kendisine konu, nesne edinir. Amaç da söylem ve eylem de hem aracın türüne hem de yere ve zamana göre değişir. Keza söylem ve eylem de kişinin konumuna, çapına, sıfatına, birikimine, kendisine atfedilen ya da biçilen değerine göre… Bazen, yok etmek, varlığına son vermektir amaç. Bazen yalanla, çarpıtmalarla, hatta iftiralar ve küfürlerle, söylemediklerini söylemiş gibi algılatıp küçük düşürmeye çalışarak değersizleştirmek, geçersizleştirmektir. İkisinde de tahammülsüzlük ve öfke vardır. Ancak seçilen araç, öfkenin ve tahammülsüzlüğün dışavurumunda etkileyici bir unsur olarak kendini gösterir. Tabir-i caizse “bana uygun bir biçimde eylemek zorundasın” der.

Yazıya, yazı aracılığıyla eleştirisini, tepkisini, öfkesini, tahammülsüzlüğünü bildirmeyi seçen kişi, her ne olursa olsun, şu ya da bu biçimde söylemini mantığa, hem de sağlam bir biçimde, büründürmek zorundadır. Eleştiriyi şimdilik bir kenara ayırmak koşuluyla… İftirasına, yalanına, hatta çarpıtmalarına bile açık ya da örtük bir temel, bir referans noktası bulmak; yazının kendisinde bunları bulamadığında ise inşa etmek ya da uydurmak zorundadır. Hele hele hakkında, sözüm ona ‘eleştiri’ yapılan yazı başkalarının da gözünün önünde ve üzerinde hiçbir değişiklik yapılmadan duruyorsa… Çünkü hiç belli olmaz, yazılanları yalnızca okuyup geçmeyen, haksızlığa tahammülü olmayan biri çıkıp pat diye, en azından yapılanın “ÇARPITMA” olduğunu yazıverir büyük harfle. Tıpkı, Radikal “Tartışı-yorum” bölümünde yayınlanan “Felsefeciler hangi Tanrı’nın varlığını kanıtla(ma)yacak?” yazısına yöneltilen ‘eleştiri’ler karşısında, bir okuyucu / yorumcunun yaptığı gibi… Ki bu vesileyle, tanımıyor olsam da, teşekkür ederim, kendisine.

Kalem kuşanan erdemli olmalı

İnsan böyle bir durumda ne yapar? Eğer erdemliyse, etik tutarlılığa sahipse yüzü kızarır bunu okuduğunda ve en basitinden “yanlış yazmışım” der ya da “özür dilerim”... Hatta “Teşekkür ederim. Hata yapmışım, düzelteceğim” der ve düzeltir.

Ancak erdemliliği ve etik tutarlılığı kendisi gibi olanlarla ilişkiye indirgeyen ya da “dostlar alış verişte görsün” anlayışıyla işine geldiği yerde anımsayan birisi için geçerli değildir, yukarıda yazılanlar. Bunların yüzleri kızarmak bir yana, daha da pervasızlaştıkları görülür genel olarak. Dillerinden düşürmedikleri “ahlak, erdem, saygı, hoşgörü, dürüstlük, hakkaniyet, iftira atmamak, yalan söylememek, vb.” kavramlar tam bir ikiyüzlülüğün ve riyakarlığın delaletine dönüşür. Kendi yaptıklarını gizlemenin örtüsü, süsü olmaktan öteye gitmez.

Ancak ağzınızdan çıkan ya da düşündüğünüz her söz, yazıya dönüştüğü an, örtü de süs de çekilip alınmaya amadedir. Sorumlu ya da size göre sorumsuz biri / birileri, altında her şeyi özenle gizlediğinizi, sakladığınızı sandığınız peçenizi indiriverir. Kendinizi ve söylediklerinizi sorgulanmazlık zırhına almak için kullandığınız, olumluluk ya da olumsuzluk atfettiğiniz o büyük kavramlar altında sergilediğiniz önermeleri, kurduğunuz cümleleri sormaya sorgulamaya girişiverir. Ve “şapka düşer kel görünür”…

Bundan dolayı, daha girişte belirttim, yazmak sorumluluktur, diye : Bilmeyenler bilsin, unutanlar anımsasın istedim. Hele hele, aynadaki ya da fotoğraftaki suretini aslından daha çok önemseyenler gibi; akademik sıfatlarını kendilerinden daha çok önemseyenler, bu kisvelerin ardına sığınarak bazı kavramları yerli yersiz, gerekli gereksiz canlarının istediği her yere yapıştırmaya yeltenmesinler, kendilerinde böylesi bir hak görmesinler diye… Çünkü bu tür zevatların bir ‘yöntem’ ya da bir ‘üslup’ kıldığı bu yaklaşım / anlayış, öncelikle iki açıdan uygun değildir :

İnsan “Şey”leştikçe çarpıtma, yalan ve iftiraya girişir

Birincisi, yerli yersiz, gerekli gereksiz her yerde kullanmaya çalıştığınız kavramlar, giderek asıl işlevinden uzaklaşır, anlamsızlaşıp sıradanlaşır. Siz bununla ne denli önemli bir şey yaptığınızı ya da anlattığınızı sanırsanız sanın, onlar anlamsızlaşıp sıradanlaştıkça değersizleşir. Ve her geçen gün “şey”leşir. Nitelemek ya da yaftalamak için gerekli gereksiz kullanarak “şey”leştirdiğiniz ya da “şey”leşmesine katkıda bulunduğunuz her kavram, aslında farkında olmasanız da gün gelir sizi vurur. Bir bakmışsınız ki, “şey”leştirdiğiniz her kavramla “şey”leşen kendiniz olmuşsunuz.

Nacizane bir uyarı; “kulağınıza küpe olsun”. Kendinizden daha çok önemsediğiniz akademik sıfatlarınızın büyüsüne kapılıp kendinizi “şey”leştirecek işler yapmayın… Çünkü “şey” arada sırada ve asıl olarak da yerli yerinde telaffuz edildiğinde işlevseldir ama her yerde her zaman kullanılmaya gelmez. “Şeyin ağyarını mani efradını cami” kılmak gerektiği boşuna söylenmemiştir. İster dede olun ister torun, ister hoca olun ister öğrenci, siz siz olun “şey”leşmeyin, olur mu?

Dede ya da torun, eğer “Şey”leştiğimizi nasıl anlayacağız, diyorsanız, size birkaç ipucu : Göz göre göre, yüzünüz kızarmadan, bir yazıyı çarpıtıyorsanız; nesnesine aykırı bir biçimde ona sıfatlar yakıştırıyor, kavramlar yapıştırıyorsanız; yazıda olmayan bir şeyi varmış gibi yazarak, utanmadan yalan söyleyip sonra da yazarın yalan söylediğini iddia edecek kadar pişkinleşmişseniz; iftira sizin için vaka-i adiyeden herhangi bir davranış haline gelmişse, kusura bakmayın ama, siz çoktaann “şey”leşmişsiniz, demektir. Hem de iflah olmaz cinsinden… Sizi bu halinizle kabul eden/edecek Tanrı’nın da, ardında vecd içinde secde ettiğiniz Tanrı’nın da herhangi bir hükmü, aslında sizin de bildiğiniz gibi, kalmamıştır zaten. Ki artık siz, bir değil, gelmiş geçmiş her Tanrı’ya secde etseniz de “şey”likten kurtulmanıza faydası yoktur. Hiçbir Tanrı sizi “şey”likten kurtarmaya kadir değildir. Bundan kurtulmanız için mucize gerek! O mucize de, bir ya da çok, aklınızı tüm Tanrıların ipoteğinden kurtardığınız ve arınmaya başladığınız gün kendini hissettirmeye başlayacak!!!

İkincisi ise, akademik sıfatlarını bilim ahlakına, bilim insanı olmanın gerektirdiği etik tutarlılığa uygun olarak taşıyan; bırakın kavramları yerli yersiz kullanmayı, her sözünün hesabını vermeye hazır insanların da yanlış algılanmasına yol açma tehlikesinden dolayı doğru değildir. Böylesi insanlar düşünüşleri, söylemleri ve eylemleri ile taşıdıkları sıfatlara değer katar. Bazıları da sıfatların kendisine değer kattığını sanarak, bunların ardına sığınıp her şeyi söyleyebilme hakkına sahip olduğunu düşünür. Kimse unutmasın; bu toplum, akademik sıfatına istinaden ve utanmadan, televizyonlara çıkıp, Türkiye’de radyasyon tehlikesi olmadığını söyleyen profesör de gördü. Adını anmıyorum. İlgilisi bulup yazsın. Galiba hacı bile olmuştu zevat. Çernobil nükleer santralindeki kazadan sonraydı. Türkiye’nin kuzeyden güneye, doğudan batıya tüm komşularında radyasyon tehlikesi olduğu basında yazılıp çizilirken, bu zevat izleyicilerin gözüne baka baka, Türkiye’de radyasyon tehlikesi yoktur, diyebilmişti. Allah’ın hikmeti işte… Dört bir yandaki ülkelerde var ama Türkiye semalarına uğramadan geçivermiş!!! Kenardan kenardan, sınırları gözeterek dolaşmış mübarek!!! Bilim insanı olmakla, hokkabazlığı ve amirine, efendisine el pençe durup sahibinin sesi olmayı birbirine karıştırınca insan, hiçbir olumsuzluk sınırlardan içeri giremez. Her şey “Teğet geçer. Hamdolsun”…

Bundan dolayı, sıfatına binaen söz söyleyen, yazan her insan yazdıklarına da kullandığı kavramlara da dikkat etmelidir. Kavramlar kendi başlarına ne doğrudur ne de yanlış. Uygun yerde uygun zamanda kullanıldığı sürece işlevseldir. Öte yandan bir kavramın ya da bir adın telaffuz edilmesi, onun gerçeklikte de var olduğuna delalet etmez. Yazan da eleştiriye yeltenen de bunu unutmamalıdır.

Her yazı bir değerlendirmedir

Her yazı bir değerlendirmedir. İster kavramlar arası bir ilişki, sorgulama ve çözümlemeye dayansın; isterse düşsel / düşünsel ya da gerçekliğe dayanan ontolojik bir kavrayış, anlamlandırış ve sorgulayış üzerinde yükselsin ve bunun epistemolojik ifadesi olsun, her koşulda geçerlidir, her yazının bir değerlendirme oluşu.

Bu genellemeyi, türüne bakmaksızın edebiyattan felsefeye, bilimden siyasete dek her tür yazı için kullanmak mümkündür. Çünkü ister öykü, şiir, roman olsun, isterse dinsel, siyasal, bilimsel, felsefi teorik bir yazı olsun, bunların her biri kendi türlerinin karakteristik özellikleri ve yazarının kabulleri temelinde, nesnesine / nesnelerine ilişkin öznel ya da ‘nesnel’ bilgi ortaya koyan değerlendirmelerdir. Bu noktada, “nesnesi karşısında esaret bilime, özgürlük sanata götürür” diyen Mehmet Ali Kılıçbay’ı da anımsamadan geçmemek gerek.

Eleştiri ise bir değerlendirmenin değerlendirilmesi etkinliğidir. Bir değerlendirmenin her değerlendirilmesi bir eleştiri olmasa da, her eleştiri bir değerlendirmenin değerlendirilmesidir. Bunun yanı sıra, her eleştiri, nesnesine ilişkin, sorgulamaya dayanan saptamaları, belirlemeleri ve çıkarımlarıyla, şu ya da bu ölçüde ‘suçlama’yı içerir ama, asla suçlamaya indirgenemez. Bundan dolayı, nesnesine ve o nesneyi ortaya koyan özneye ilişkin yöneltilen herhangi bir suçlamaya, iftiraya ve nesnenin bütününün ya da bir kısmının çarpıtılmasına, bozulmasına dayanan değerlendirmeler eleştiri niteliğine haiz değildir.

Tarafsız önerme ve cümle yoktur

Konu edinilen, nesne edinilen herhangi bir yazıya ilişkin doğru ya da uygun bir eleştirel değerlendirme yapabilmek için ilk hareket noktası, onun ontolojik ve epistemolojik açıdan nesnesine uygun bir biçimde kavranması anlaşılmasıdır. Kabul edin ya da reddedin, bir yazının temel ve yan önermeleriyle ne anlattığını kavrayıp anlamamışsanız, eleştiri girişiminiz ya da eleştiriniz daha baştan sakatlanmıştır. Bundan dolayı, eğretilemelere, betimlemelere, imgesel ve çağrışımsal anlatı ve göndermelere yer vermeyen herhangi bir yazıyla karşı karşıyaysanız, öncelikle yapmanız gereken, onun temel ve yan önermelerini belirlemektir. Çünkü şiiri kısmen bir yana alırsak; edebiyatın tüm diğer türlerinde bile, betimsel, imgesel, çağrışımsal anlatıların yanı sıra, açık ya da örtük bir biçimde önermelere başvurulur.

Bu durum, edebiyat dışındaki, ister felsefi olsun isterse bilimsel araştırmaya dayansın tüm düşünsel ve anlamaya, anlamlandırıp anlatmaya yönelik alanlarda daha da başattır. Bunun temel nedeni, bir düşüncenin, bir bilginin ve hükmün hem bildirilmesi hem de temellendirilmesinde önermelerin işlevselliğidir. Dahası ne denli genellik hükmüne büründürülürse büründürülsün, her önermenin, hatta her cümlenin taraf olmasıdır. Bir kez daha belirteyim ve belirginleştireyim : Her önerme bir cümledir ama her cümle bir önerme değildir. Ve tarafsız önerme, tarafsız cümle yoktur.

Tarafsız bir önermenin, tarafsız bir cümlenin bile olmadığı koşullarda, herhangi bir konuyu, nesneyi, sorunu dile getiren, buna ilişkin bir düşünceyi anlatan yazının ve bunun, eleştirel ya da değil, her türden değerlendirilmesinin tarafsız olmasından söz edilemez. Okuyanın da yazanın da bunu belleğine kazıması ve asla unutmaması gerek. Ve hiç kimsenin, okuduğu bir yazı ya da o yazıya ilişkin eleştiri sıfatını hak eden herhangi bir değerlendirme karşısında hiddetlenip öfkelenmemesi, adabını bozmaması da…

Ne var ki, ‘eleştiri – yorum’ sözünün ardına sığınarak, çarpıtma, iftira ve yalan devreye girdiğinde denge bozulmuş demektir. Çarpıtma, iftira ve yalana sarılarak, konu edindiği yazıyı ve oradan da hareketle yazanını tabir-i caizse “av”lamaya yeltenip kendini sözüm ona “avcı” sanan herkes yanılır. Çünkü farkında olmasa da buna yeltenen kişi, aslında o andan itibaren kendini, “av” kılmaya çalıştığının insafına terk etmiştir. Dede/hoca, torun/öğrenci, her ikisinin de hal-i pür meali budur aslında… Sadece ikisinin değil tüm yaratılışçıların…

Yaratılışçılar çarpıtmadan, yalansız, iftirasız yazamaz mı?

Önce genelden başlayalım

Yaratılışçıların tüm iddialarını, bir genelleme düzeyinde, iki noktaya indirgemek mümkündür : Bunlardan birincisi, özellikle tek Tanrılı birer din olan Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’in bir dogmaya dönüştürdüğü “Adem ve Havva” mitosu / masalıdır. İkincisi ise, Darwin’in Evrim kuramıyla, insanın evrimleşme yoluyla maymundan geldiğini ileri sürdüğüne ilişkin iddiadır.

Yaratışçıların temel tezlerinden biri olan ve Darwin’e atfedilen böylesi bir önerme, kendilerinin bir uydurmasıdır ve yoktur. Çünkü Darwin, “insan, maymunun evrimleşmesi sonucu meydana gelmiştir” gibi ya da benzeri bir hüküm vermemiştir. Dolayısıyla, bu zevat-ı muhteremler, “yaratılış görüşü”nün temel direklerinden birini daha ilk hareket noktasından itibaren, alenen çarpıtma, yalan ve iftira üzerine kurmuşlardır. Tüm yaratılışçılar da sözlü ya da yazılı olarak bu uydurmayı yineleyip dururlar.

Öte yandan aynı yaratılışçıların, her şeyi yaratan, kazaya ve kadere hükmeden, yarattıklarından dilediklerini doğru yola ileten, istemediklerini ise kalplerini mühürleyip doğru yoldan ırak tutan bir Tanrı / Allah inancına sahip olduğu söylenir. Bu Tanrı’nın yalandan, iftiradan sakınmayı buyurduğu da iddia edilir. Keza yalan söyleyeni, iftira atıp kara çalanı cezalandıracağı da...

Bu noktada; eğer böyle bir Tanrı varsa ve önce bunları yapan yaratılışçıların yakasına yapışmıyor, onları çarpmıyor, elden ayaktan düşürmüyorsa, yalandan ve yalancıdan, iftira ve iftiracıdan, çarpıtma ve çarpıtmadan / çarpıtandan medet umuyor demektir. Bunlardan medet umacak denli acz içindeki bir Tanrı hiçbir şeye kadir değildir. Dahası var olduğu iddia edilen bu Tanrı ya asla mükemmel bir varlık değildir ya da ayan beyan yoktur. Ya da mükemmellik atfedilen Tanrı’yla yaratılışçıların Tanrı’sı bir ve aynı değildir. Ki o zaman, her halükarda bir değil, birden çok Tanrı vardır.

Hal böyleyse, bunların içinde, yaratılışçıların kendisine vecd içinde secde ettikleri Tanrı’nın da yalandan, iftiradan uzak durmayı buyurması, bunları yapanları cezalandırması da söz konusu değildir. “Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” misali… Böyle Tanrı’ya böyle kul… Bu durumda bu Tanrı’nın her türlü eksiklikten arî ve mükemmel bir varlık tasavvurunun ürünü olmadığını söylemek gerekir. Aksine bu Tanrı’nın, takım tutar gibi taraf tuttuğunu, yarattığı söylenen tüm insanlar karşısında adil olmadığını, bir gün mübah saydığını bir başka gün günah sayacak denli çelişki ve tenakuz içerisinde olduğunu da…

Şimdi sıra özelde
Radikal’in “Tartışı-yorum” bölümünde yer alan, “Darwin Evrim kuramıyla hangi Tanrı anlayışını yıkıyor?” ve “Felsefeciler hangi Tanrı’nın varlığını kanıtla(ma)yacak?” başlığını taşıyan yazılara ilişkin site içinde ve site dışında, sözüm ona ‘eleştiri – yorum’ ya da doğrudan karşı yazı (ki bu ilk başlık için geçerli) yazan bazı yaratılışçılar hala ağızları burunları, kolları bacakları ‘çarpılmadan’ yaşamlarını sürdürüyorlarsa, yukarıdaki önermelerin hükmü yalnız bugün değil, her daim geçerlidir. Çünkü başlıkları anılan yazıların ikisi için de çarpıtmalar yapılmıştır.

Birincisine dair bağımsız yazı kaleme alan ünlü bir İslamist yaratılışçı hoca, yazısının daha ilk paragrafına çarpıtmayla başlamış. “Atalay Girgin yanılıyor : …” başlığını taşıyan bu yazıyı, hızını alamayıp İngilizce’ye de çevirtip “Atalay Girgin is mistaken : …” diyerek bir dizi sitede yayınlamaktan geri durmamıştır. Burada yer alan bir dizi önerme ve benzer kalıp görüşler ‘eleştiri-yorum’ kisvesiyle Radikal’deki yazının altına eklenmiş olsa da söz konusu yazı site dışında yayınlandığı için ona yanıt vermenin platformu Radikal “Tartışı-yorum” bölümü değil. Başka bir yer ve başka bir zaman…

Ancak “Felsefeciler hangi Tanrı’nın varlığını kanıtla(ma)yacak?” başlıklı yazı için yapılan ‘eleştiri-yorum’lardaki çarpıtma, yalan ve iftira için geçerli değil bu. Söz konusu yazıyı, yaratılışçılığı savunmaya evrimi yadsımaya çalışan bir zevat-ı muhterem okumuş ve anladığı kadarıyla da, harim-i ismetine saldırı saymış2. Hem harîminin hem de ismetinin tehdit altında olduğu yanılsaması ve saplantısının hiddeti, öfkesi ve tahammülsüzlüğünün etkisiyle kendini kaybetmiş. Ve bu halet-i ruhiyesiyle bilgisayarın klavyesine sarılıp, ne yediyse onları çıkarmaya yeltenmiş. Ama nafile… Çünkü yazıya ve yazana ilişkin çıkardıklarının önemli bir bölümü mesnetsiz ve uydurma. Bunun nedeni ise ya okuduklarını bütünsel olarak kavrayıp anlamlandıramamak ya da gözü dönmüşlükle malûl bir kasıt. Bir bölümü ise söylem üretebilmek, kendisine gerekçe yaratabilmek için, anlayamadığı haliyle yazıyı cendereye almaya dönük etiketleme girişimi. Bir kısmı da dolgu malzemesinden ibaret3. İşte etiketlemenin, yalanın, çarpıtma ve iftiranın örnekleri :

Yalan ve iftira sahibini vurur

1- Yazının pozitivist olduğunu ve pozitivizmi yeniden servis etmeye dönük olduğunu söylüyor. Pozitivist etiketini yapıştırıveriyor. Ama buna dair ne yazıdan ne de diğer yazılarımdan en küçük dayanak yok. Bir okur, yazının pozitivizm olarak değerlendirilemeyeceği uyarısında bulunuyor. Ne var ki, buna rağmen imam bildiğini okuyor.

2- Yazının kendini tekzip argümanı yarattığını söylüyor ve ekliyor “Yazının ya başlangıçtaki teorik kurgusu ya da sonuç kısmı yalan”. Dayanak ne? Yok. Ama ya başlangıçta ya da sonuç kısmında, yani hangisi olduğundan emin değil; ancak ikisinden birinde mutlaka yalan söylediğimi iddia edecek kadar kendini kaybetmiş ya da kasıtlı olmalı. İnsanlıktan, erdemden, etikten nasibi olan birisi, nasıl olur da utanmadan, yüzü kızarmadan hem de yazının göndermelerini kontrol bile etmeden birine iftira atabilir? Ne var ki zevat, kendi bilinç halini dışavuruyor ve yalan söylediğim yalanını uyduruveriyor; itham edip iftira atıyor.

3- “On parmağında on marifet” var, yalnızca yalan söylemiyor. Fazla zekiliğinden olsa gerek, yazıdan, “Din “masal”mış, evrim teorisi değişmez sorgulanamaz bir yasaymış, yaratılış teorisi de safsataymış” dediğim ya da diyeceğim sonucunu çıkarıveriyor, çarpıtmayla, iftirayla. El insaf diyesim geliyor, ama her akademik sıfat taşıyanın gereğinden fazla önemsenmemesi, gözlerinde büyütülmemesi gerektiğini derslerde öğrencilerime söylediğimi anımsayıp gerisini yazmıyorum. İnsanları değerli ya da önemli kılan, taşıdıkları dinsel, etnik, mesleki, akademik sıfatlar değildir. Aksine bu sıfatlara değer katan, onları önemli kılan insandır. Yalnızca anımsatıyorum :

a) Yazımda “Din masal”dır deseydim eğer, hiç kuşkusu olmasın ki kimsenin, “Evet” derdim, bu şundan şundan dolayı böyledir. b) “Evrim teorisi değişmez, sorgulanamaz bir yasaymış”. Kim demiş bunu? Yazının neresinde geçiyor? Mantık dersi gördünüz mü ya da açıp da bir mantık kitabı okumadınız mı, ey zevat-ı muhterem? Bir felsefe öğretmeni olarak, böylesi bir önermeyi yazmak bir yana, kazara telaffuz etsem, 15-16 yaşındaki öğrencilerim karşısında bile yüzüm kızarır, utanırım. Ya siz nasıl oluyor da bu denli desteksiz, mesnetsiz atıflarda bulunup sonra da öğrencilerinizin karşısına çıkabiliyorsunuz? c) “Yaratılış teorisi de safsata”dır demişim. Tıpkı (a) maddesinde yazdığım gibi, söylesem “Evet” derdim hiç erinip gocunmadan. Oysa ben “Yaratılış görüşü bilimdışıdır”, dedim. Uzatmayacağım, ama küçük bir mantık dersi, anlayana, hem de ücretsiz, : Her safsata bilimdışıdır. Ama her bilimdışı olan safsata değildir.

Sonuç olarak; her yazı yazan şu ya da bu ölçüde ediptir. Her edipten edepli olması beklenir. Edebini evde unutan ya da bayramda seyranda, kendisi gibi olanlara karşı anımsayıp kuşanan için edep ilinekten öte bir değer taşımaz. Dahası edebini unuttuğu, edebini takınamadığı her kişi karşısında kendini, bilinçli ya da bilinçsizce onun insafına teslim eyler. Bundan dolayı, eğer varsa Tanrı / Allah, kendisi için bunca çarpıtmayı yapan, iftirayı atan, dua edip kul köle olduğunu söyleyen böyleleri için, cennetten önce edep, sonra da akıllarını ve dillerini çarpıtma, yalan ve iftiradan ıraklık ihsan eylesin… Buna da kadir değilse zaten hükmü nedir ki…

· Felsefe Öğretmeni ; http://atalaygirgin.blogspot.com
1-
2 Bu kişinin adını anmıyorum. Çünkü bunun olabilmesi için, öncelikle söz konusu kişinin, göz göre göre yaptığı çarpıtma, iftira ve “yalan” yazdığım yalanına ilişkin özür dilemesi gerekirdi. Eğer isterse, bunları neden yaptığının gerekçelerini de anlatabilirdi. Bence mahzuru yoktu. Ama bu erdemli ve etik tutarlılığa sahip olanların yapabileceği bir iştir zaten.

3 Bunun yanı sıra, eğer iftira, yalan ve çarpıtmaları olmasa, tartışılabilecek birkaç önermesi de yok değil. Ama asıl yaptıklarını “es” geçip tartışmaya yeltenmek de zevatı ödüllendirmek olurdu.

Hiç yorum yok: