24 Nisan 2008

Bir başlıkta iki yanılgı...

Bir başlıkta iki yanılgı…

Atalay GİRGİN*

“Edebiyatımız niçin demokrat değil…” diye soruyor Semih Gümüş ve ardı sıra, bunun “niçin”ini anlatmaya çalışıyor, Radikal Kitap ekinin 361. ve 362. sayısında. Ne var ki, daha yazısının ilk yarısına verdiği başlıkta, iki yanılgıyla başlıyor işe. Birincisi, edebiyatın demokrat olabileceği yanılgısı ki; bu, soruyu da yanlış kılıyor. Soru yanlış olunca, genellik hükmüne ve zırhına bürünen önermelerle örülmüş yanıtlar ve açıklamalar da “doğruluk” değerini başka sularda arıyor. Ki Semih Gümüş “eleştirinin saati”ni bu “başka sulara” açılmaya kuruyor zaten. Yazısının, “Aynaya bakmadan eleştiri yapılmaz” başlıklı ikinci bölümünde, muarızlarına ya da kendisine muarız kıldıklarına, gördüklerine ilişkin geçmişten bugüne heybesinde biriktirdikleriyle, o “başka sular”da tutarlılık terazisinin kefesine koyup tartıveriyor onları. Ve kefe havalanıveriyor, sanki bir tüy kadar hafifler… İkinci yanılgı ise, edebiyatın demokrasiyi içerebileceği ya da demokrasinin edebiyata içsel olabileceği anlayışı. Ki ilk yanılgının asıl nedeni de kaynağı da bu... Kısacası, kaynağının ikinci yanılgı olduğunu düşündüğüm, değilleme bağlamında kurulmuş, tümel iki temel önermesi var Gümüş’ün: İlki “edebiyatımız demokrat değildir”, diğeri “edebiyatçılarımız demokrat değildir”.

Oysa Gümüş, bildiğinden kuşku duymadığım, en azından bildiğini varsaydığım, edebiyatın neliği ve gerçekliği ilişkisini unutmadan ya da söz konusu yazı bağlamında, paranteze almadan yazmış olsaydı, yanlış, yersiz ve gereksiz bir biçimde soruya içsel kıldığı, “edebiyatımız demokrat değildir” hükmünü, daha başlıkta vermezdi, diye düşünüyorum. Çünkü edebiyat ve demokrasi arasında, var olabilmeleri ve varlıklarını sürdürebilmeleri açısından ne gereklilik ne de zorunluluk ilişkisi vardır. Keza edebiyatın herhangi bir türünde eser veren yazarların nitelikleri de bir edebiyatı ne demokrat ne de anti-demokrat kılmaya yeterlidir. Birilerinin bu ve benzeri bir niteliği, edebiyata iliştirivermeleri, onların hüsnü kuruntularından öte bir değer de taşımaz.

Öte yandan, dünyanın hiçbir yerinde, demokrasinin yokluğu edebiyatın yokluğuna delalet etmediği gibi, edebiyatın varlığı da demokrasinin varlığına delalet etmez. En baskıcı rejimler ve koşullar altında bile edebiyat varlığını sürdürür ve sürdürmüştür de... Hatta böylesi koşullarda, edebiyat, insanların kendilerini ifade etmelerinin en önemli sığınağına, en önemli etkinlik alanına dönüşebilir. Çünkü, baskıcı rejimlerin, muhaliflerine ve toplumun aydın ve entelektüellerine, siyasal olarak kendilerini ifade etme olanağı bırakmadığı ya da iyice zorlaştırdığı dönemlerde, söz konusu kesimler başta olmak üzere, farklı düşünen insanların, düşüncelerini, eğip bükerek de olsa dışa vurmak ve bir diğerine iletebilmek için yöneldikleri ya da yönelebilecekleri, neredeyse yegâne alan edebiyattır.

Bunun temel nedeni, edebiyatın neliğinde gizlidir. O halde edebiyatın neliği ya da doğrudan sorulduğunda, edebiyat nedir? Edebiyat; insanın, özel ya da genel anlamıyla, varlığın insanla anlamlanan, insanla anlamlandırılan ve kendine konu edindiği herhangi bir ya da birden fazla varolanını, düşsel-düşünsel, duyusal-duygusal, sezgisel, imgesel, çağrışımsal, betimsel ve estetik bir biçim ve içerikle, eğretilemelere de başvurarak, dahası bozarak, gerektiğinde karikatürize edip, mizahileştirerek, kendine özgü bir tarzda ve öznel düzeyde anlama/anlamlandırma ve bunu yazılı ya da sözlü olarak anlatma ve bildirme etkinliklerinin genel adıdır.

Bu nitelikleri ve kapsamıyla edebiyat, bir yandan, her şeyi kendine konu edinebilme ve bunlar üzerine yazabilme, söyleyebilme olanağını, genel olarak edebiyatçıya, özel olarak söylendiğinde ise şair, öykücü, romancı, denemeci, eleştirmen, vb. kimliğiyle yazara verir. Bu olanağın kullanılarak edebi ürünler ortaya konulabilmesi için, demokrasinin varolup olmaması, ne gereklilik ne de zorunluluk düzeyinde önemlidir. Keza bunları yapan edebiyatçıların demokratlıkla bir ilişkilerinin olup olmamasının da, kendi başına herhangi bir önemi yoktur. Eğer, bu insanların ortaya koyduğu ürünler edebiyatın neliğine uygunsa, yani bu niteliklere haiz ise onların demokrat olup olmamaları, yapıtlarının edebiliğine herhangi bir halel getirmez. Edebiyat tarihinde bunun bir çok örneği vardır ve bundan sonra da olacaktır.

Diğer yandan ise edebiyatın söz konusu nitelikleri ve kapsamı, söylem ve etkileme gücünün yüksekliği, toplumsal düzeyde iktidar mücadelesi veren, en azından okur düzeyindeki fiili ve potansiyel hedef kitleyi etkilemeyi amaçlayan, farklı dinsel, siyasal ve ideolojik güç odaklarının, edebiyatı kendi hizmetlerine koşma istek, anlayış ve yönelişini de olanaklı kılmıştır ve kılmaktadır da... Ve bunların içerisinde, hem anlayış hem de eylem boyutunda demokrasinin de demokratlığın da zerresini taşımayan güç odakları her zaman var olmuştur. Dahası, yalnızca toplumsal ve siyasal iktidar mücadelesi veren muhalif gruplar değil; aynı zamanda, bir ulus ve ulus bilinci yaratma amacıyla hareket eden devletler de, edebiyatı kendi hizmetlerine koşmak istemişlerdir; edebiyat belli dönemlerde, iktidarlar için de çekici bir alan olmuştur. Sonuçta, duyarlılığını ve yaratıcılığını, yazma yeteneğiyle birleştirip, her iki kesimin düşünsel ve siyasal amaçları doğrultusunda edebi yapıtlar ortaya koyan şairler, öykücüler, romancılar, vb. hep varolmuştur. Hatta bu edebiyatçıların bazıları, o kesimlerin düşünce ve amaçlarını “militan” olarak nitelenebilecek düzeyde sahiplenmekten kaçınmamıştır.

Edebiyatın dünü ve şimdisi, Dünya’da ve Türkiye’de bunların örnekleriyle doluyken, “edebiyatımız niçin demokrat değil…” sorusunun “niçin”ine, “çünkü edebiyatçılarımız demokrat değil” yanıtını vermenin, hem kendini nakzetmekten hem de kendini muarızlarının muarrızına dönüştürmekten öte bir anlamı ve hükmü yoktur. Hele hele, iki sayı öncesi de “Siyasetin dilinin ve davranışının egemen olduğu koşullarda edebiyat olmaz” hükmünü vermişken…

Aktardığım son hüküm, aslında tüm söylenenlerin üzerine tuz biber ekiyor. Gümüş, bu sözüyle yalnızca kendini nakzetmiyor, “edebiyat yoktur” diyor; bir diğer anlamda da veri olan koşullarda “edebiyat yapılmaz” diyor. Bunun yanı sıra da, olmayan edebiyatın, hem eleştirmeni sıfatıyla yazılar kaleme alıyor hem de bu olmayan edebiyatın, son yüzyılının “40 romancısı”nı numaralandırıp bir liste halinde yayımlıyor. Dahası, bu listenin herhangi “bir değer ölçütü belirlemesi” olmadan ortaya çıktığını da ileri sürüyor. Yetmiyor; ve bu olmayan edebiyatın, “demokrat” olmadığını; çünkü olmayan edebiyatın edebiyatçılarının demokrat olmadığını ilan ediveriyor. (Bunun nedenleri, incelenip, sorgulanabilecek apayrı bir yazı konusu ve yeri şimdilik burası değil.)

Semih Gümüş, bilmez değil elbette, demokrasinin de demokratlığın da siyasal kavramlar olduğunu. Keza siyasetin, toplumsal varlık koşulları ortadan kalkmadan, onun dilinin ve davranışının şu ya da bu ölçüde, bilinçli ya da bilinçsizce, insanın tüm etkinlik alanlarında egemen olacağını, var olacağını da… Tüm edebiyat tarihinin bir biçimde siyasetin dilinin ve davranışının egemen olduğu koşullarda gerçekleştiğini de… Ama nedense unutuveriyor bu bildiklerini… Ve unutuverdiği yerde de, kavramları yersiz ve gereksiz bir biçimde eşleştiriveriyor. Onun unuttuğunu ya da unutmuş gibi yaptığını hatırlatmak gerek :

Siyasetin varolduğu, varlık koşullarını bulduğu günden bugüne, onun dili ve davranışı da dönem dönem alçalıp yükselerek insan yaşamının, neredeyse tüm etkinlik alanlarında egemen olmuştur. Varlık koşulları ortadan kalkmadığı sürece bundan sonra da egemen olacaktır. Kendine özgü bir etkinlik alanı olan edebiyat da, asla bundan ari kalmamıştır. Kalmayacaktır da… Bunun temel nedeni, edebiyatın neliğine uygun yapıtlar ortaya koyan yazarın, her insan gibi kendi “çağının çocuğu” olmasıdır. Ama yazar, herhangi bir insandan farklı olarak, yaşadığı çağda ve içerisinde yaşadığı toplumsal koşullardaki tanıklıklarını, anlamlandırmalarını, genellikle kendi öznelliğinde bilinçli bir biçimde yapan ya da yaptığı varsayılan kişidir. Afşar Timuçin’in “Sanatçının iyisi düşünür, düşünürün iyisi sanatçıdır.” sözünü de dikkate alırsak, bir edebiyatçı olarak yazar, bile isteye yazan kişidir. Yazarın yapıtına içselleştirdiği anlamlandırmalarını, bakma ve görme biçimini koşullayan ise onun, eğer varsa felsefe dahil olmak üzere, dünya görüşü, toplumsal, sınıfsal, siyasal-ideolojik tercihleri ve düşünceleridir. Yazar, yapıtında, edebiyatın neliğine uygunluk temelinde bunları doğrudan dışsallaştırabilmeyi de, dolaylı olarak anlatmayı da seçebilir. Hatta içerisinde yaşadığı toplumsal ve siyasal gerçeklikten kaçmaya, yapıtını salt düşsel-düşünsel, duyusal-duygusal bir boyutta var etmeye kalktığında bile, bunlardan ari kalamaz. Siyasetin dili ve davranışı, bir biçimde yapıtta ve tek tek yapıtlar aracılığıyla da edebiyatta egemen olur. Ki siyasetin dilinden ve davranışından kaçmaya kalkmanın, bunu vaaz etmenin, kendisi de bir başka siyasal ve ideolojik dili ve davranışı egemen kılma isteğidir zaten. Çünkü insan bir kabuller varlığıdır. Ve bundan dolayı insan için, siyasetin de varlığını sürdürdüğü koşullarda, ideolojiler ormanından kaçış yoktur. Bu, onun tüm etkinlik alanlarında ve özellikle edebiyatta dilinin ve davranışının da egemenliğini kaçınılmaz kılar. Dolayısıyla, siyasetin dilinin ve davranışının egemen olmadığı koşularda bir edebiyat beklemek ya da “siyasetin dilinin ve davranışının egemen olduğu koşullarda edebiyat olmaz” demek, en hafifinden, bir yanılsamadır; yanılsamalı bir bilinç halinin dışavurumudur. Çünkü bu aynı zamanda “edebiyat yoktur” hükmünü vermektir.

Semih Gümüş, yukarıdaki alıntının da yer aldığı, Sema Aslan’la yaptığı söyleşisinde, “Asıl olan soyutlamadır, yaşadığını, gördüğünü soyutlama, daha da önemlisi okuduğunu soyutlamalarla anlama alışkanlığını içselleştirmiş olmak, bir bakıma felsefeyle düşünmek” gerektiğini söylerken önemli bir noktanın altını çiziyor. Ama eksik… Soyutlamalar ve bunun yanı sıra, yani ele alınan bir konuya, soruna, nesneye ilişkin genellemeler yapabilmek elbette önemlidir. Herhangi bir konuda nelik ve gerçeklik ilişkisini, özelden genele, genelden özele giderek, sağlam, bütünsel ve tutarlı bir biçimde kurmada etkili ve gerekli bir yaklaşımdır soyutlamalar ve genellemeler yapabilmek. Ancak, “bir bakıma felsefeyle düşünmek” yetmez bunun için. Nesnesini, felsefeyle ele almak, felsefeyle düşünmek, ona bütünsel anlamda felsefeyle bakmak gerekir. Felsefeyle düşünmek “Bir bakıma” olunca, felsefe yarı yolda terkisinden düşer insanın… İşte o zaman, yersiz, zamansız ve nesnesini aşan soyutlamalar ve genellemeler yapmaya başlar. Ki bu tehlikelidir, yanlıştır. Çünkü yaptığınız yersiz, zamansız ve nesnesini aşan genellemeler ve soyutlamalar gelir sizi vurur. Gümüş’ün yaptığı da budur aslında… Gerisi laf-ı güzaftır.

Hiç yorum yok: